Ana Sayfa Blog Sayfa 140

5. Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali başladı!

Ekoloji temalı belgesel filmlerin üretimi, gösterimi ve ödüllendirilmesine bağımsız bir alan açmak amacıyla beş yıl önce Bozcaada’da doğan BIFED, dünyada yaşanan sorunlara belgeseller üzerinden bakıp çözüm aramayı önemseyerek yoluna devam ediyor. Bu yıl 56 ülkeden 250 belgesel film başvurusu yapılan BIFED’te jürinin seçimiyle Kanada, İspanya, Almanya, İsviçre, Avusturya, Fransa, Portekiz ve Türkiye’den belgesel filmler perdeye yansıyacak. Bu yıl finale kalan filmlerin konuları arasında çöp, tohum, mülteciler ve alternatif yaşam arayışları gibi başlıklar öne çıkıyor.

10 – 14 Ekim tarihleri arasında BIFED’e ev sahipliği yapan Bozcaada; yönetmenlerin, film severlerin ve çevrecilerin buluşma noktası oluyor! Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’ne geçen yıl rekor bir katılım gerçekleşti. Bu yıl 5. kez düzenlenecek olan festivale aralarında Meksika, Gürcistan, Kanada, İtalya, Amerika, Avusturya, Fransa, İspanya, İsviçre ve Portekiz’in de olduğu 56 ülkeden 260 film katıldı. 18 film ise finale kaldı.

BIFED 2018‘in açılışı, 10 Ekim Çarşamba saat 20.00’de Halk Eğitim Merkezi’nde yapılacak. Uluslararası Belgesel Yarışması için 11, Gaia Öğrenci Ödülleri için 7 filmin finale kaldığı festivalinv panaroma bölümünde 33 film gösterilecek. Filmler kadar yönetmenleriyle yapılan söyleşilerin, çevre ve ekoloji konularını birleştiren atölyelerin de ilgi gördüğü BIFED’in programında çocuklar için de birbirinden eğlenceli ve öğretici etkinlikler yer alıyor.

Türkiye yapımı 3 film finalde
Kendi ülkelerinin sorunlarıyla ilgilenen belgesellere ağırlık verilerek seçilen yarışma filmleri arasında Türkiye’den de üç film yer alıyor. BIFED 2018 Uluslararası Yarışma Finalistlerinden yönetmenliğini Engin Yıldız’ın üstlendiği Eski Evler ve Karayemişler, Doğu Karadeniz güzergâhını ve mevsimleri izleyerek karayemiş ve eski evlerin birlikteliğini, Karadeniz’in rengârenk peyzajları, insanları, dilleri ve gelenekleriyle birlikte gözler önüne seriyor.
Hakan Yıldırım ve Onur Coşkuner’in birlikte yönettiği Savrun, Çukurova’daki zorlu hava şartlarına rağmen çok düşük yevmiyelerle ekmek parası için turp toplama ve yıkama işinde çalışarak hayata tutunma mücadelesi veren insanları anlatıyor. Gaia Öğrenci Ödülleri Finalistleri arasında gösterilecek bir diğer film ise, Tolga Barman’ın yönettiği Kül Kent. Belgesel, Aliağa’daki termik santralin hemen yanında yer alan bir köy ve bir antik kent üzerinden bölgede yaşanmakta olan çevre ve sağlık sıkıntılarını özetliyor.

ULUSLARARASI YARIŞMA JÜRİSİ’nde; Andrea Culkova, Erdal Buldun, Heıdı Gronauer, Suzana Amado ve Ümit Ünal yer alırken, GAİA ÖĞRENCİ ÖDÜLÜ JÜRİSİ’nde; Akgün İlhan, Zafer Topaloğlu ve Raffaella Spadola yer alacak!

Dünyanın dört bir yanından doğanın ve insanlığın ortak soru ve sorunlarını kendi dillerinde, kendi üsluplarıyla anlatan veya çözüm arayan her biri birbirinden etkileyici filmler arasından 11 film Uluslararası Yarışma ve 7 film Gaia Öğrenci ödülü için seçildi.

ULUSLARARASI YARIŞMA FİNALİSTLERİ
• Altı Dolarlık Bir Fincan Kahve, Andres Ibañez & Alejandro Diaz, Meksika, 70′, 2018
• Anote’nin Gemisi, Matthieu Rytz, Kanada, 77′, 2018
• Astral, Jordi Évole & Ramon Lara, İspanya 101′, 2016
• BE’ JAM BE Hiç Bitmeyen Şarkı, Caroline Parietti & Cyprien Ponson, Fransa, İsviçre, 85′, 2017
• Dalıp Gidin Şu Parlak Işıklara Güzellerim, Jordan Brown, Avustralya 128′, 2017
• Dönmek, David Fedele & Kumut Imesh, Avustralya, Fildişi Sahilleri, Fas, Mülteci 83′, 2018
• Eski Evler ve Karayemişler, Engin Yıldız, Türkiye 78′, 2018
• Öfke Tarlaları, Anne Gintzburger, Fransa 72′, 2018
• Süt Sistemi, Andreas Pichler, Almanya, İtalya 91′, 2017
• Ütopya Zamanı, Kurt Langbein, Avusturya, 91′, 2018,
• Yeşil Yalan, Werner Boote, Avusturya, Almanya, Brezilya, Endonezya, ABD, 97′, 2017

GAİA ÖĞRENCİ ÖDÜLÜ FİNALİSTLERİ
• Denizi Olmayan Balıkçılar, Lucas Bonetti, ABD, 20′, 2016
• İnekler ve Kraliçeler, Laura Marques, Portekiz, 38′, 2018,
• Kirli Su, Ko Kyaw So, Myanmar, Almanya, 13′, 2017
• Kül Kent, Tolga Barman, Türkiye, 29′, 2018
• Modifiye Edilmiş, Aube Giroux, Kanada, 87′, 2017
• Otlak, Greta Loesch, Fransa, 32′, 2018
• Savrun, Hakan Yıldırım & Onur Coşkuner, Türkiye, 16′, 2017

PANORAMA
• Ali’siz, Mehmetcan İncedal, Cengizhan Onat, Türkiye, 14’, 2017
• Arabama Aşığım, Michele Mellara & Alessandro Rossi, İtalya, 72’, 2017
• Arka Penceremden, Salvo Manzone, İtalya, Fransa, 52’, 2017
• Babama, Gabrielle Laderas & Alessio Tamborini, İtalya, 25’, 2017
• Bir Varmış Bir Yok, Eylem Şen, Türkiye, 30’, 2018
• Bire Karşı Çok, Daphné Bengoa, İsviçre, Fransa, 29’, 2017
• Çoban’ın Şiiri, Özkan Emre, Türkiye, 15’, 2018
• Çocuklar, Arash & Arman T. Riahi, Avusturya, 90’, 2016
• Değişim Tohumları, Alexandros Oikonomidis, Yunanistan, 75’, 2017
• Dönüş, Nesli Özalp Tuncer, Türkiye, 21’, 2018
• Duman ve Gaz – İklim Değişikliğini Örtbas Etme, Johan von Mirbach, Almanya, 52’, 2017
• Fındıktan Sonra, Ercan Kesal, Türkiye, 40’, 2018
• Her şey dağılırken her şey bir araya geliyor: ZAD, Oliver Ressler, Avusturya, 14’, 2018
• Jara, Nika Tsiklauri, Gürcistan, 52’, 2017
• Karabiga, Son Kıyı, Mustafa Ünlü, Türkiye, 16’, 2018
• Kurbağa Avcıları, Batuhan Kurt, Türkiye, 32’, 2018
• Mülk, İbrahim Halil Akgül, Türkiye, 14’, 2016
• Organiğin Evrimi, Mark Kitchell, ABD, 86’, 2017
• Panguna Sendromu, Alexandre Berman & Olivier Pollet, Fransa, Birleşik Krallık, 53’, 2017
• Saksak: Bir Tütün Hikayesi, Turan Kubulay, Türkiye, 20’, 2018
• Seçmedim, Mehmetcan İncedal, Türkiye, 15’, 2017
• Sıfır Atık Madrid, Alvaro Llagunes, İspanya, 8’, 2017
• Su, Mine Cemre Özer, Kıbrıs, Türkiye, 12’, 2017
• Suç Ortağı, Heather White & Lynn Zhang, ABD, 90’, 2017
• Tatlı Gece, Luz Rapoport & Sofia Bordenave, Arjantin, 68’, 2017
• Tohumdan Tohuma, Katharina Stieffenhofer, Kanada, 87’, 2017
• Yaşam Tohumları, Maria Camila Daza, Kolombiya, 17’, 2017
• Yaşamın Kıyısında, Yaser Kassab, Suriye, 45’, 2017
• Yeşil Okul Hikayeleri, Carine Lefebrve-Quennell, Fransa, 52’, 2017
• Zeytini Öldürmesinler, Nejla Osseiran, Türkiye, 6’, 2017

