The Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Hikâyesi), ilk bölümünü izlediğim andan itibaren kafamın içerisinde dönüp duran bir hikâye. Nerden başlamalı anlatmaya, hangi sözcükleri kullanmalı? Hissettiğim yoğun isyan etme isteği kelimelerimi birbirine doluyor. Ne olursa olsun, bu karmaşanın içerisinden çıkardığım kelimeleri bir araya getirmem gerekiyor; çünkü Slylvia Plath’ın dediği gibi, “içimde susmak istemeyen bir ses” var.
Kanadalı yazar Margaret Atwood’un 1985 yılında aynı adlı romanından bir dizi uyarlaması, The Handmaid’s Tale. Bu roman aynı zamanda eleştirmenler tarafından en iyi distopik romanlar arasında gösteriliyor. Roman, Amerika Birleşik Devletleri sınırları içerisinde bulunan Gilead Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu baskıcı sistemi anlatıyor. Kendilerini “Yakup’un Oğulları” olarak adlandıran tutucu bir grup ülke başkanını ve yönetimde yer alan kişileri öldürerek bir devrim başlatır. Bu devrim ile Amerika Birleşik Devletleri Anayasası askıya alınır ve yeni bir rejimle beraber Gilead Cumhuriyeti doğar.
Bu yeni rejim, gücünü pekiştirmek adına kadınların tüm haklarını ellerinden alır. Artık kadınların kendi isimlerini kullanması, bir şeyler okuması, tek tip kıyafetin dışına çıkması, sokaklarda rahatça sohbet etmesi, eşcinsel olması, âşık olması, bazı kelimeleri kullanması (mesela hijyenik kelimesi) … yasaktır.
Devrimden önce ise her şey tamamen normaldir; sevgilinizle sinemaya gidebilir, seyyar bir satıcıdan sosisli sandviç alabilirsiniz. Gündüzleri koşu yapıp bir kahve dükkanından yağsız kahve sipariş verebilirsiniz. Eğer kadınsanız makyaj yapabilirsiniz, kitap veya dergi okuyabilirsiniz ve çalışabilirsiniz.
Yayımlandığı yıllarda büyük yankı uyandıran ve Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli, Joanna Russ’ın Dişi Adam’ı, Katherine Burdekin’in Swastika Geceleri ile birlikte feminizmden beslenen en önemli dört romandan biri olarak gösterilen roman, kırktan fazla dile çevrilmiş ve ilk olarak 1990 yılında filme uyarlanmış.
Başrollerinde Natasha Richardson, Faye Dunaway ve Robert Duvall’ın yer aldığı film, yayınlandığı dönemde pek fazla ses getirmediyse de Elisabeth Moss, Joseph Fiennes, Yvonne Strahovski, Samira Wiley, Madeline Brewer gibi oyuncular bulunduğu dizi, ilk bölümünün yayınladığı günden itibaren dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Bu vesileyle roman, birçok ülkede yıllar sonra tekrar çok satanlar listesine girdi.
Hikâye, baş karakter olan Offred, Komutan Mr. Waterford ve eşi ile diğer damızlık kızların yaşadıklarını konu ediniyor. Komutanın şoförü Nick ile Offred’in eşi Luke ise hikâyeyi canlandıran yan karakterlerden.
Offred’i canlandıran Elisabeth Moss, “The One I Love” filmiyle beni kendine âşık etmişti. (Çoğunluk, kendisini Mad Men dizisinin “Peggy Olson” karakterinden biliyor olabilir.) Dizinin yayınlanmış tüm bölümlerini izledikten sonra, Offred (nam-ı diğer Damızlık Kız) rolünün altından başka birinin bu kadar başarılı şekilde kalkamayacağına emin oldum.
Moss, gerek standart güzellik kriterlerine sahip olmaması (ki bence kendisi çok güzel ve çekici) gerekse büründüğü role kendisinden fazla şey katmasıyla başrol olmanın hakkını fazla fazla veriyor. Zira kendisinin diğer aktrislerden tamamen farklı bir havası var; kırmızı halıda kocaman ve parlak bir mücevher gibi süzülen birçok kadından çok daha gerçekçi. Zaten Offred rolüne de ancak böyle biri giderdi.
