“Tekrar bir olduğumuz zaman ne yapacağız, Efendimiz?“
İhtiyar gözlerini kaldırıp uzaklara, mağaramızın girişinden öteye, ormana baktı ve cevap verdi:
“Karşıtımızla bir olacağız –ana, kadın, toprak- ki o da tek olan bir varlıktır ve bizi kollarına almak için bir olmamızı beklemektedir. O zaman barış ve neşe olacak çünkü ne o bize hükmedecek ne de biz ona hükmedeceğiz. O zaman biz sevgili olacağız.”
Terra Nostra –Carlos Fuentes
Nasıl uyanırız? Işık uyaranıyla günlük döngümüz yeniden başlatıldığında mı? Uyandığımız yeri algılamamız ve uyumlanmamız ne kadar zamanımızı alır? Ya uyandığımız dünyaya ait hissetmiyorsak?
Fuentes’in birbirinin üstüne binmiş, geçmiş, şimdi ve gelecekte ilerleyen hikâyelerinin farklı yollarla aynı noktaya evrildiği kitabı, Latin Amerika edebiyatının başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Terra Nostra’dır. Roman kıyamet arifesinde, 1999 Paris’inde Polo Febo’nun uyanmasıyla başlar. Geçmiş yüzyıllardan fırlayıp gelmiş insan kortejlerinden sıyrılarak, şehrin kaynama noktasını aramaya koyulur. En sonunda köprünün beton zeminine renkli tebeşirlerle şekiller çizen mor elbiseli, dudakları dövmeli bir kadın görür. Polo, ona anlatılanlardan hiçbir şey anlamaz ve dengesini kaybeder. Seine Nehri’nin kaynayan sularına gömülen Polo, 16. yüzyıl İspanyasında sahile vurmuş ve hafızasını kaybetmiş olarak uyanır.
Terra Nostra, bizim toprağımız, yeryüzümüz anlamına gelir. Bilim kurgu dünyasında sıkça dünya yerine Latince “terra” kelimesi kullanılır, bunun çok doğru bir kullanım olmadığı söylenebilir ama bu kullanım, diğer gezegenlerin isimlerinin genelde Latince olması veya söylenişinin bıraktığı değişik etkiye yorulabilir.
Fuentes’in Terra Nostra’sı ise iç içe geçmiş hikâyelerle, kendi dünyasını, kronikleri, mitleri, sözel ve yazılı edebiyatı İspanya-Meksika eksenine odaklayarak kendi tarihini, kendi yeryüzünü anlatır. Romanda olaylar her ne kadar sinematografik öğelerle okuyucunun hayal gücünü beslese de, monologlara ve diyaloglara açılan kapılar gibidir. Fuentes romanında, dairesel ve kapalı bir yapı kullanmıştır, bu yapı ana hikâyedeki Senyor Felipe’nin inşa ettirdiği “El Escorial” ile paralellikler taşır.
Görünüşte Felipe, İspanyol mutlakıyetini, manastır ve kral sarayını bir araya getirerek nasıl bu taş yapıyla ebediyete taşımak istiyorsa, Carlos Fuentes’te Terra Nostra’yı inşa ederek, kendi edebi yeteneği üzerindeki şüpheleri bertaraf edip, hâkimiyetini ilan etmek ister gibidir. Aslında Senyor Felipe, soyunun sonuncusu olma hayaline kapılmıştır, inancına olan aşırı bağlılığı onu içine kapanık ve melankolik biri haline getirir. Soyunu devem ettirmeme kararı ve tanrıya hizmetinin, onu hanedanın mükemmel sonuna ulaştıracağını düşünür ve atalarının bedenlerinden kalan tüm parçaları onlar için hazırladığı, Hıristiyanlığın bu devasa taş yapısı Escorial’daki anıt mezarlara yerleştirdiğinde, bu acizlik dünyasındaki işini tamamlamış bir halde, kendini tanrının devamlı hizmetine sunabilecektir. Fuentes, Terra Nostra’da, özellikle kendi milletinin sözel anlatılarını ve yazılı tarihini, Cervantes ve Quetzalcoatl gibi edebi ve mitsel atalarıyla bir araya getirdiği kendi ebedi başyapıtını inşa eder.
Burada baş gösteren sorun, Senyor Felipe’nin hayal kuran tek kişi olmamasıdır, Felipe’nin vekili ve avcıbaşı Guzman’ın kendi hayalleri vardır, tıpkı Felipe’nin eşi Isabel namı diğer Bakire Kraliçe’nin kendi hayalleri olduğu gibi. Romanda kendi hayallerini gerçekleştirmek isteyen daha pek çoklarının çıkarları çatışır, ihanetler ve entrikalar da hayaller ve rüyalar gibi birbirlerine düğümlenir. Fuentes’in yaşadığı “kendi toprakları”, Meksika’da da savaş, kıyım ve ölüm, anlattığı 16. yüzyıl, Yeni Dünya ve 20. yüzyıl Latin Amerikasından pek de farklı değildir.