Festival kapsamında düzenlenecek etkinlikler ise şu şekilde;

Zeytin Efsanesi ve Zeytinyağı Tadım Atölyesi/Sefa Orcan
Güvenli Gıda ve Güvenli Gıdaya Ulaşım/Nejat Pars
Elyaf El-Sanatı Keçe Atölyesi/Selçuk Gürışık
İstanbul Bilgi Üniversitesi – İç Mimarlık Stüdyosu Materıalıty_Interıorıty Bozcaada: Sürdürülebilir Morfolojiler

LGBTİ+ Film Platformu kuruluyor!

Pembe Hayat KuirFest, 2011 yılından bu yana LGBTİ+ hakları mücadelesine sanat aracılığıyla ifade alanları yaratan, sinemadan edebiyata, müzikten videoya pek çok farklı türü buluşturan ve bu çerçevede panel, söyleşi, atölye çalışmaları ve sergiler düzenleyen bir festivaldir. Çalışmalarına bu yıl yenilerini de ekleyen festival, sekizinci senesini LGBTİ+ Film Platformu ile açacak!

LGBTİFilmleriYasaklanamaz hashtag kampanyası sırasında çevrimiçi erişime açılan T (2016) isimli kısa filmin büyük ilgi toplamasının ardından internet üzerinde çevrimiçi erişime açık LGBTİ+ temalı filmleri bir araya getirmek üzere çalışmalarına başlayan Pembe Hayat KuirFest, LGBTİ+ Film Platformu’nu sekizinci senesini kutlayacağı Ocak 2019’dan itibaren takipçileriyle buluşturacak!

LGBTİ+ Film Platformu ne ola?

LGBTİ+ Film Platformu, çevrimiçi erişime açık LGBTİ+ temalı filmleri bir araya getiren bir kütüphanedir. Zamanla film sayısının artacağı platform için ilk hedef Türkçe altyazılı 50 LGBTİ+ filminin bir araya getirilmesi. Uzun metrajından kısasına, kurmacasından belgeseline pek çok filmin bir araya geleceği platformda, izleyiciler istediği filme tek bir site üzerinden erişebilecek, ya da platformdaki diğer LGBTİ+ filmlerine göz atabilecek. LGBTİ+ Film Platformu Türkçe altyazılı ve ücretsiz olarak izleyicilere sunulacak. İlerleyen zamanlarda altyazı sistemiyle daha çok dile ulaşmayı hedefleyen LGBTİ+ Film Platformu’nda yer alacak filmler kamusal alanlarda, panel, tartışma ve söyleşi gibi etkinliklerde de sinemaseverlerle buluşabilecek.

Hazırlanan platform sitesi üzerinden Pembe Hayat KuirFest’in arşivine, geçmiş festival programlarına ve gelecek senenin hazırlıkları ile duyurularına ulaşmak mümkün olacak.

Senin de filmin ya da fikrin mi var?

Hazırlıklarına başlanan LGBTİ+ Film Platformu için KuirFest çok yakında yeni bir duyuruyla takipçilerine ulaşacak. Filmini dahil etmek isteyen yönetmenler FilmFreeway üzerinden açılacak başvuru ile filmini platforma ulaştırabilecek.

Platforma dair detaylar çok yakında Pembe Hayat KuirFest üzerinden yayınlanacak, takipte kalın!

Cüneyt Gültakın ile ruhsal gelişim üzerine sohbet ettik

Bu hafta sevgili Cüneyt Gültakın ile bir araya geldik. Cüneyt abi ile tanışıklığımız üç seneden fazla, konu ruhsal gelişim olunca sohbete giriştik ve ortaya şahane röportaj çıktı. Bazılarınız konferanslarını izlemişsinizdir bazılarınız da kitaplarını okumuşsunuzdur. Tüm bunlarında yanında da şahane bir öğretmendir kendisi. Buyrunuz sohbetimize.

S: Cüneyt Bey Merhaba, sizi biraz tanıyabilir miyiz? Neler yaparsınız?

69 yılında İzmir Karşıyaka’da doğdum, edebiyat öğretmenliği yapıyorum, düzeltmenlik, yayıncılıkla ilgilendim. 99’dan beri İstanbul’da yaşıyorum. Çocuklara yönelik bilim kurgu kitapları yayımladım. Birçok dergide deneme, makale ve şiirlerim yayımlandı. Ruhsal gelişim konusunda araştırmalar yapıyor, dersler ve konferanslar veriyorum.  

S: Meslek hayatınızda öğretmen olduğunuzu biliyorum. Ezoterizm’deki öğretmenliğiniz nasıl başladı, bu karşılaşmayı birazcık açabilir misiniz?

Öğretmenliklerim arasına sıkıştırdığım iş hayatı deneyimim iflasla sonuçlanınca yaşamıma kişisel gelişim kitapları ve reiki girdi. Koçluk eğitimi, ruhsal akademi öğrenciliği bunlara eklendi. 2011’de Bilyay Akademi’de öğrencilik ve öğretmenlik yaptım, şimdi Yüksek Şuur Bilimleri derneğindeyim. Akademide öğrencilere sırayla konferans görevi veriliyordu, ben de ilgi alanım olan Luviler üzerine bir konferans verdim. Böylece ezoterik tarih gündemime yerleşti. Ruhsal dönüşüm bilgilerini alabilmek için bir zorunluluk olan ezoterizm, hem dinin hem de bilimin kaynağı ve geliştiricisidir. Ezoterizm dinden özüne dönmesini, bilimden de alanını genişletmesini ister. 

S: Şimdilerde oldukça moda olan kişisel gelişim, reiki, yoga gibi enerji çalışmalarını nasıl yorumlamak gerekli, varlıkları ihtiyaçlarını karşılamada yeterli midir sizce?

Yeni bilgiler hazırlayıcı bilgilerin üzerine gelir. Reiki, iyi bir başlangıçtır. Sonra regresyon, aile dizimleri sizi belli bir yere taşır. Kişisel gelişim, mutsuz memurları daha iyi çalıştırmak için de kullanılır, dönüşüme adım atmak için de. Bütün akımların hedefi bireyi ruhsal gelişime doğru ilerletmektir. İnsanın yeryüzü görevi vardır ve bu ruhsal gelişim çalışmalarıyla kendini dönüştürme iradesi göstermektir.  Yeni bir çağ başladı, kadim bilgeliğin sır diye saklanan bilgileri her yere yayıldı. Ruhsal gelişme hazır olanlar, kişisel gelişim hazırlığını geçtikten sonra gerçek bir dönüşümün ardına düşerler. Ruhsal dönüşümün yaşamın, zamanın, evrenin bütüncül yorumlanmasıyla ilgilidir. Bir okula adım atmaktır. Orada birlikte çalışma, hak edişler, sorumluluklar, yükümlülükler vardır. Küçük plan ve hedeflerin arkasında büyükleri vardır, toplumsal kaygıların ötesinde evrensel kaygılar olduğu gibi. İnsan ailesinde gözünü açar, mahallesine, okuluna, ilçesine, iline, bölgesine, ülkesine ve dünyaya karışır, bir de evrene karışması vardır ki bu da ruhsallıkla olur, böyleleri kendilerine başka adlar da verseler, ruhsallık bilinciyle davranırlar.

