Bilir misiniz, sivri dişli erk hükümdarlık daha portakallarda vitamin, kadın ise nice formlarla, yeryüzünde ve herkesin gözünde “kutsal” iken buralar hep bayram imiş. Güneşin, ayın, otların, böceklerin dans ettiği vakitler işte taş, toprak, gök dişil güzellikle çiçeklenirmiş.
“Anaerkil” düzende bir yaşayışın sürdüğü ilk insan topluluklarının vaktinde, evvel zaman içinde, neslin devamı mucizesi hallerinde tek kanaat varmış ki bu; erkeğin üreme olayında payı yok inanışıymış. Kadın doğuran, yavrularını kendi bedeninden besleyen kişi olarak kutsallığı öyle yok sayılamazmış. Bereketli ellerini toprağa soktuğu gibi insanlığı doyururmuş pek tabii. Medeniyetlere can verir, kültürleri emzirirmiş varlığıyla. Hastalıklara bin deva, adanan adaklara özne olmuş nice yıllar. Tabir-i en caiz bir şekilde, “tapıyorlarmış kadına”.
Tanrıça, doğanın ve toprağın kendisidir, mevsimlerle birlikte nabız atar gibidir, ilkbaharda hayatı ve kışın ölümü getirir. Marija Gimbutas,1999
Çeşitli alanlara yayılmış kültürlerde (Güney Amerika’daki Amazon ve Ona, Ortadoğu, Anadolu, Eski Girit’in ve Doğu Avrupa’nın uygarlıkları gibi) sihir sanatlarının, büyünün veya boyutlar arası iletişimin iplerini tutan kadının, etrafında gelişen tanrıça kültüründe, tarihsel bulgular epeyce eskilere dayanır. Dünyanın birçok yerinde yapılmış olan arkeolojik kazılar sonucu ”bir zamanlar dünyayı kadınlar döndürüyordu” diye bağırabiliriz. Taş, fildişi veya kemikten oyulmuş Venüs heykellerinin tarihinin taş devrine kadar uzanması, yüksek eski medeniyetlerin kalıntılarında kadınların ellerinden çıkma yazıtların olması, var olan süreçte, kadınların yetileri ile kaderlerinin uzaklıklarını gösterir nitelikte bize.
Sümer’den Roma’ya, doğudan batıya her yerde dişil varlık vardı. Kadınlar, hayli yetkin şahıslar olup, özgürlüğü tatmışlardı. Tanrıça ile konuşabilenler kadınlardı, tanrıça onlardı.
İnsanlığın yağmacı erk yıkım sürecinin tadına bakmamış olduğu vakitler, ekolojik güçlerin yükü, yaşam, yeniden üreme ve bilgelik bağları ile içsel var oluşunun kadındaki gizliliğine, fazla tahammül edilemedi. Kasıtlı ve bilinçli bir biçimde, gözleri hırs ile bürünmüş erkeklerin bulduğu ilginç güç, yönetim altına almayı başardığını sandı kadınları. Gizli erkek localarının kuruluşu, kapalı kardeşliklerce yeni yapay yaratılış öykülerinin çıkışı “tanrıçanın ölümü” sürecinin kara adımlarıydı ki ataerkil dinlerin erkeğin üstünlüğünü buyurduğu propagandaları yeri göğü sardı.
Bilinmezlikten doğan korku saldı dört bir yanı. Ana tanrıçanın yer yüzündeki kadınları, erk dolduruşlarla düşman edildi herkese. “Bilinmeyeni kötüleme” politikaları sonunda tüm saygınlığını yitirecek kadın şifacılar, büyücüler, tarih boyunca tekrar eden erk oyunlarla gelişen süreçte yetilerini sergileyemez, kutsal mekânlara giremez, kutsal kitapları okuyamaz bir hale geldi.
Besleyen, danışılan kadınlardı. Ruhlarla köprü kurabilecek seçilmiş kişi onlardı. Can verebilir, can kurtarabilirdiler, hasta bedenlerin şifası, can alabilir, sakatlayabilirdiler. Sihirleri sınırsız, kullanmakta da yasaklanmamışlardı. Ekonomik, ekolojik güçlere sahip, toplumun saygın birer parçası iken, erk kişiler tarafından bir kez daha sonları geldi.