***Yazının burdan sonrası spoiler içerir.***
Gelelim esas noktaya, yani “damızlık kız”ın ne olduğuna… Gilead distopyasında, çevresel faktörler doğum oranlarının düşmesine sebep olmuştur. Devrimin en büyük nedeni bu duruma bir çare bulmak ve “temizlik” yapmaktır. (Dizinin hemen her bölümünde Gilead’ın nasıl da tertemiz (!) olduğunu duyabilirsiniz.)
“Yakup’un Oğulları”, insan ırkının risk altında olması sebebiyle tüm doğurgan kadınların bir araya getirilerek gebe bırakılması gerektiğine karar verirler. Tabii ki, alelade kişiler tarafından değil; yüksek makamlar tarafından!
Meşhur yüksek makamların elbette birer eşleri vardır ve onların desteğini almadan bu harikulade planın hayata geçirilmesi zor olacaktır. İlişki esnasında eşlerin de bulunması durumu daha makul hale getirebilir. Ancak bu olaydan “ilişki” kelimesiyle bahsetmek o kadar da hoş durmayacaktır; hem de “seromoni” gibi daha uygun ve dindar bir kelime varken. Eşlerin bu seromoni masalına kolayca kanabileceğine ise şüphe yoktur.
Peki, The Handmaid’s Tale feminist bir hikâye mi?
Offred, kendisini ve diğer damızlık kızları “iki ayaklı rahimler (two-legged wombs)” olarak tanımlar; çünkü onların tek amacı budur. Dünyaya çocuk getirmek. Herhangi bir seçim yapma şansları yoktur. Ayda bir vücutlarının en verimli olduğu zamanlarda kendilerini yüksek makamlara sunmak zorundadırlar.
Tabii ki doğum oranlarının düşmesinden kadınlar sorumlu tutuluyor; erkeklerin kısır olmasına imkân yok. Bu konunun bahsi bile açılamaz. Yasak.
Bu düzenin baş yaratıcılarından olan Offred’in komutanı, kendisine aslında ne kadar “ayrıcalıklı” olduğundan ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek istediklerinden bahseder. Offred, kayıtsızlığının arkasına saklamış olduğu iğrenmiş yüz ifadesiyle sorar; “Daha iyi mi?” Komutan ise şu cevabı verir; “İyi asla ‘herkes için iyi’ demek değildir.”
İşte bu noktada, bir şeyler tıkanmaya başlar. İyi mi? Nasıl bir iyilik? Kadınların damızlık olduğu, tüm haklarının ellerinden sökülürcesine alındığı, değil bir meslek sahibi olup kendi ayaklarının üzerinde durmak, bir fikre sahip olmalarının bile imkânsız olduğu bir düzende dünyaya çocuk getirip insan ırkının devamını sağlamanın hangi tarafı iyi olabilir ki?!
Herkesin bildiği üzere, üst makamlar her şeyin en iyisini bilirler. Birtakım hataları da olabilir elbet; Gilead’ın geleceğine ilişkin önemli bir konu konuşulacakken Offred’in komutanının eşi de söylemek istediklerini bir kağıda yazmış; toplantı kapısının önünde beklemektedir. Ama içerideki üst düzey “erkekler” onun fikir beyan etmesini kabul etmezler. Bunun öğrenen Mrs. Waterford üzülür. Bu üzüntüye neden olan ise hükümettir. En baştan kadınlara bu noktaya gelecek kadar eğitim verilmesine izin verilmemesi ve esas işleri olan “çocuk doğurma/büyütme” işlerinin unutturulmaması gerekiyordu. Kadınlara, yönetime dair ciddi kararlar alınacak bir toplantıda söz söyleyebileceklerini düşündüren yönetim sistemi, başlı başına bir hata!
Evet, The Handmaid’s Tale, baştan aşağıya feminist bir hikâye ve roman olarak yayınlandığı günden bu güne kadar da feminist olarak tanımlandı. Yazar Atwood ise son yıllarda yayınlanmış bir makalesinde feminizm ile ilgili şöyle diyor;
“Feminist dediğinizde şunu mu demek istiyorsunuz: Kadınlar diğer insanlarla aynı haklara sahip olmalı mı? Evet. Ama bu terimle başka ne demek istiyoruz? Kadınlar erkeklerden daha mükemmeldir mi? Hayır. Kadınlar insandır.”