S: Ezoterik tarih üzerine dersleriniz ve konferanslarınız var. Tarihi genelde insanın dışsal gelişimi olarak öğrendik, siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Dışsal olanın hedefi içsel oldukça her şeyi yapabilirsiniz. İçsel hedef vicdanınızla ilgilidir. Belki de bu söylediğim gerçek dindarlığın tanımıdır. Ezoterik tarihi bilmek kimi meraklıları besler, ama inisiye adayına çok şey kazandırır. Neler yaşandı, diye entelektüel merak etmenin ötesinde tarihi daha iç anlamlarıyla öğrenmek gerekir. Resmi tarih işin şeriat kapısıysa, ezoterik tarih tarikat aşamasıdır. Yani seçeneklerin olduğunu, bilinenin ötesi olduğunu kavrarsın. Bir de marifet aşamasından tarih vardır ki o seninle ilgili bir gelişime karşılık gelir. Tarihi yaşayan geçmiş inisiyelerin yolculuklarıyla kendi yaşadıkların arasında bağ kurmaya başlarsın. Belki şu andan sonra yolda başına gelecekleri anlarsın. Bu sana hedefine sarılma gücü verir, yeni hedefler belirlemene yardım eder. Hakikat aşamasında tarih diye tüm bildiklerini unutabilirsin, tarihin yaratıcısı olursun. Birçok insan ikinci aşamada kalır, bu soru da bu aşamadan gelen seçenek arayışlı bir soruydu, ben tarihle ilgili dört seçeneği anlattım.

S: Bütün bunların yanında da sıkı bir romantik olduğunuz doğru mudur? Şiir kitabınız ve bilimkurgu üzerine kitaplarınız var. Şiirlerinizi seslendirdiğiniz bir çalışmanız vardı, neler söylemek istersiniz bu konuda?

İnsan duygusal bir varlık, ama gerçeklik ile durduğunuz yeri dengelemeniz gerekir. Hayalci, kırılgan, alıngan benliklerin tutsağı olmadan yaşarken en hayalci, en yaratıcı, en duygulu işleri yapabilirsiniz. Bu deneyim istiyor, bazı bedeller ödemeden olmuyor elbette. İyi yapıyorsan romantik de şair de bilimkurgucu da olabilirsin. Ben hala iyi olmaya çalışıyorum, çok şey öğrendim. Kendi iyi dediğinize başkaları da iyi demeye başlıyorsa doğru yoldasınız demektir. Şiir yazmayı ve okumayı seviyorum, insanların etkilendiklerini görünce yaşamı daha çok seviyorum. Hedefiniz net olunca daha hızlı ilerliyorsunuz. Benim hedefim insanın içsel güçleri ve yücelmesi olunca ve bunu sevgiyle, umutla yapınca herkesin güzel dediği ürünler ortaya çıkabiliyor.

S: Gazi mahallesinde yaşıyorsunuz bildiğim kadarıyla… Genelde Moda ve Cihangir’de yaşıyor spritüel ve romantik tayfa. Siz oktavı birazcık daha yükseltmiş gibisiniz?

Nerede olduğun varoluşunla ilgili önemli bir işarettir. Özgünlüğünün bir kaynağı da seçtiğin mekanlardır. Sınırlayıcı yanlarını aşabildikçe mekanın önemi değişir. İstanbul’da Türkiye ile ilgili geniş bir gözlem ve sentez yapabilmek için Gazi Mahallesi ilginç ve uygun bir yerdir. Anadolu insanının ruhsal çalışma konuları olan öfke, inat, atalet, merhamet, ihanet, cehalet gibi temalar  alana çıkıyor. Düşünce kalıpları, önyargılar sergisinde dolaşırken geçmişi, şimdiyi ve geleceği gözleme olanağı buluyorsun. Zaman burada çizgisel akmıyor, doğru açıdan bakarsan burada zaman küreselleşiyor. İnsanın yaşadığı yer ve olaylar bir kitap gibi okunabilir. Ben bu okumayı bahçeli ve iki katlı bir evden yapıyorum. Görev yaptığım okul evime bir elma yeme mesafesinde. Bazen inşaatların taş kırma sesleri sırasında arya dinliyorum, içsel odaklanmam dışsal etkileri dizginleyebildiği kadar. Kenar semtler gürültülü, hareketli, kirli oluyor; ama insanı gözlemde tutuyor, her an çalıştırıyor. Uçları yaşama fırsatı bulmak yaratıcılığımı besliyor. Ruhsal yasalar etkin biçimde işlerken tanık oluyorsunuz. Dışarısının bir sonuç olduğunu anlayınca zaman kazanmak için içlere dönüyorsunuz. Böylece insanların ruhsal yapbozunun nasıl tamamlanmadığını, tamamlanması için hangi durumlarla karşılaştıkları önünüze seriliyor ve okuyorsunuz. Sonra anlıyorsunuz ki sorun içsel mekanlarda, insanlar bunu anlamalı. 13. Yüzyıldan fısıldayan Hacı Bektaş’ın “Her ne ararsan kendinde ara!” sesi kavganın, kargaşanın gürültüsünde duyulmuyor. İçsel mekanlarımızda psikiyatristlerin ilaçla baskılamaya çalıştıkları, oysa özel ve ruhsal  terapilerle dokunulacak küçüklü büyüklü travmalar var.  Gerçekte her acı dönüşümün başlaması için bir fırsat.

S: Son olarak sizi takip etmek isteyenler, terapi almak, şiirinizi dinlemek ya da konferanslarınıza takılmak isteyenler için neredesiniz, nasıl bulurlar sizi, takip ederler?

Yüksek Şuur Bilimleri Derneği Konferansları

İnternet üzerinden ulaşılabilirim. Şiirlerimi amatörce kaydettiğin slaytlar YouTube’ta var. Kasım ve şubat aylarında Yüksek Şuur Bilimler derneğinde konferanslarım var. Dernekte her pazartesi halka açık, ücretsiz konferanslar oluyor, hepsi de bilgi ve deneyim dolu. Cumartesi günleri Yüksek Şuur Akademi dersleri oluyor, dileyen akademiye katılmak için başvurabilir, ayrıca dijital dergimiz de var. Terapist değilim, eşim regresyon terapisini ruhsal bilgileri ve yaşam deneyimleriyle birleştirerek özgün biçimde yapıyor, ben de ona destek veriyorum.  Son olarak da insanlar içlerinin dışlarına değil, dışlarının içlerine bağlı olduğunu bilsinler, diyorum.

7. Uluslararası Zeugma Film Festivali başlıyor!

Bu yıl 24-28 Ekim tarihleri arasında 7. kez düzenlenecek olan Uluslararası Zeugma Film Festivali’ne çok az bir süre kaldı. Gaziantep’te düzenlenen festivalin seçkisinde; Türkiye ve Dünya sinemalarından nitelikli ve ödüllü filmler, özel gösterimler, yıldız oyuncular ve usta yönetmenler bir araya geliyor!

“Birlikte yaşam mümkün!” temasıyla düzenlenecek olan 7. Uluslararası Zeugma Film Festivali’nin bu yılki film seçkisi; Türkiye, Avrupa ve Ortadoğu sinemasının ulusal ve uluslararası festivallerde ödül almış, son yılın en nitelikli filmlerinden oluşuyor.
Kırkayak Kültür, kültür ve sanatı; toplumu oluşturan tüm kesimlerin, bir arada yaşamasını ve toplumsal uyumu kolaylaştırıcı, toplumun farklı kesimlerinin birbirlerine temas ettiği ortak alanlar olduğunu düşüncesiyle, bu temas noktalarını genişleten alanlarda çalışmalar yapmanın öneminin bilinciyle göç ve kültür üzerine çalışmalar yapıyor.

