Savaşın birçok anına tanıklık eden fotoğrafçılardan; Sertaç Kayar, Aylin Kızıl, İlyas Akengin, Selmet Güler ile sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerde fotoğrafçılık yapmayı konuştuk. Nasıl bir duygu olduğunu, neler hissettiklerini; fotoğraf çekerken ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını, yerel halkın ve devlet güçlerinin davranış ve tepkilerini, bölgede tutuklanan birçok muhabire dair neler düşündüklerini ve son olarak sokağa çıkma yasağının olduğu noktalarda çalışırken unutmadıkları anlara ve olaylara dair konuştuk.
Sertaç Kayar: “Bıraktığı en büyük iz, sessizlik oldu”
Böylesi şartlarda fotoğraf çekmenin pek iç açıcı olmadığını söyleyebilirim. Yasak ve çatışmalar döneminde çalışma koşullarının ağırlığı bir yana karşılaştığımız manzara karşısında çoğu zaman ellerimiz titreyerek deklanşöre basıyorduk, bazı zamanlarda yaşanan onca acı karşısında gözyaşlarımızı vizöre bakarak kapatıp öyle çekmeye çalışıyoruz.
Fotoğraf çeken iyi bilir, çekerken adeta karenin içine girip o anı hissedip hissettiği şekilde de kamuoyuna hissettirmeye çalışır. İyi fotoğraf öyle olur diye düşünüyorum. Onun için bu süreçte o kadar çok acı, yıkım, kan ve gözyaşına tanık olduk ki… O kadar çok hikâye ile karşılaşıp ve o kadar çok hayata dokunduk ki biz de o anların bir parçası oluyoruz. Mesele çektiğim her fotoğrafa baktığımda çekilme anını ve o anda hissettiğim duyguyu aynı şekilde hissedebiliyorum. Durum böyle olunca o anda çekmekle de sınırlı kalmıyor ve her arşive göz attığımda aynı duyguyu yaşattığı için kalıcı bir ruh hali bırakıyor insanda. Bende bıraktığı en büyük iz sessizlik oldu. Yani konuşmak yoruyor. Bir diğeri de kalabalık ortamlar boğucu gelmeye başlıyor. Onun için her kare bir hayata ve her hayat bir acıya işaret ettiği için hissettirdiği duygu da doğal olarak ona denk düşüyor…
Bölgede gazetecilik yapmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Yasak zamanlarında bir taraftan canımızı korumaya çalışırken bir taraftan da fotoğraf çekerek işimizi yapmaya çalışıyorduk. Çoğu zaman ölümden döndük. Mesela Sur yasağı zamanında sık sık yaşanan patlama sırasında şarapnel parçası kafamın üstünden geçip bir iş yerine isabet etti. Benzer durumlar çok oldu. Bir keresinde de fotoğraf makinesinde uzun zoom (70-200) vardı. Fotoğraf çektiğim sırada bir polis “Uzaktan roket sandım” dedi. Onun öyle demesi ile korkup bir daha onu kullanmadım. Zira daha kötü bir sonuç çıkabilirdi.
O süreçte her taraftan kurşunlar ve şarapnel parçaları uçuşuyordu. Bir diğeri de engellenmemiz. Çoğu zaman çalışmamıza izin verilmiyordu, engelleniyorduk. Onun için bazen gizli çalışmak zorunda kalıyorduk. Öyle olunca da riskli oluyordu tabii. Çoğu zamanda çektiğimiz fotoğraflar zorla sildiriliyordu. Bir keresinde yine Sur’da çektiğim 4 kare fotoğraf yüzleri kapalı özel harekat polisleri tarafından dizime silah dayandırılarak zorla sildirildi.
Çekmemiz istenmiyordu. Fotoğraf makinası adeta bir silah olarak görülüyor ve onu kaldırdığınız anda anında etrafınız sarılıyordu, “Ne çektin, neden çektin, bizi mi çektin, niye çektin, kime çekiyorsun?” gibi sorular soruluyordu. Halkın tavrı daha farklıydı. Yaşananlar karşısında “Sesimizi duyurun” deyip çekmemiz isteniyordu ve yardımcı oluyorlardı. Bazen yapılan yalan/yanlış haberler bizi de zor durumda bırakıyordu. Halk nezdinde bir güvensizlik oluşuyordu ve her çektiğimizde “Doğruları söyleyeceksiniz değil mi?” diye soruyorlardı. Yasak kalktığı sürelerde enkaza dönen evleri çekerken herkes “lütfen benim evimi de çekin görülsün duyulsun” diyorlardı. Yani yaşadıkları karşısında bizi bir umut olarak görüyorlardı ve bu da yükümüzü daha da ağırlaştırıyordu.