Paris’te Seine Nehri’ne düşen Polo, Senyor Felipe’nin babası Yakışıklı Felipe’nin birbirine tıpatıp benzeyen üç gayrimeşru oğluna dönüşür ve kendi hikâyeleri içinde El Escorial’a yaklaşırlar. Bu sırada bitmek bilmeyen bu yapının inşasında çalışan işçiler isyana hazırdırlar. “Kral bize adalet vaat etmişti, senyorlar da öyle, adaletin amansız savunucularıydı hepsi; ama kendileri için, sadece serfleri ezecek daha iyi yollar bulmak ve sırtımıza daha fazla vergi bindirmek için savunurlardı adaleti…” der işçilerden biri diğerlerine.
Fuentes’in yeryüzünden, Ken Loach’un Altın Palmiye ödüllü filmi “I, Daniel Black“de anlattığı New Castle’a vardığımızda, işçi sınıfı için çok bir şey değişmediğini rahatlıkla görebiliriz. Ken Loach, filmde toplumsal gerçekçiliğini en temel insani haller üzerine kurup, medeniyetin sistematik katmanlarının arasında sıkışıp kalmış insanların, çöküşlerini yine aynı sisteme ve o mekanizmanın sadece görünüşte işleyen parçaları haline gelen herkese mal eder.
Daniel Blake, iş yerinde kalp krizi geçirir ve doktoru bu halde çalışamayacağını söylese de, destek ödeneği doktoruna danışılmadan, çalışmasında bir sakınca görülmediğinden reddedilir. Yaşlı marangoz Daniel, bir telefonun başında hakkını aramaya devam etmek için saatlerce anlamsız bir melodi dinleyerek bekler. Sorununa çözüm olmak bir yana dursun her çabasıyla bürokrasi batağına giderek daha fazla saplanır. Bilgisayar kültürüne yabancıdır Daniel ve yardım almadan bilgisayarda bir formu doldurmak ya da CV’ sinin çıktısını almak onun içi oldukça zor bir görevdir ama yine de sokak sokak dolaşıp iş aramaktan geri durmaz. Ona yardımcı olması gereken devlet mekanizması, adeta onun gerçekliğini kanunlar ve prosedürler arasında un ufak eder.
Daniel, iş bulma kurumunda sırasını beklerken, benzer durumdaki Katie’nin uğradığı haksızlığa karşı sesini yükseltince, ikisi de diplomatik bir nezaket ve kesinlikle kapı dışarı edilirler. Bu iki insanın hayatlarını çöküş noktasına kadar kuvvetle iten bürokratik güç, filmin nabzına tutunmuş, izleyicinin soluk alıp verişini, empati kabiliyetiyle doğru oranda kısıtlayan sinematografik bir güce dönüşür.
Paul Laverty’nin senaryosu ve Loach’un gerçekçi vizyonu birleşip dünyanın tüm Daniel Blake’lerinin sesi olmayı deniyor. En azından Birleşik Krallık’ta, politikacıların da dâhil olduğu tartışmalara, eleştirilere ve Box Office’e bakarak, filmin bunu gerçekleştirdiği söylenebilir. Filmin siyah-beyaz Türk sineması tadındaki dramatik sahneleriyse filmi belgesel havasından çıkarıp bir film izlediğimizi nostaljik bir yöntemle bize hatırlatıp, çok da bütünlüğü bozmadan geçip gidiyor.
Loach’un Altın Palmiye’yi alan en yaşlı yönetmen olmasını sağlayan bu filmdeki işçi sınıfının sıkışmışlığı, Fuentes’in Terra Nostra’sın da en soylusundan, en alt tabakaya kadar sınıf atlamadan her bireye ulaşıyor. Aynı Hermes Trismegistus’un ruhların yargılanmasını kaydettiği ve başarısız ruhları Amenti’nin (ölüler âlemi) düşük düzeylerinde arındıktan sonra yeniden doğmaya sevk ettiği gibi, Fuentes’de kahramanlarının hem tüm günahlarını kendilerine saydırır hem de onların defalarca reenkarne olmalarını sağlar. Tarihin sadece tekerrür etmediği, aynı zamanda karakterlerin de bu reenkarnasyonlar sayesinde tekrarlandığı bir gerçekliktir bu.