7. Uluslararası Zeugma Film Festivali bu yıl da sinemaseverlere usta yönetmenlerin yeni filmlerinden genç ustalara, yaratıcılığın sınırlarını zorlayan filmlerden klasik başyapıtlara zengin bir program sunuyor. Ulusal, uluslararası uzun metrajlı filmlerle birlikte belgesel ve kısa filmlerin de yer aldığı seçkinin yanı sıra usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve festival sohbetleri ve özel
etkinlikleriyle festival 5 gün boyunca Gaziantep’e sinema heyecanını yaşatacak. Festivalin bu yılki gösterimleri ise, Gaziantep Forum Cinemaximum salonlarında yapılacak.

Festivalin açılış filmi; Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki son filmi “Kefernahum” oldu. Kefernahum, 12 yaşındaki Zain’in kısacık hayat hikâyesini anlatıyor. Film, 2018 Cannes Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü alırken, Lübnan’ın 2018 Oscar adayı olarak seçildi.

Festival, yerli yapımlara da seçkisinde yer açmayı ihmal etmiyor. Nuri Bilge Ceylan’nın 71.Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye için yarışan son filmi Ahlat Ağacı, Tolga Karaçelik’in Sundance Film Festivali’nde en iyi film seçilen son filmi Kelebekler, Mehmet Ali Konar’ın 29. Ankara Film Festivali’nden “En İyi Film” ödülüyle dönen ilk filmi Renksiz Rüya, Tayfun Pirselimoğlu’nun ödüllü son filmi Yol Kenarı, Ümit Ünal’ın başarılı filmi Sofra Sırları, Vuslat Saraçoğlu, 2018 İstanbul’dan Altın Lale En İyi Film ödülünü Borç ve Mahmut Fazıl Coşkun’un 75. Venedik Film Festivali’nden “Jüri Özel Ödülüyle dönen filmi Anons seçkide yer alıyor.

“Dünya Festivallerinin En İyileri” seçkisinde ise birbirinden farklı yapımlar bir araya geliyor. Hirokazu Kore-eda’nın Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönen yeni filmi Arakçılar, Alice Rohrwacher’ın Cannes’da ödül kazanan son filmi Mutlu Lazarro, Ziad Doueiri’nin son filmi Hakaret, Jafar Panahi’nin Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi “Üç Hayat”, Chang-dong Lee’nin Güney Kore’nin Oscar adayı olarak ilan edilen son filmi Şüphe, Pawel Pawlikowski Polonya’nın Oscar adayı olan filmi Soğuk Savaş ve Matteo Garrone’un son filmi Dogman festival filmleri arasında yer alıyor.

Dünya sinemasının en saygın yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Ingmar Bergman için de 100 yılına özel özel bir seçki hazırlandı. Bir çok festivalde karşımıza çıkan “Kino 2018” filmleri seçkisi, bu yıl da Zeugma Film Festivali bünyesinde yer alıyor.

Ayrıca Mithat Alam Film Merkezi, 2005 yılından bu yana “Hisar Kısa Film Seçkisi “adı altında yılın en iyi 10 kısa filmini belirliyor. Zeugma Film Festivali her yıl olduğu gibi bu yıl da seyirci ile harika 10 kısa filmi buluşturuyor.

Butch kadınlar butch kadın olma hakkında konuşuyor

Biz queer’ler buradayız, duruma uy ya da yolumuzdan çekil. İnsanların ne düşündüklerini önemsemeden kendiniz olup dilediğinizce yaşamak çok önemli ve bunun verdiği güven bir hayli seksi. Butch olmakla ilgili en seksi şey dışarıda olmak ama takım elbisenin sizde erkeklerden daha iyi durması da harika.

Hayatım, bir butch kadın ve flörtöz olarak harika.
Benim için bu dominant olmakla ilgili.
Seks oyuncakları bana göre değil.
Bir butch kadın olarak insanları ellerimle becermeyi seviyorum.
Lezbiyen barda çalışıyorum bu yüzden çok karşılaştığım bir durum bu.
Bir stud olarak birçok hetero kadınla birlikte olmuşumdur.
Heteroseksüel kadınların benden bir hayli hoşlandığını düşünüyorum.
Çünkü kendimi ve vücut dilimi nasıl kullandığımı gördüklerini hissediyorum.
Deftere bir check işareti daha atmak için buradayım.
Butch’ların olduğu filmleri seviyorum.
Olanların benle bir alakası yok.
Yatakta uzanırken televizyonda bir femme’in giyinişini izlemek çok hoş.
Özellikle sütyenlerini taktıklarında bu harika oluyor.
Bir butch kadına aşık olduğumda, kendimi butch kadınların arasında oluşan dinamiklere şaşırmış bir halde buldum.
Daha önce bilinmeyen bir alan gibiydi, popüler kültürde böylesi bir örnek yoktu.
Butch olmak seksi olmak değil de nedir?
Giysilerim ve tarzım kendime aitliğimi de derinleştirdi, kendimi daha iyi tanıyor hale geldim.
Kendimi bildim bileli büyük beden giysiler giymişimdir.
Bir basketbol oyuncusu olarak eşofman altları, bol kot pantolon, Jordan ayakkabılar, kapüşonlu kıyafetler vazgeçilmezinizdir.
Bence butch demek şu an olageldiğim, hayranlık duyduğum bir şey demek, incelikli bir şey, konuştuklarımızın ötesinde bir şey.
Kendimi küçük yaşlardan beri Tom Worth olarak tanımlarım.
Bu şekilde giyinmekten zevk aldığımı keşfetmem biraz zamanımı aldı, çünkü bedenimle barışıktım.
Lisede haki renk pantolon, siyah polo tişört, siyah çelik topuklu bot giyerdim, bir de özgürlük armalı yüzükler.
Mezuniyet balom üzülmesin lütfen.
Çünkü giydiğim kıyafetler harikaydı, çünkü onları giymek smokin giymek kadar saçmaydı.
En çok takım elbise giymeyi seviyorum, o benim zırhım, giydiğimde cesur ve güvende hissediyorum.
Resmi kıyafetler için terzi çıkışlı ürünleri tercih ediyorum. Benim için belli bir açıdan bir zırh gibiler.
Bir zamanlar sokak serserisiydim.
Kendimi kaybolmuş gibi hissediyordum.
Butch olma hakkındaki en zor şey yanlış anlaşılma olabilir.
Ortaokuldan beri erkekler tuvaletini kullanıyorum.
Erkek tuvaletini kullandığımda hiç kimse iki kere bakmazdı, garipsemezlerdi.
Erkek kardeşimle, ABD’deki siyahi erkeklerin ötekinin ötekisi olduğuna dair diyaloga girerim genelde.
Ve ona hep şunu söylerim: “Hey ciddi misin? Ben senden de aşağı bir seviyedeyim, çünkü ben erkek temsilindeki bir kadınım.”
Siyahi toplumun çok homofobik olabildiği bazı zamanlar olabiliyor.
Bu yüzden de beyazlarla daha fazla işbirliği içinde olabiliyorum.
Ama orada da bir süre geçirdikten sonra ırkçılık baş gösterebiliyor.
Bu yüzden, kendimi farklı topluluklar arasında gelip gider bir halde hissediyorum.
Ben güneyliyim, yani orada iki şey olabilirsiniz bir fag (ibne) ya da bir Dyke (lezbiyen).
Trans görünürlüğünün, bana kendimi ifade etme ve tanımlama imkanı verdiğini düşünüyorum.
Butch görünürlüğünün 50’lerden 60’lara, 60’lardan günümüze artmış olması daha fazla butch olduğu anlamına gelmez.
Onların, kendini tanımlayabilecekleri başka bir yol olmadığı anlamına gelir.
Butch kavramının kaybolması anlamına gelir mi bilmiyorum ama; bir şemsiyenin, başka bir deyişle maskülen bir temsilin altındaymışım gibi hissediyorum.
Eğer dışarıda daha az butch olsaydı, bu butch olma halinden daha fazla pay alabilirdim.
Kendimi bir butch Dyke olarak tanımlamam – işte karşınızdayım- bunun hep böyle olacağı anlamına gelmiyor.
Bunu bilinçli bir kararmış gibi görüyorum. Kalkıp bu şekilde giyinseydim bile yarı yarıya rastlantı olurdu değil mi?
Cinsiyet kimliğimde belli bir maskülenlik de var.
Ben sadece beyaz tenli olmayan birinin diğerlerinin yanında huzurlu olabilmesini istiyorum. Ve siyahi butch kadına güvenebilsinler de.
Gerçek ailenizi burada, bizle bulacaksınız.
Sizin yaşadığınız her şeyi biz de yaşadık, bu yüzden asla tek başınıza değilsiniz.
Şimdi ve buradaki oluşunuz mükemmel, eğer bu oluş değişirse, orada ve o anda da mükemmel olacaksınız.

