“Arbeit Macht Frei” (Çalışmak Özgürleştirir) adında bir cümle karşılıyor sizi adımınızı içeri ilk attığınızda. Bu cümleyi ilk olarak Alman ulusalcı yazar Lorenz Diefenbach, 1872 yılında yazdığı kitabında başlık olarak kullanmış ve ulusalcı kesim tarafından da kısa sürede benimsenmiş. Çalışmanın ruhsal özgürlüğü tamamladığı gerekçesiyle ve doğruluğu tartışılmaz kabul edilişiyle her kampın girişinde rastlamak mümkün bu sihirli cümleye.
İkinci Dünya Savaşı esnasında 70 adet ölüm kampı bulunuyor. Auschwitz ise bu kamplardan en büyüğü olma özelliğine sahip. Konum olarak haritanın tam ortasında, ulaşımı kolay ve gözlerden uzak olduğu için tercih edilmiş. Gerçekten de Polonya’nın Krakow kentinden uzaklaştıkça etrafta yerleşim alanlarına rastlanmaması, boş arazi üzerinde yapılan uzun süreli yolculuk ilgi çekici. Ayrıca ulaşılacak yerin bir ölüm kampı olduğunu bilmemizden kaynaklı yolculuk bizim için ürkütücü bir hale bürünüyor.
Siyasi ya da ideolojik düşmanlarını kitlesel olarak imha etmek dışında değişik endüstrilere işçi tedarik etmek de kampların amaçları arasında yer alıyor.
Aynı zamanda I.G. Farben*, Krupp gibi fabrikalara yakınlığı ve bu fabrikalara 100 bin kişilik köle ihtiyacını karşılayacak olması Auschwıtz’in konumunu belirlemiş.
Kampa getirilen esirlerin uzun süre kalmayacakları, sadece üç hafta gibi bir süre orada bulunacakları söyleniyor. Böylece çalışan esirlerin kampa bağlılığı arttırılıyor. Buraya getirildikten sonraki aşamada esirler iki gruba ayrılıyorlar. Çalışabilecek olanlar sağ tarafa ayrılırken geri kalanlar ki bu kişiler genelde hasta, çocuk, eşcinsel ve sakatları barındırıyor; bu grup daha kampın içine daha girmeden öldürülüyor. Eşyalarına, saçlarına, altın dişlerine, derilerine, yani daha sonra kullanılabilecek her şeylerine el koyuyorlar. Banyoya girdiklerini sananlar, kendilerini gaz odasında buluyor.
Kampta toplam 28 tane baraka var. Baraka girişlerinde içeride öldürülen insanların hangi millete ait olduğu yazıyor ve içerisinde ölenlere ait eşyalar gün yüzüne çıkarılıyor. SS subaylarını çektiği yahudi fotoğraflar, esir çocukların giysileri, gözlükleri, ayakkabıları cam bölmeler ardında sergileniyor. Eşyalar ile karşılaşan insanların yüz ifadeleri binbir çeşit duyguyu barındırıyor o an.
Esirler kampta kısa süre kalıp sonra geri döneceğini zannettiğinden ötürü valizlerin içerisinde erzak, yiyecek, içecek ve para ile gelmiş ve bavullarının üstüne isimlerini ve nereden geldiklerini yazmışlar. Ortalama altı ay yaşayan esirler günde en az on saat çalışıyorlar. Esirlere bu eşyaların çalışmaları bitince geri verileceği söylenmiş.
Kadınların ve çocukların saçları yakılarak kumaş fabrikalarına gönderilmiş. Yakılan saçlardan üretilen dokunmuş kumaşlar müzede sergileniyor.
Kampa girenlerin çoğunun yaşamlarının sonu gaz odası ve krematoryum’a (cesetlerin yüksek sıcaklıkta yakıldıkları yer) çıkıyor.
Yani ölüm yöntemi çeşitlendirilerek bir armağanmış gibi habersizce sunuluyor.
Fotoğraflara bakarken en dayanılmazı, en iç acıtan ise çocuklar ve kadınlar. En savunmasız olanlardan bahsediyorum. Gözlerinden ve bedenlerinden sessiz çığlıklarını fotoğraflardan dahi bakıldığında duymamak mümkün değil. Çoğu kendisine nasıl zarar verilebileceğini daha doğrusu bir insanın bir insana en fazla zararı ne şekilde dokunabileceğini ve bunun yöntemini nasıl kurgulanabileceğini tahmin edemeden kendilerinden habersizce yakıldılar, zehirlendirildiler, öldürüldüler.
Çok büyük insanlık suçlarının işlendiği bir döneme çocuklar tanık oldu. İnsanlığın sıfır noktasına bu kadar yakın olmak; fotoğraflarla, yaşanmışlıklar ile birebir gözlemlemek nasıl bir deneyimdir ki hem biraz pişmanlık barındırır hem de büyük öfke uyandırır.
Özetle, öldürmenin endüstrileştiği bir yerdir Auschwitz.