Felipe, tahta çıkmadan önce yoldaşlarına gerçekleri açıklar “… çünkü ölümün kaçınılmazlığından emin olmayan insanlar asla isyan etmezler. Ancak beni unutarak beni öldürebilirler; işte o zaman iktidarımın zerre kadar değeri kalmaz.” I, Daniel Blake’te ise Felipe’nin bu endişesi, Daniel’ın iktidarın bürokratik duvarının arkasında unuttuğu milyonlarca insanın unutuluşuna dönüşür, ancak bu sefer mesele iktidarın değersizleşmesinden öte, Daniel gibi insanların kendilerine saygılarını yitirmeleridir.
Daniel için, artık sorun devlet mekanizmalarına karşı, kendi görünmezliğidir ve iş bulma kurumunun duvarına kendini görünür kılabilecek ve onu, devlet mekanizmasının, en azından kolluk güçlerinin dikkatini çekebilecek bir mesaja dönüştürür. Ne yazık ki bu, sonsuzluğa çakılan bir çivi gibidir ve Daniel’ın bir an için görünür olması sistematik bir şekilde kalıplaştırılmış, tam olarak işlevini yerine getiremeyen kurumları ve sistemin bıkkınlık verici ve hissizleştiren aurasından, kendisini dahi çıkarmaya yetmez. Katliam Avrupa’da, Felipe’nin dönemindeki gibi göz önünde olmaktan, üçüncü sınıf ülkelere kaydırılarak, sadece ‘haberler’e dönüştürülmüş gibi görünse de, sistemin içine sızmış ve artık yavaşça, insan ve vicdan öğüten bir mekanik seviyeye ulaşmıştır.
Fakat hikâye burada bitmez, Giulio Camillo, Terra Nostra’ya gerçek dünyadan adapte edilmiş bir karakterdir. Ludovico, İtalyan filozofu kâğıttan kalesinin içinde bulur, aslında fiziksel olarak olmasa da, kimsenin içinden çıkmayı başaramayacağı bir labirentin içinde. Camillo’nun sistemi bilginleri izleyicilere dönüştürür. Bellek Tiyatrosu’nda tek izleyici olacağı ve gösteri yerinin de salon olacağı söylenir Ludovico’ya, geçmişin ve geleceğin tüm olasılıklarının simgeleri arasında bırakılır.
Terra Nostra’nın tüm karakterleri kendi çıkmazlarına ve umutlarına sahiptirler ancak her eylemleri onları sadece kendi kıyametlerine, bundan da öte insanlığın döngüsel ufak kıyametlerine sürükler.
Daniel Blake ise şimdi noktasından geleceğin karanlık olasılıklarına, kendi kıyametine yola çıkar. Bulunduğu durumdan onu çıkarabilecek tek şey, kendisine saygısı olduğu zamanlarda gerçekleştirdiği bireysel iyiliklerin, ona geri dönüşünden ibarettir.
Nasıl uyanırız? Işık uyaranıyla günlük döngümüz yeniden başlatıldığında mı? Uyandığımız yeri algılamamız ve uyumlanmamız ne kadar zamanımızı alır? Ya uyandığımız dünyaya ait hissetmiyorsak?
Fuentes ve Loch, uyanmak istediğimiz ama bunu başaramadığımız, çabaladıkça daha derine gömüldüğümüz dünyevi cehennem çukurları ya da sıkıcı telefon melodilerine mahkûm olduğumuz ve bize yaşama imkânı vermeyen bir gerçeklikle, karanlık dünyalar ya da gerçekçi terra’lar sunarlar bize. Her ne kadar bu dünyaları kabul etmemiz istense de, ait olmak istediğimiz gerçeklik bu olmadıkça, bizim topraklarımızı, kendi gerçekliğimizi, şu an yaratmakta özgür olduğumuzu hatırlatmak faydalı.
“Bitmek tükenmek bilmez dönüşüm, ebedi çeşitlilik ebedi birliği besliyor, dolayısıyla aynı anda ve ebedi olarak çeşitliliği besliyor.” der Fuentes anlatılarından birinde. Her ne kadar Fuentes bizi romanın en başında, “Akıl sır ermez kendinden başka bir hayvan hayal eden ilk hayvana.” diye uyarsa bile, karşıtlarımızla bir arada yaşadığımızı kabullenerek, bu hikâyelerin yaşamayı arzulamadığımız gerçekliğinin uyandırma etkisinden faydalanabilirsek, kendi terramızı oluşturmak için hayal edebileceklerimizin sınırsız olduğunu varsayabiliriz. Ya ait olduğumuz dünyaya uyanırsak?