Kaynak: Them

Vegan Balık: Deniz Yosunlu Kereviz Çubukları

Malzemeler:

Büyük bir baş kereviz (370 gr.)
1 büyük bardak galeta unu,
2 çorba kaşığı limon suyu,
1 yaki nori (kurutulmuş deniz yosunu yaprağı),
6-7 çorba kaşığı zeytinyağı kızartmak için,
1/4 bardak galeta unu kaplamak için.

Yapılışı:

1. Kerevizin dışını soyun, küçük parçalara keserek bir tencereye koyun. 2 çorba kaşığı limon suyu ekleyip üzerini su ile kaplayın. Yumuşayana kadar kaynatın.

2. Haşlanan kerevizleri blenderınıza yerleştirin, galeta ununu ve nori yaprağını didikleyerek ekleyin. Bir hamur kıvamı elde edinceye kadar yüksek hızda karıştırın. Çok ıslak ise daha fazla galeta unu ekleyin. Çok kuru ise su ilave edin.

3. Hamura ince çubuk şekilleri verin.

4. Çubukları galeta unu ile kaplayın ve daha sonra 4-5 çorba kaşığı zeytinyağı ile altın rengini alıncaya kadar tavada kızartın.

5. İstenirse, limon, kızarmış patates ve vegan tartar sos ile servis yapılabilir.

Steve Jobs ve Basitlik Üzerine

Değeri 1 trilyon dolara yaklaşan, teknoloji devi Apple’ın başarısının ardındaki sırra yolculuk etmeye ne dersiniz? Apple’ın ünlü kreatif direktörü, meşhur “Think Different” kampanyasının yaratıcılarından Ken Segall, sizi Apple’ın mutfağına davet ediyor.

“Hayat, yetenek ve şans karışımıdır. Mesleğimdeki en yetenekli insan olduğumu söyleyemem, ama kesinlikle en şanslı insanlardan birisiyim. 10 yılı aşkın süre, Steve Jobs’la birlikte çalıştım. Her zaman kolay değildi. Sağlıklı da olmayabilirdi. Ama her zaman heyecan vericiydi ve öğrendiklerim için sonsuza dek Steve Jobs’a borçlu kalacağım. Her şeyi bu kadar basitleştirdiğin için teşekkürler Steve.”

Apple’ın vizyonunun çekirdeğindeki kural basitlik ilkesi. Bu ilke sadece bir tasarım ilkesi değil aynı zamanda kuruluşun her düzeyinde nüfus eden bir değer. Kitapta bunu sıkça dile getiren Segall, okuyucuyu Apple’ın bilinmeyenlerine doğru usulca bir yolculuğa çıkartıyor. Bu yolculukta sizi neler mi bekliyor? Apple ile ilgili bilmediğiniz her şey. Mesela Apple gibi Dünyanın en iyi 10 markası arasında yer alan bir şirketin arkasındaki kreatif ekibin, küçük  ama zeki insanlardan oluştuğu gerçeği. Steve Jobs en fazla 100 kişi ile çalışıyor çünkü ismini ezberleyemeyeceği birine işi emanet etmek istemiyor. Yapılan çalışmaların tüm süreçlerinde aktif rol oynayarak, tüm ekibin kontrolünü sağlıyor. Oluşturduğu takımın beyni aslında kendisi ama onu ikna edebilecek kadar güzel ve yaratıcı fikirlere de açık. Tüm çalışmaların karmaşıklıktan uzak, basitlik ilkesine bağlı kalarak ortaya çıkarılmasından yana.

Neden peki Apple bu kadar başarılı? Ve Bu başarıda Steve Jobs ne kadar paya sahip? Tüm bu soruların yanıtları Steve Jobs’la 12 yıldır çalışmış olan, Apple’ın kreatif direktörü, imac’ın isim babası Ken Segall’in kaleminden tüm çıplaklığıyla okuyucuya aktarılıyor. Mesela Apple’daki basitlik ilkesi Steve Jobs ile ortaya çıkıyor ama sonrasında şirketin ana prensibi haline geliyor. Dünyanın dört bir yanındaki çalışanlarından, kullanıcılarına kadar herkes bu ilkeyi benimsiyor. Apple hiçbir zaman kullanıcısına diğer rakip şirketler kadar ürün sunmuyor. Ve sizin bir ürün alma konusunda kararsızlığa düşmenize izin vermiyor. Eğer bir şey gerçekten güzel ve güçlü ise o şeyin alternatifine gerek yoktur. İşte bunların hepsi basitlik ilkesinden yola çıkılarak oluşturuluyor. Zaten Steve Jobs’a göre bir şey ya güzel akılda kalıcıdır ya da karmaşık ve dikkat dağıtıcıdır. Apple batma noktasına geldiği zamanda çareyi Steve Jobs ve onun basitlik ilkesinde buluyor ve tekrar eski başarısına kavuşuyor.

Segall, kitabın her bir bölümünde basitliğin temel öğelerinden birini ele alıyor ve her bir bölüme adını verecek şekilde şu 10 tavsiyede bulunuyor: Acımasız ol, küçük ol, minimal ol, hareketli ol, efsane ol, sözel ol, rahat ol, insan ol, kuşkucu ol ve savaşçı ol!

Verdiği bir röportajda Segall, Apple’ın geleceği için endişeli olmadığını söylüyor. “Baba gitti, ama aile, babanın savunduğu değerleri koruyacaktır” diyerek Steve Jobs’un sağladığı başarıyı Apple’ın devam ettireceğine dikkat çekiyor.

O Kadar Basit Ki Ken Segall Mediacat Yayıncılık

Süperbağ(lantı)lı İnternet, Dijital Medya&Tekno-Sosyal Hayat’ı Tanımak

İnternete bağlı değilken ya da telefonumuzun şarjı olmadığında yoksunluk hissine kapılan insanlara dönüşmemek için mücadele ettiğimiz şu günlerde içinde abimin de olduğu bir grup çevirmen dilimize yeni bir kitap kazandırdı: Süperbağ(lantı)lı. Kitabı çevirenlerden biri abim olduğu için okumak istedim. Okuduktan sonra gördüm ki; dijital dünyaya dair, derli toplu bir bilgilenme hem ufuk açıcı hem de rahatlatıcı bir etki sağlıyor.

Kitap akademik yayınların bir kısmında görülen kötü çeviriden mustarip değil. Akıcı ve kolay okunabiliyor. Çağımızın teknolojik gelişmeleri karşısında hayret etmeyip, duruma biraz daha bilinçli yaklaşmak isteyen herkese tavsiye ederim. Aynı zamanda aklımdan geçen bazı şeylerin çoktan araştırma konusu yapılmış olmasını görmek, bu bağlantısız! dünyamızda bana iyi geldi. Belki size de iyi gelir.