Margaret Atwood, romanının dizi olarak uyarlanması konusunda da oldukça hevesli. Kendisi aynı zamanda dizinin yapımcısı ve bölümlerden birinde de ufak bir rolü var. (Hangi bölüm, hangi sahne olduğunu bulmak size kalmış.) Atwood’un, rol aldığı sahne hakkında “Bu sahneyi korkunç derecede rahatsız edici buldum.” yorumunda bulunduğunu da belirtelim.
Yazarın yapımcı olması, bu denli başarılı bir dizi uyarlamasının sırrını da açıklıyor elbette.
Dizi oyuncularına ise katıldıkları bir panelde bu diziyi feminist bir çalışma olarak görüp görmedikleri sorulmuş.
Damızlık kızlardan biri olan Janine isimli karakteri canladıran Madeline Brewer şöyle demiş;
“Benim dâhil olma nedenim bu değil. Bu işte yer alan tüm insanlar hakkında bir şeyler duydum ve düşündüm ki ‘Aman Tanrım, orada olmam gerek.’ Herhangi bir hikâye, güçlü bir kadın tarafından anlatılıyorsa, hikaye otomatik olarak feminist sayılır. Ama bu sadece kadın hakkında bir hikaye. Bunun herhangi bir feminist propaganda olduğunu düşünmüyorum. Bence bu hikaye kadınlarla ve insanlarla ilgili bir hikaye. Bu hikaye tüm insanları etkiliyor.”
Moss;
“Bana göre The Handmaid’s Tale feminist bir hikâye değil. Bu bir insan hikâyesi; çünkü kadın hakları insan haklarıdır. Peggy’yi asla bir feminist olarak oynamayı düşünmedim. Offred’i asla bir feminist olarak oynamayı düşünmedim. Onlar kadın ve onlar insan. Offred bir eş, bir anne ve bir yakın arkadaş. (…) Hayatta kalmak ve kızını bulmak için ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor. Sevgiyle ilgili bir hikâye, dürüst olmak gerekirse, bundan çok daha fazlası. Biliyorsunuz, hiçbir şeye politik gündem üzerinden yaklaşmam; insancıl bir noktadan yaklaşırım.”
Moss’un bu ifadeleri her ne kadar oyuncuların düşüncelerini dinlemek ve anlamak için bir panel oldukça kısıtlı bir zamana sahip olsa da şaşırtıcı olarak karşılanmış. Bu derece çarpıcı ve kelimenin tam anlamıyla “feminist” olan bir hikâye için oyuncunun kendisiyle ilişkilendirilme yapılmasına isteksiz görünmesi, evet bence de biraz değişik.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, Moss dizinin yalnızca baş karakterini canlandırmıyor. Aynı zamanda Atwood ile birlikte dizinin yapımcılarından. Bu durum, Moss’un sözlerinin değerini biraz daha artırıyor. Gel gör ki, bunun farkında olan Moss, roman/dizi hakkında en çok sorulan sorulardan birini “insan hikâyesi” olarak cevaplayarak esas noktaya girmekten kaçınıyor. Feminizm bir kez daha tamamen içinde olduğu bir işte, dillendirilmeyip “insanlık/insancıllık” potası içinde eritiliyor.
“Feminizm” kelimesi son yıllarda adeta bir tabu haline geldi. (Sadece son yıllarda mı?!) Birçok kişi bu kelimeyi kullanmaktan çekiniyor; bunun nedeni anlamını bilmemeleri olabileceği gibi, kelimeyi yanlış zamanda yanlış yerde kullanarak yaptıkları işe bir zarar verebilecekleri korkusu da olabiliyor. Dolayısıyla, The Handmaid’s Tale projesinde yer alanların bu konu hakkında yuvarlak ifadelerde bulunmalarını bilmem nasıl karşılamak gerekir.
Kapanışı dizide altı çizilen bir cümle ile yapmak istiyorum.
Nolite te bastardes carborundorum! (Piçlerin seni ezmesine izin verme!)
Başlık görselinde kullanılan illüstrasyon: Rebecca Dunlap