“Herkesin haber alma hakkı ve özgürlüğü vardır”
Maalesef bu süreçte kafasına silah dayanılan gazeteciler, makinesi alınan, kırılan, darp edilen, gözaltına alınan, tutuklanan çok meslektaşımız oldu. Mesleklerini icra ederken karşılaşmadıkları zorluk kalmıyor. Hatta öyle ki iki kere mağdur ediliyorlar. Çünkü yaşananlar karşısında yaşadığımız psikolojik travma ve bunun yanında da engelleme, baskı ve saire daha da katlanılamaz bir ruh haline koyuyor. Savaş sürecinde en çok gazetecilerin korunması gerekirken, tam tersi hedef haline getiriliyoruz. Oysa herkesin haber alma hakkı ve özgürlüğü vardır. Kim olursa olsun herkesin, bir gün yaşayacakları karşısında sesini duyuracak bir gazeteciye ihtiyacı olacaktır. Şimdi belki çok anlam ifade etmez ama eminim yıllar sonra çektiğimiz bu fotoğraflar bu sürece ışık tutacaktır diye düşünüyorum.
Her acı aynı yerden hissettirir kendini onun için azı yada çoğu olmaz, can acıtır her haliyle… En çok etkileyen ve unutamadığım Cizre oldu. Yasak kalkar kalkmaz gittik ve mahallelere girmemizle cenaze kokularının yüzümüze vurması bir oldu. Öyle ki girdiğimiz ilk evde sandıktan bir cenaze çıkarıldı. Yine yüzlerce insanın yaşamını yitirdiği bodrumlara girdiğimizde karşılaştığımız manzara karşısında insanlığımızdan utandık. Evleri harabeye dönen insanların yüzündeki ifade ok gibi saplanıyordu. Herkes bodrumda ölen çocuklarından geriye kalan bir şey bulma çabası içindeydi. Ve saatlerce orada oturup bekleyenler oldu. Orada karşılaştığım manzara karşısında çok etkilendim ve ağladım. Gözyaşlarımı da makinenin vizörüne bakarak kapatmaya çalışıyordum. Unutamadığım anlardı… Dilerim bu süreç tersine döner ve daha fazla acılar yaşanmadan barışçıl bir süreç başlar.
Aylin Kızıl: “Çatışmalı ortamı soluyan her insanın değişken tepkileri bu durumun ‘normali’ haline geliyor”
Duygusal olarak zorlandığım ve kendimi güvende hissetmediğim, gerildiğim zamanlar çok oldu. Çekim yapmakta zorlandığım zamanlarda belgelemenin önemli olduğunu bunun için orada olduğumu söylüyorum kendime. Görüntü devlet güçleri başta olmak üzere hemen herkesi tedirgin eden bir şey artık. Çoğu zaman yıkıntı görüntülerine yenisini eklemekten öteye gidemediğimizi, sürekli bu görüntüleri üreterek normalleştirdiğimizi hissetsem de fotoğraflamanın gerekliliğini, bunun sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Gazi caddesinde yasağın ilk kalktığı dönemde fotograf makinesiyle giremiyorduk. Ardından bu kontrollü bir hale geldi. Yani giriyordunuz ama takip/ tehdit edilerek, potansiyel bir “suçlu” olarak. Bu durum devam ediyor, keyfi uygulamalar çok fazla.
Nusaybin’de mahallelilerin büyük çoğunluğu hasar tespit komisyonundan biri olduğumu düşünerek yıkılan yerleri belgelememi istemişti. Fotografçı olduğumu öğrenince de tepkiler değişmedi. Yaşadıklarını paylaşmak aslında sadece dertleşmek, görünür olmak, dinlenmek, içini dökmek istiyordu herkes. Sur’da “Çekin herkes görsün” diyenler de vardı “Bizi bu hale düşürenlere halimizi gösterip sevindiriyorsunuz” diyenler de. Fotograf çekerken dahi öyle farklı duyguları yoğun yaşıyorsunuz ki çatışmalı ortamı soluyan her insanın değişken tepkileri bu durumun “normali” haline geliyor.
Devlet güçlerinin minarelerden yaptığı “Evinizden çıkın” anonsundan sonra Sur’daki çıkışlarda evini taşıyan Rojavalı bir adam “Evimizi ikinci defa böyle terk ediyoruz” demişti. Kaderin ve zulmün ortaklığını çok yoğun hissetmiştim. Yaşananların çok azı fotograflanabildi, şehirler/mekânlar birbirinden farklı olsa da yaşanan yıkım ve zulmün fotografları çok benziyor birbirine. Anlatmanın/fotograflamanın başka biçimlerini zorlamak elbette ki önemli, gerekli. Şu an “kısmi” denilen yasaklar devam ederken gazetecilerin, fotografçıların, basın emekçilerinin çalışması her geçen gün zorlaşıyor. Değişen gündem içinde bölgede çalışırken tutuklanan gazetecilerin gündem olabilmesi ise maalesef oldukça sınırlı kalıyor.