Yazıma vesile olan Süperbağ(lantı)lı kitabı kendini şöyle sunuyor:

“Bu kitap sizi tekno-sosyal hayatın ve süper bağlantılılığın birçok boyutunu göz önüne almaya sizin ve değer verdiklerinizin nasıl etkilenmiş olabileceği hakkında düşünmeye (ve tartışıp onlar hakkında yazmaya) davet ediyor, çünkü sosyal yaşam çalışması ve toplum kişiselleştirildiği zaman, sizin ve kendi yaşamımızın çerçevesinde görülür. Her halükarda toplum sizsinizdir, soyut bir kitle ya da yaşayan dev kişiliksiz bir kalabalık değildir – o yaşayan, nefes alan, öğrenen, birbirine bağlı insan topluluğudur, siz ve sizin arkadaşlarınız, ben ve benimkiler gibi, ortak alan, kişilik veya amaç paylaşanlar gibi. Toplum hepimizindir, günlük yaşamımızı sürdüren, ne olduğunu ve dünyanın nasıl çalıştığını anlamaya çalışan. Yani toplum her zaman canlı ve hareketlidir ve çalışması her zaman kişiseldir.” S.16

Böyle olunca da fikirler, fikirleri ve davranışları geliştiriyor olmalı. Bir dost meclisinde şimdi dijital dünyaya yön veren adların bir zamanlar, uzak bir geleceğin bilimkurgusu gibi görünen kimi teknolojik gelişmelerinin nelere yol açabileceğini konuştukları bir ortamı paylaştıklarından bahsetmiştik. Yani içinde bulunduğumuz çağ, bazı insanların hayal güçlerinin sonucuydu. Çok değil bundan on yıl önce akıllı telefon, bundan yirmi yıl öncede internet hayatımızda yoktu. Elbette bir yerlerde kullanılıp, geliştiriliyordur ama geniş kitlelerin kullanımına açılmış değildi. Şimdi hayatımıza giren teknolojilerin yaşam biçimlerimizi değiştirdiğini gözlemleyebiliyoruz. Peki, ne kadarını ve nasıl? Süperbağ(lantı)lı, meselenin tamamına dair bir fikir veriyor. Bu fikri, güncel araştırmalar ve nesnel bir bakış açısıyla sunuyor.

İlgi Çekici Olabilecek Kimi Şeyler

Yakın / Uzak Kavramı

“Diğerlerinin yakınlıklarını veya varlıklarını uzak mesafelerden hissetmeye algılanan yakınlık (O’Leary, Wilson&Metiu, 2014) bağlantıyı elektronik medya mümkün kıldığında buna elektronik yakınlık (Korzenny, 1978; Walther&Barazova, 2008) denir.” S.58 Anlatılanlar gösteriyor ki bu gibi durumlardan ya da duyuşlardan bahsedildiğinde aslında bir takım spritüal deneyimlerden bahsedilmiyor.

Mekân Kavramı

İçinde bulunduğumuz çevirimiçi ağlar, “üçüncü alan” olarak adlandırılıyor. Böyle bir mekân kavramı da fiziksel olarak bağlayıcı olan ayaklarımızı yere bastığımız mekân algısından epey farklı bir bakış.

Gerçeklik

“Beyin digital ve fiziksel bağlantılı formlarını eşit derecede gerçek olarak düşünür.”s.60 diyor kitap. Bu da demek oluyor ki deneyimin fiziksel ya da dijital olması beyin için bir anlam ifade etmiyor.

Hatta beyin gülümseyen bir emojiyle gülümseyen bir yüz arasındaki ayrımı bile yapamıyor.

Bu ve buna benzer pek çok yeni bilgi düşünme şeklinizi elbette etkileyecektir. Bunların yanında kitabın aktardığı rasyonel sorulardan birisi de şudur;

“Postman kendimize “… Teknoloji kime daha fazla güç ve özgürlük verecek? “…Kimin gücü ve özgürlüğü onunla azalacak?” diye sormamızı ister.” S.12

Sorular çoğaltılabilir. Çoğaltılmalıdır da…

En Önemlisi

Önemli olan sanırım tüm sanal dünyanın insan ürünü olduğunu görebilmek. Küresel anlamda insanları birbirine bağlayan, bilgiye ulaşmayı kolaylaştıran ve bir ifade alanı da olan dijital dünyanın geleceği, insanlığın geleceği üstünde de belirleyen olarak duruyor. Bu noktada, Süperbağ(lantı)lı kitabı teknolojinin yol açtığı olumsuz durum ya da kullanımlar için teknolojiyi suçlamamız gerektiğinin altını çiziyor. Yani geleceğe dair teknoloji odaklı çizdiğimiz ya da çizeceğimiz distopyalarda asıl sorumlu hiçbir zaman teknoloji olmayacaktır. Bu nedenle yani pasif nesneler olmadığımızı hatırlamak için bile Süperbağ(lantı)lı okunabilir.

Alıntılar: Mary Cayko, Süperbağ(lantı)lı kitabından yapılmıştır.

Magic of the Chaos Halloween Buluşması: Pagan Kelt kültürünün mirası, Olimpos’un tinsel ambiyansında kutlanacak

Geçtiğimiz kış Ankara’da düzenlediği indoor eventlerle kendine yer edinen Magic of the Chaos organizasyonundan merak uyandıran bir etkinlik daha geliyor. 26 Ekim Cuma akşamı başlayıp 28 Ekim Pazar günü sona erecek bu psychedelic müzik ve sanat etkinliğine Olimpos’un gözde event mekanlarından Bayblon Town ev sahipliği yapacak. Olimpos’un mistik ruhuna uygun tasarımıyla bizleri konuk  edecek mekan, indoor ve outdoor alanıyla bir sonbahar etkinliği için biçilmiş kaftan.

Bu mevsimde oralar nasıl olur?

Ekim ayında bu mucizevi toprakları hiç ziyaret ettiniz mi bilmiyorum. Eğer ettiyseniz Olimpos’un en keyifli tarihlerinin bu tarihler olduğunu gözlemlemişsinizdir. Yazın ne yazık ki hem çok sıcaktan hem de kalabalıktan havadaki iyileştirici gücü özümseyebilmek pek mümkün olmuyor. Ama ekim öyle mi? Havadaki meltemle şarkı söyleyen bilge ağaçlar ruhunuzu okşar, dağların enginliği içinize dolar. Salıverirsiniz tüm negatif duyguları. Uçsuz bucaksız denizde bir damla olur karışırlar döngüye. Sonra bir de serin gecesi vardır bu zamanların. Tıpkı bilinçaltı gibi… Derinleştikçe aydınlanır, ısınır. Ay ışığı ise ruhları görünür kılan bir lamba gibi aydınlatır etrafı.

Ben cadı mıyım da Cadılar Bayramı kutlayacağım?

Bizler, kültürel her ögede bir pazar alanı görülen çağın müşteri çocuklarıyız. Ne biz kökenlerimizle aynıyız, ne de Cadılar Bayramı… Mesela her birimiz her gün defalarca cadılık, büyücülük yaparız da farkına bile varmayız. Diş macunlarımızdaki florürden mi desem bugün mavi ışığı biraz fazla mı kaçırdım desem bilemedim. Oysa bir büyüdür yaratmak. Bir an yoktu, şimdi var oldu. Hey, zihinlerimizde bir evren yaşıyor! Kapat gözünü, karanlığa alışınca aydınlanıverir etraf. İnce gümüşten kordonunu biraz sal, göreceksin ‘evrensel’ kelimesinin aslında ne demek olduğunu.

