Fotoğraf, anı ışıkla; dans ise zamanı insanla şekle sokmanın sanatı. Fotoğrafı, derin ve durgun suya benzetirsek dans, ele avuca sığmayan bir akarsu gibi. İki sanat dalının da temel nitelikleri estetik ve forma yapılan vurgu ancak sanatçıları, farklı yollardan varıyorlar istedikleri sonuca. Hareketi, ana sıkıştırmak zor olduğundan dansı fotoğraflamak çetrefilli bir iş. Dansın gücünü ve zarafetini stüdyoda çekilmiş fotoğraflara yansıtmak ise daha da zor. Alexander Yakovlev ise bunu başarmış bir fotoğrafçı.
Yöntemlerinden biri ise oldukça basit, dansçıların hareketlerini una buluyor. Bildiğimiz un. Stüdyosuna konuk olan dansçıların vücutlarını unla kaplıyor. Fotoğrafçının can dostu ve kaprisli çalışma arkadaşı, ışığın da yardımıyla dansçının figürlerindeki detayları daha görünür kılıyor böylece. Dansçılar, kuyruklu yıldızlar gibi hareketlerinin ardında iz bırakıyor ve o da bu anları yakalıyor. Sonucunda ortaya çıkan fotoğraflar hem estetik hem de güçlü, tıpkı dans gibi.
Yakovlev, Moskova’da hukuk okuduktan sonra fotoğrafa olan tutkusuna bırakmış kendini. Stüdyo fotoğrafçısı olarak özellikle dansçıları fotoğraflama konusunda ustalaşmış. Balerinlerden breakdance dansçılarına kadar geniş bir yelpazede çalışıyor. Dansa farklı bir açıdan da bakmaya çalışan sanatçının çalışmalarında dansçıları fiziksel sınırlarına yaklaştırdığını görmek mümkün.
“Dünyayı bir rüya gibi görmek, güzel bir bakış açısı” diyerek stüdyoda yarattığı o gerçeküstü atmosferden ortaya çıkan kareler rüya gibi gerçekten. Projesinin adı the Mirages (seraplar) hangi yöntemle çekildiğinden bağımsız olarak fotoğrafın ışıkla oynama sanatı olduğunu hatırlatıyor bize.
Kaynak: My Modern Met