Eski alışkanlıkların “iyileri” yeni alışkanlıklarda iblis olur. Eskinin tanrıça figürü sonunda, erkeğin erdemini kaybettirme, kurulu düzeninin uğursuz tehdidi olma günahıyla bezenip son buldu. Öyle ki bu çabalar bilim ile uğraşan, tıpta yol kat eden kadınları lanetli birer varlığa dönüştürdü.
Sümer’in içerisinde, MÖ 200’lere kadar kadın, gayet yüce bir yere sahipti. Doğal bağlantılarla, sevgi, şifa ve doğum üçlüsünü kendinde barındıran İnanna, üreme işlevlerinde erkek adına, bir zerre gerçek gün yüzüne çıktığında yitirildi. Erkeklerin, kendilerini evrenin yaratıcı ve üretici gücü ilan etmeye başlamaları felaketler bir bir sıralandı.
Daha önce beslenmede yetersiz konumda bulunan erkekler, (insanlığın en gerici gelişimi olan) av ile yiyecek ihtiyacı karşılamada adım attıkça kadını ikinci plana itmekte kendilerinde had gördüler. Tanrıça kültüründe davranışların en kutsalı sayılan cinsel birleşme, kadının aşağılıklığını sergilediği bir fiil haline geldi. Kaybolma basamaklarından birer birer ittirilen “tanrıça kültürü” erk inanışlarca sindirilip, harap edildi. Yine bir Sümer tanrıçası olan İştar, herhangi bir kutsal önemden yoksun fahişeye dönüştürüldü ve erkliğe akış, şaşırılmayacak son olan medeniyetin ölümü ile final yaptı. Adaletsizlik, eşitsizlik ve doğada geri döndürülemez dengesizlikle Sümer uygarlığı son buldu.
Yeryüzünde tanrıçanın saygınlığını yitirmesi sonucunda, tahta geçen erkek muradına ermiş bir biçimde o zamanlardan bu zamanlara toprağa, göğe şiddet saçtı. Anaçlık, şefkat, doğurganlık kavramları ile özdeşleşen tanrıça kültürü insan ile doğa ilişkisini ahenk içerisinde bir denge ile sürdürürken; erkek olan tanrılar savaş güç iktidar mottolarıyla, indirgemeci bilimiyle, adalet yoksunu hukukuyla dünyayı ele geçirdi.
Kibele, Umay Ana, Astarte, İsis, Meryem Ana, Diana, Aradia, Fatıma Ana…
Sınırlandırılmış, bastırılmış, gizlenilmiş, yasaklanmış tanrıçalar ve kadınları geçmişe gömülmüş gibi dursa da, yitmeyen bir enerji ile farklı suretlerde dünyada dolaşır, zincirlerini kırmaya gün sayarlar.
Tanrıçaların kadınları, şifacı ninelerinin mirasları genetik kodlarına yansımış kutsallıklarıyla dokunuyorlar dünyaya. Onların ölümü doğurdu belki de bin tane tanrıça. Güçleri içlerinde saklı, tanrıça bilgisinin tohumları kalplerinde ekili sürdürüyorlar canlılığı türlü coğrafyalarda. Eril ve dişil bilinçlerin dengelenmesine müsade ettiğinde erk varoluş, vazgeçtiğinde yıkımcı hükmünden, barış ve adalet dolu hayat tekrar doğacak. Anaerkil ve uyum dolu günlerin yakında gezegenimize dolması dilekleri ile…
”Ayın kadim dilini kim biliyor şimdi? Kim konuşuyor Tanrıça ile hâlâ? Sadece taşlar hatırlıyor şimdilerde, Ayın uzun zaman önce bizlere söylediklerini, ve ağaçlardan, otların şarkılarından, ve çiçeklerin kokularından öğrendiklerimizi…” (Tony Kelly, ‘Pagan Musings’, 1970)