Kaynak

Diyorum ki, ortak bilinçte bir sen var, sende bir ortak bilinç… Aç gözünü ve uyan seni beş duyuya indirgeyen rüyadan. Aradığın ‘anlam’ değil mi? Bilginin peşinde değil miyiz topyekün? İşte, orada duruyor ulu ağaç gibi. Uzan ve al. Belki o zaman köklerimizden öğrendiklerimizle yeniden evrilir, yeni bir dünya yeşertebiliriz. Mesela, her insanın birer süper kahraman olduğunu öğrenirsin o köklerden. Gücün birilerine ait olmadığını, gücün her birimizin içinde tek tek ışık gibi parladığını öğrenirsin. Salt var olmanın verdiği enerjiyle bile neler yapabileceğini gördüğünde şaşarsın. Orada tinsel bir görüşle dünyayı seyreden ve onun parçası olan evriminin ilk hallerini görürsün. Bitkilerden sihirler yapan, ellerindeki enerjiyle hastaları iyileştiren süper insanlar…

Biraz bakın etrafındaki bu süper insanlara. Paganik kökeniyle Keltleri de bulacaksın orada bir yerlerde. Şimdilerde tam zamanı. Yakında Samhain Festivali ile son hasadın bitişini, doğanın döngüsünün ölümü gösterdiği zamanın gelişini kutlayacaklar. İşte Cadılar Bayramı’nın kökenini de bu festival oluşturuyor. Samhain kelimesi hem Eski İrlandaca’da yazın sonu demek hem de ölülerin tanrısının/tanrıçasının adı. Keltler 29, 30 ve 31 Ekim tarihlerinde kurbanlar vererek Samhain’in yeryüzüne inmesini sağlarlar. Samhain ise ruhlar alemi ile yaşayanların dünyası arasındaki perdenin en ince olduğu 31 Ekim günü ölüleri mezarından kaldırır. Böylece Sessiz Gemi’yle giden her yolcu geri gelir.

Kaynak

“İyi de insan neden ölümün gelişini kutlasın? Yaşam değil midir hep kutsanan? Hem herkes kendi dünyasında yaşasın canım! Özgürlük başkasına zarar vermeden istediğini yapabilmek değil miydi? Biri uyarsın şu ölüleri yoksa polis çağıracağım. Bu Samhain de basbaya şeytan işi. Ayol siz satanist misiniz yoksa? Yakın şu cadıları!”

İşte tek tanrılı dinlerin yayılgan bünyesi de Paganizm’e pek hoş bakmadı. 7. yüzyılda Papa 13 Mayıs’ta kutlanan Azizler Günü’nü 1 Kasım’a taşıyarak, Azizler günü Arifesi’ni yani 31 Ekim’i de kutsal kabul etti. Buradaki amaç 31 Ekim’de yapılan pagan Samhain Kutlamaları’nın Hristiyan Azizler Günü Kutlaması potasında eritilerek dejenere edilmesidir. Buyrun. Yeni ürünümüz: Halloween. Marketlerde sadece 9.99’a! Ancak bu kültürel yayılmacılık yetmedi. Her ne kadar paganizm köklerinden koparılsa da büyü, bilge kadınlar tarafından devam ettirildi.

Peki ya bu kadınların hepsi kötü müydü? Dark side koridorlarında gezinip, kötülüğün uşaklığını mı yapıyorlardı? Tabii ki hayır. Kimsenin kötücül kahkahalar atarak dünyayı yok etme gibi bir çabası yok sanırım. Bu kadınlar şifacıydı, bu kadınlar enerjinin gücünü biliyordu. Bu kadınlar ağızdan çıkan sözün önemine hakimlerdi. Çünkü bu kadınlar yayılmaması için yazılmamış ‘bilgi’ye hakimlerdi. Karanlık ölümdü, aydınlık yaşam. İkisi birbiriyle sonsuz bir dans halinde var ettiler bu evreni. Ne zaman kilise şifacılara öcü dedi, o zaman başladı karanlığın üvey evlat ilan edilme dönemi. Oysa şeytan değildi sihir yapanlar. Sadece sopayı tutan ve bilgiden örülmüş bir ip vardı arada. Ancak bu durum kilisenin hiç de işine gelmiyordu. Sonuç, binlerce kadının yakılarak öldürülmesi oldu. Böylece bir yandan pagan dinlerdeki eşitlik anlayışı da tek tanrılı dinlere kurban gitti. Bu kaybedilen eşitlik; hem karanlık ile aydınlığın eşitliğiydi, hem kadınla erkeğin eşitliği. “Hayır.” dedi kilise. “Siz eşit filan değilsiniz. Siz aşağısınız, ben yukarı. Bana yakın olan, diğerinden daha yukarı… Tek gerçek bu. ”

Sonra burjuva çıktı ortaya. Dedi ki, “Hayırdır sana kilise? Seni düelloya davet ediyorum.” Kurşunun kilisenin şakağında patlaması üzerine güç yeniden paylaşıldı. Cadılar ise gölgelerde gizlenerek sürdürdüler seyr-i alemi. Burjuva yedi yedi şişmanladı. Doydu mu? Doymaz. Balık gibi çok yiyince ölmüyor da bu. Bakındı yiyecek azalıyor, kötü kokuyor diye yiyemediğine seslendi: “Hey, tüm ötekiler! Çıkabilirsiniz kovuklarınızdan. Söz zarar vermeyeceğim. Zaten tadınızı sevmiyorum.” Bu bir güvence sözleşmesiydi. Cadılar, büyücüler, devrimciler, sanatçılar… Her kim varsa karanlıkta kendini gösterdi aydınlıkta. “Ahde vefa edeceğim.” diyen yeni güç tekeline inandılar. Tek bilmedikleri Burjuva’nın elindeki sihirli tozdu. Ne işe mi yarıyor?  Bizimki, bu tozu kötü kokan yiyeceklere serpince o yiyecekler mis gibi kokmaya başlıyor. Adı monosodyum glutamat’. Tanıdık geldi mi? Neyse masal ya bu, ötekiler aydınlıkta yüzlerini gösterdiği anda boca ediverdi tozu üzerlerine. Burjuva’nın bir anda ağzının suları akmaya başladı. Ötekilere döndü ve seslendi: “İşte şimdi leziz kokuyorsunuz. Korkmayın, midemde yaşamaya devam edeceksiniz.” Ötekiler Gargamel’den kaçan şirinler gibi koşturmaya başladı ama ne fayda. Burjuva yedikçe acıktı. Dünyada kimse kalmayana kadar yedi. O kadar çok yedi ki midesinde yeni bir dünya kuruldu. Artık tüm insanlık onun midesinde yaşıyor. Böylece Burjuva açlık sorununu da çözmüş oldu. Midesinde her gün doğan binlerce çocuk onu doyurmaya yetiyor. Bazen insanlar kendi aralarında savaş yaptıklarında midesi ağrıyor ama bir mide hapı alıyor. Savaşan herkes ölüyor.

“Peki insanlar neden isyan edip dışarı çıkmaya çalışmıyorlar?” diye düşünebilirsiniz. Burjuva’da binbir çeşit toz var. Her gün bir yemek kaşığı ‘insana unutturan tozu’ndan içiyor. Midesinin sularıyla tüm insanlığın beynine karışıveriyor bu toz. Kimse hatırlamıyor aslında bir midenin içinde yaşadığını. Gerçek yalan oluyor, yalan gerçek. Mesela bu yalanlardan bir tanesi de Samhain Festivali’nin kötücül bir kutlama olduğu. Keltler döneminde Samhain Festivali, ölümün günü olmakla birlikte aynı zamanda kutsal bir gündü. Bir bakıma kış mevsiminin Hıdırellez’iydi. Bir kehanet günüydü. Tüm perdelerin ince olduğu bu tarihte cadılar ölmüş bilgelerden öngörüler elde etmeye çalışırlardı. Bu tarihte evlilikler yapılır, bir yandan ölüm kutsanırdı. Aynı zamanda insanlar öbür dünyaya göçmüş sevdikleriyle görüşebilmeyi umarlardı. Halloween’da gerçekleştirilen kostüm giyme, büyük ateşler yakma, balkabağı oyup içinde mum yakma gibi tüm ritüellerin kökeni de işte bu Samhain Festivali’ne dayanmaktadır. Günümüzde ise bu ritüeller sekülerleşip, içi boşaltılmış Cadılar Bayramı kutlamalarıyla bir pazar aracı olarak kullanılmaktadır.