Selmet Güler: “Akvaryuma bakar gibi onlara hep dışardan bakmıştık”
Bütün şehirlerde savaştan arta kalanları çekiyordum. Arta kalanlar ise hep yıkımdı. Yıkık evler, yıkık binalar, moral yıkımı, psikolojik yıkımlar, yaşamsal yıkım ve en önemlisi de geleceğe dair umut yıkımı olumsuz yönde beni de yıkıyordu. Sahada çalışırken çoğu zaman fotoğrafçı kişi bunu pek fark etmeyebiliyor. Eve gelip fotoğraflara tek tek bakıldığında fotoğrafçı Kevin Carter’in çektiği Afrikalı çocuk ile ölümünü bekleyen kartal fotoğrafı gibi asıl acıyı yaşıyordum.
Zorluklar iki yönlüydü. İnatla, dirençle bir şekilde asker ve polisler aşılıyordu, halkın verdiği tepkilerde ya da dert yandıkları yerlerde tıkanıyordum. “Yeni mi geldiniz? Bu kadar ölüm ve yıkımdan sonra yaptığınız artık ne işe yarar?” gibi sorular bende cevapsız kalıyordu. Aylarca yemeksiz, sussuz kalmışlardı soru soran kişiler. Yerde yaralı ya da ölü yatan yakınlarının çığlıklarına koşamamışlardı, ölüm anında dahi yaralılarının “su” deyişleri havada kalmıştı. En önemlisi de kendileri için değil yaralıları için imdatları hep cevapsız kalmıştı. Ve biz fotoğrafçılar ilk gidenlerdik yani haklı çığlıklarına ilk marUz kalanlar. Verecek hiçbir cevabım yoktu. Bu gibi durumlarda hep sessizliği tercih ettim. Çünkü haklıydılar. Bir arkadaşın dediği gibi bir akvaryuma bakar gibi onlara hep dışarıdan bakmıştık.
“Silopi’den başka sanat yapacak yer bulamadınız mı?”
İkinci sokağa çıkma yasağından sonra iki fotoğrafçı arkadaşla sabah saat 7 de Silvan’a gitmiştik. Güneş ışınları harabeye dönmüş mahalleye daha yeni vurmuştu. Sokaklara girdiğimizde bizden başka kimsenin olmadığını farkına varmıştık. Koca mahalle bomboştu. Elek gibi delik deşik evlerinin arasında geziyorduk. Şaşkındık. Bu denli bir savaşa dönüşeceğini hiç düşünememiştik çünkü.
Silopi’deydim. Yakıp yıkılan evlerin arasında fotoğraf çekiyordum. Silopi Silvan’dan da daha beter bir haldeydi. Bu savaşın günbegün tırmandığını ölüm ve yıkımın büyüdüğünün işaretiydi. Bir akrep gelip yanımızda durmuştu. Kimliklerimizi eline aldıktan sonra “Fotoğraf çekmek yasaktır siz bunu bilmiyor musunuz?” “Bilmiyoruz” demekten başka bir söz kalmamıştı. Kimler olduğumuzu hangi amaçla geldiğimizi sordu. Serbest fotoğrafçı olduğumuzu, sanatsal ve belgesel fotoğraflar çektiğimizi söylemiştim.
“Sanat yapacak ve belgeleyecek Silopi’den başka bir yer bulamadınız mı?” … Kimlikler sorgulamadan geçtikten sonra: “Gidin ama evlerin içine girmeyeceksiniz, kimseyle konuşmayacaksınız, dışardan çekip çabuk çıkın burdan”. Kimliklerimizi elime verdikten sonra hızlıca gaza basıp dar sokağın savaştan kalma çamurunu yarmıştı haki rengindeki kirpi. Evlerin içine girip insanlarla konuştuğumuzda niye “Evlerin içine girmeyin, insanlarla konuşmayın” emir gibi deyişinin farkına varmıştık.
İlyas Akengin: “Gazetecilerin canını düşünecek zamanı olmuyor”
Bilindiği üzere Diyarbakır, Mardin, Şırnak ve Hakkari gibi kentlerde hendek ve barikatların kurulması üzerine sokağa çıkma yasakları ilan edildi, ardından hiç kimsenin alışık olmadığı şekilde çatışmalara şahit olduk. Bu bizim ve sivil vatandaşların hiç tanık olmadığı bir olaydı. Ancak biz gazeteciler hiç alışık olmasak da yaşanan gelişmeleri takip etmek ve onu kamuoyu ile paylaşmak gibi önemli bir rolümüzün olduğunu biliyorduk.
