Ya erkekler…
Okuma grubumuzun eline bu ay bir öykü kitabı geçti. Erhan Sertbaş’ın kaleme aldığı kitap, Sola Yayınları’ndan çıkmış: Kadınlar Sever Hikâyesi Olan Şeyleri. (İnsan ister istemez ya erkekler? diyor… Onlar hayatın hikâyesiz yüzlerini mi tercih eder?). Çoğu durum öyküsü tekniğinde yazılmış 19 kısa hikâye. Yani serim, düğüm, çözüm gibi kesitler varla yok arasında.
İlk sıradaki Büyücüler Meydanı ile 30-40 yıl önceki bir İstanbul semtine gidiyorsunuz. Hatta sokakların parke taşlı olduğu hissine bile kapılabilirsiniz. Meydanlar bulundukları şehrin kalbi gibidir. Nabız kalp için neyse, adımlar da meydan için odur. Çünkü yürüyen, koşuşan, zıplayan sayısız ayak o meydanların var olma nedenidir. Bir yanıyla da özgürlüktür meydanlar.
Sahaf dükkânı işleten karakterin ağzından, komşusu olan diğer esnafları ve o küçük meydana hayat veren günlük yaşam tarzını görüyoruz. Çemberin etrafındaki en güçlü karakter saat tamircisi.
“Müşterileri onun saatler yerine zamanı onardığını söyler.” (s. 8)
“Saatçi Nihat Abi, çoğu insan anlamasa bile zaman zaman saatleri durdurur, gece uzar gider.” (s. 10)
Çingene Salatası‘nda meydandan kalkıp bir ara sokağa sapıyorsunuz. Kapılardan biri açılıyor, içeride munis bir anne. Canı gibi sevdiği oğluna hayat tüyosu veriyor. Özellikle Çingene Salatası’nı öğrenmesini tavsiye ediyor. “Kadınlar sever hikâyesi olan şeyleri.” diyor.
Öykü bitince aklıma hamburger geldi. Yaprak sarması ile hamburgerin aynı başlık altında sıralanması ve hamburger sektörünün insanoğlunu yakın bir gelecekte yutacak olması ancak kapitalist sistemde mümkün olabilir.
Kardan Adam‘da biraz ateşin büyüsü anlatılmış. Bir olguyu en yalın ve kestirme haliyle anlatmak ancak zıddını kullanmakla mümkündür.
“Yükselen her kahkahada ben biraz ölüyorum. Ruhumdan bir parça şöminede yanan odunların alevine karışıp bacadan atıyor kendini.” (s. 19)
“Ruhumun geri kalanını da teslim ettim, uçup gitti şöminenin bacasından.” (s. 20)
Ve çok tanıdık bir olay örgüsünün bitmiş hali üzerinden Behice’nin hikâyesi başlıyor: Ölen ablasının yerine 14 yaşında eniştesiyle evlendirmiş olan kadının yok edilen gençliğini ve hayatını kızlarında yeşertme umudu. Öykünün kodu hayat sözcüğüne yüklenmiş gibi.
“Hayat, gerçekten de bu sıcak iklimin kavurduğu evlerin soluk alınabilecek yaşayan bir organı gibiydi.” (s. 23)
“Hayatın bir köşesindeki mutfağa girdi.” (s. 23)
“Hayata yeniden çıktığında yaramaz bir serçe sürüsü çığlıklar atarak karşıladı onu.” (s. 23)
“Bir gün hayata çıkmak istediğini söyledi anneme.” (s. 27)
“Sol tarafına inen felçle hayatta yığıldı kaldı,” (s. 28)
Ayna öyküsünü okurken yine ilk sıradaki öykü geliyor aklınıza. Yazar hep o meydanın etrafında gibi.