Çatışmaların yaşandığı ilk günden itibaren özellikle Sur İlçesi’nde yaşanan gelişmeleri kesintisiz bir şekilde takip ettim. Sur’da çatışmaların yoğunlaşması ile çok ciddi bir göç dalgası başladı. İlk etapta bu göç dalgasını fotoğraflamaya çalıştık, ancak daha sonra ağır silahların kullanıldığı anlara tanıklık ettik. Böylesi olağanüstü durumlarda çalışmak tabii ki çok zor, çünkü mermilerin havada uçuştuğu bir yerde görev yapıyorsunuz ve can güvenliğiniz yok. Ama biz gazetecilerin böylesi durumlarda kendi canını düşünecek zamanı olmadığı için bir olaydan diğer olaya yetişmenin hesabı içinde olurduk.
Unutulması zor birçok an…
Bir vatandaş olarak tabii ki yaşanmaması gereken anlara tanıklık ettik, ama bir gazeteci olarak ise tarihe not düşecek anları fotoğrafladığımı düşünüyorum. Bu nedenle yaptığınız iş zor ve zahmetli olsa da güzel duygular yaşamanıza neden oluyor. Çünkü çektiğiniz bir fotoğraf ile orada yaşananların özeti oluyorsunuz, bu bir gazeteciye önemli bir moral kaynağı olur. Tabii güzel iş yaptığınız zaman güzel hisler besleseniz de bu kısa süreli oluyor. Çünkü bin bir zorlukla mücadele etmek gibi bir durumda oluyorsunuz. Olağanüstü bir durum olduğu için zaman zaman polis ile karşı karşıya geliyorduk, zaman zamanda vatandaşlarla. Polis kendi fotoğrafının çektirilmesinden rahatsız olurken, olaylardan mağdur olan yada seslerinin duyulmadığını düşünen vatandaşlar ise neden doğruları yazmıyorsunuz diye tepkide bulunuyorlardı. Tabii her şey bununla sınırlı olmuyordu, bölgede görev yapan birçok arkadaşımız farklı gerekçelerle gözaltına alınıyordu ve siz bu durumu izlemekten başka bir şey yapamıyordunuz. Bu durum tabiki üzücü.
Hangi kesimden olursa olsun gazetecilik önemli bir görevdir ve özgür bir şekilde yapılmalıdır. Evet yanı başımızda çatışmalara, arkadaşlarımız gözaltına alınsa da zaman zaman farklı anlara tanıklık etme durumunuz da oluyor. Benim için unutulması zor birçok an oldu. Ama en çok etkilendiğim olaya Sur İlçesi’ndeki İskenderpaşa Mahallesinde tanıklık ettim.
Bilindiği üzere 3 Ocak tarihinde nereden atıldığı belli olmayan bir havan mermisi 3 çocuk annesi Melek Alpaydın’ın ölümüne neden olmuştu. Olayın duyulması üzerine 10 dakika sonra olay yerine vardım, oradaki mahalleliler çok tepkiliydi. Hatta bazı gazeteci arkadaşlarımıza tepki gösteren bile olmuştu. Ama ben hem ulusal bir fotoğraf ajansına hem de yerel bir gazetede çalıştığım için ilişkilerim daha iyiydi. Şimdi bu olaydan belirli bir süre geçtikten sonra polis Alpaydın’ın ölümüne neden olan mermiyi almak ve inceleme yapmak üzere olay yerine gelmek istedi. Ancak mahallede toplanan bir grup polis ile tartıştı o sırada havaya ateş açıldı, gaz bombaları kullanıldı.
Dar sokaklarda gaz bombalarının uçuştuğu anda kafasında ekmek olan 60-70 yaşlarında yaşlı bir kadını gördüm, gazdan etkilendiği için daha fazla ilerleyemedi ve olduğu yere yığıldı. Bende de maske olmadığı için bir eve sığınmak zorunda kalmıştım. Kadını kaldıracak kimsenin olmadığını görünce ona doğru gitmeye çalıştım. Tabii giderken iki üç karede fotoğraf çektim, sonra onu daha güvenli bir yere götürdüm. Olay bittikten sonra fotoğraflarım sosyal medyada paylaşılınca bayağı ilgi gördü, ancak bir takipçi, “Kadın orada yerde sen fotoğraf derdinseniz, onu kaldırsana” diye tepkilendi. Tabii o görmediği için o yaşlı kadına yaptığımı görmemişti. Bu durum bende farklı bir anının yaşanmasına neden olmuştu.