Ve işte o gizemli saatçinin kendini anlatan cümlesi: “İskelede günün yorgunu bir kalabalık, ben saatleri biriktiriyorum teneke kutularda.” (s. 33)
Bir zamanlar veresiye defteri olan bakkallar vardı. Hesap makineleri yoktu. Parmak hesabı yaparlardı. Çoktan tarihe karıştılar. Sertbaş’ın öykülerindeki o mahallelerde o bakkallar gibi tarihe karışmak üzere. Muhtemelen bizden sonraki nesiller göremeyecek. Bu nedenle de yazar, bir dönemi gelecek kuşaklara anlatarak tarihe küçücük bir not düşmüş oluyor. Sertbaş’ın meydanda dolaşan delisi de aslında akıllı olup, deli numarası yapan derviş türünden sanki.
“Suçum aynaya bakmak. Nasıl göründüğümden çok ne gördüğümle ilgili. Allah’tan ben bu dünyadan değilim.” (s. 37)
Küf öyküsünde kendimize bakış açımıza göndermeler var. Göremediğimiz yanılgılarımız…
“Aynadaki çıplak bedenimin korkunçluğuna aldırmadan ruhumun son zerrecikleri bileğimdeki anahtarı çevirip ayrıldılar benden.” (s. 41)
“Düşünsene; aynada kendimize bakarken çoğu zaman göremeyiz içimizden akanları ya da kendimize bakarken köreliriz; eğriliverir bütün duygularımız ayna körü oluruz.” (s. 44)
Beyaz zehrin kullanıcıları, satıcıları ve çarpan etkileri sistemdeki çarpıklıklarla birlikte Çocuk ve Saldalyalar’da kaleme alınmış.
“Meydandaki caminin köşesinde boyozcu Sinan var, al bu parayı, benden selam söyle; otuz beşin Fatih dersin, iki boyoz, üç fişek dersen anlar, al da gel hadi koçum.” (s. 49)
Aşkın bir çeşit karantina halinden, ana baba çocuk ilişkilerini kediler üzerinden analiz eden Kedici’ye kadar hepsi özgün olan hikâyelerden sıkılmak mümkün değil.
“Bu yaşında tüm detayları hafızasında tutacak kadar eksik olan neydi acaba hayatında?”
“Babam kedileri sevmezdi, severdi de yanına yaklaştırmazdı. Hoş bizi de pek yaklaştırmazdı yanına.” (s. 70)
Seni öldürdüğümü meleklere söyleme, olur mu?
Aklıma yıllar önceki edebiyat öğretmenim Nurdan Hanım geldi. “İsimlere takılmayın, sizi kolayca yanıltabilir.” derdi. Evet ama hâlâ isimler beni etkiliyor. Bekle Dedim Gölgeye başlığını görüp de o kitabı karıştırmayacak kaç okuyucu olabilir.
Öyküye dönecek olursak kaybettiği sevgilisi ile planladıkları tren yolculuğunu yalnız gerçekleştiren adamın meleklere uzanma duygusu diyebilir miyiz? Bilmiyorum. Sonuç olarak, Erhan Sertbaş karakter ve kurgu yaratmakta zorlanmıyor. Bu da onun başarılı bir öykücü olduğunu kanıtlıyor. Karşı cinsi şaşırtacak kadar iyi analiz ediyor.
Yazma potansiyeli olan okuyucuya özgün eserlerle kendini hatırlatacak bir edebiyatçı olduğunu düşünüyorum. Elbette en başarılı öykücüler bile kusursuz değildir. Örneğin bazı uzun cümlelerin bölünmüş olmasını arzu ederdim. Kısa öykü uzun öyküden daha güçlüdür.
Aklımda kalan cümleleri her zamanki gibi defterime not ettim;
“Ben bir köleyim, özgürlüklerimin kölesi.” (s. 115)
“Ben bir mavi olsam / Deniz bulaşsa her yanıma, balık koksam…”
“Eğer korkmazsan hiçbir şeye cesaret edemezsin.” (s. 120)
“İstemeden de olsa yerleştirdiğim yerden önüme düşen kaygıları, annemin çocukken sarmama izin verdiği yün topu gibi yeniden sarıp, yerine koydum.”
“Bana anlattığı her şey onun dünyasında sıradan olaylardı belki ama ben duyduklarımı unutma şansına sahip değildim. Kendi dünyama asla masum olarak dönemeyecektim; onun suç ortağı olmuştum.” (s. 130)