“Madem son durum bu, biz neden kutlayalım?” sorusu akıllara düşecektir. Aslında içi boşaltılan ritüeller değil, biz insanlarız. Bu döngü tarihini, anlamsız bir tüketim etkinliğinin tüketicileri olarak kutlamak da bizim elimizde, doğayla bütünleşip içsel bir görü kazanma yolunda meditasyon biçiminde kutlamak da. En başta dediğim gibi, kökenleri bulduğumuzda oradan kendimize başka bir evrim süreci yaratabiliriz. O yüzden Magic of The Chaos’un bu buluşmasını doğaya ve döngüye adanmış bir etkinlik olarak düşünebilirsiniz. Tıpkı Keltlerin yaptığı gibi, kışa girmeden önce son bir kendini sorgulayış zamanı… Evrenin içindeki yerini düşünerek kendini tanıma fırsatı. Psychedelic müziğin günün anlamıyla örtüşen soundlarında iki gözün kapalı görme fırsatı… Zihninin karanlık koridorlarında tıkanıklıkları bulup onları bir ışığa çevirme fırsatı… Dansın dışavurumsal birlikteliğinde paylaşmanın büyüsünü deneyimleme fırsatı… İşin özü, ne bulmak istiyorsan onu bulacağın yol bu.

Yani bundan sonra görebilecek miyim doktor bey? Tabii ki geliyorum. Peki bize müzikleriyle kimler şamanlık yapacak?

Magic of the Chaos’un adındaki sihirli dünyada live actleriyle bize eşlik etmek için iki yabancı konuğumuz var. Biri Yunanistan’dan Sishiva, diğeri ise Almanya’dan Lunatic İnsomnia. Olimpos’un ve Cadılar Bayramı’nın ruhuna uygun dark psy soundlarıyla bizlerle olacaklar. Üstelik Lunatic İnsomnia’yı ilk defa ülkemizde ağırlayacağız. Türkiye’den canlı performanslarıyla gecemizi renklendirecekler ise Erf, Saki ve Aslandj ile Ozan Çelikel birlikteliği. Ayrıca line-up’ta Ben Ahir, Holymania, Negma, Anarchia gibi bizi psychedelic müziğin farklı bpm’leriyle buluşturacak on altı dj’in daha ismi bulunuyor.

Başka başka neler var?

Annelerinin sözünü dinlemeyip ateşle oynayanlar var. Fire Of Soul, Flow Colony, Sound Of Fire, Shaman Show ve Shirinbaba ateş şovlarıyla bizlerle olacaklar. Şaka bir yana, ateş de tıpkı karanlık gibi tehlikeli arzedilip ondan uzak durmamız öğretilmiştir. Oysa ateş de tıpkı karanlık konusundaki gibi bir yanılsamadır. Ateşin ruhu da  diğer her ruh gibi zarar vericiliği ve iyileştiriciliği bünyesinde barındırır. Biz nasıl bakarsak, öyle bir oluşa bürünür. Bu birbirinden değerli sanatçıları izlerken ateşi belki de daha önce hiç tatmadığınız bir içsellikle göreceksiniz.

Görsel sanatlar alanında emek verecek sanatçılar Beril Tezel, İpek Seta, Damla Kumul, Jabi Stultitia ve Mert Özgüner. Dekorasyonu ise Magic of the Chaos ekibi kendi üstleniyor. Bu Festivali ölümsüzleştirmek adına İpek Seta, Özgür Dinler, Mehmet Kılıç etkinlik boyu fotoğraf makineleriyle bizlerle olacaklar. Video çekimi ise Berke Mehmet Özger ve Burak Avşar’a ait.

Nasıl bilet alırım?

Gönül ister ki bu buluşmalar ücretsiz olsun. Yaşatmak istediğimiz ruha yakışmıyor çünkü para. Ancak olmuyor. Takdir edersiniz ki bu çapta bir etkinlik düzenleyebilmek belli miktar para harcanmasını gerektiriyor. Dolayısıyla her şey gibi bunu da bölüşüyoruz. Bu sayede katılımcılar olarak emek ortaya koyamasak da para koyarak böyle bir buluşmanın gerçekleştirilebilmesini sağlamış oluyoruz.

İlk dönem indirimli biletleri tükenmiş durumda. Ekim ayının 10’una kadar ikinci dönem avantajlı biletleri 150 TL’den temin ederek bu buluşmanın bir parçası olabilirsiniz. Olmadı ayın 25’ine kadar 175 TL’lik üçüncü dönem biletlerine ulaşabilirsiniz. Kapıda ise bilet fiyatı 200 TL olarak belirlenmiş. Bilet satın almak için event sayfasındaki telefon numaraları üzerinden organizasyonla iletişime geçebilirsiniz. Son olarak, bu etkinlikte Almanya ve Gürcistan misafir ülke olarak belirlenmiş. Bu iki ülkenin vatandaşları pasaportlarını sunarak ücretsiz giriş sağlayabilirler.

Ne dersin, birlikte içinde yaşadığımız mideden çıkıp kökenlerimizdeki büyülü evrene gidelim mi? Olimpos seni bekler.

Zamansız ve mekânsız imgeler: “Tuzdan Kaide” ekibiyle röportaj

Berlin’den bu yana, genç bir yönetmenin yarattığı ‘zamanda durma’ hikayesi kulaktan kulağa yayıldı. Ve en sonunda kendi ülkesindeki festivallerde görücüye çıktı. Genç yönetmen Burak Çevik’in yönettiği ve senaryosunu kaleme aldığı “Tuzdan Kaide” yurtiçinde İstanbul, Ankara, Kayseri ve Adana Film Festivallerinden sonra 19 Ekim’de vizyona giriyor.

İzleyenleri ütopik ve benzersiz bir yola çıkaran film; 30’lu yaşlarda ölümsüz ve genç bir kadının hamile olduğunu öğrenmesi sonrası, ölmek üzere olan ikiz kız kardeşini aramasını konu alıyor. Özellikle zamanda durma üzerine yoğunlaşan filmde temsiller ve çizimle öne çıkıyor. Filmi yönetmeni Burak Çevik ve başrol oyuncusu Zinnure Türe ile konuştuk. Söz onlarda…

Burak Çevik: “Sinemanın temelinde var olan ‘zamanda kilitlenme’ üzerine düşündüm.”

Yönetmenlik hikayen nasıl başladı? Seni ilk uzun metrajlı filmini çekmeye götüren süreç nasıl ilerledi?

Kendimi bildim bileli, yani 12-13 yaşlarımdan bu yana, deli gibi film izleyen biriydim. Bir anlamda sinefil olarak tanımlayabilirim kendimi. Lise dönemimde kısa film çekmeye başladım. Onların vesilesiyle sinema bölümünü kazandım ve okumaya başladım. Mezun olduktan sonra daha çok deneysel çekimler üzerine yoğunlaştım. Onlarla hem pratik yapıyordum hem de hikâye anlatma pratiği üzerine düşünüyordum. Aynı zamanda “Fol” adı altında deneysel film gösteren bir oluşum başlatmıştım. Bu sırada yazdığım ufak tefek hikayeler, ilk başta orta metraj olarak düşünsem de beni uzun metraja doğru götüren süreci başlattı. El yordamıyla aradığım ve endüstrinin kurallarına çok fazla uymayarak imece usulü yapılmış bir film oldu.

Filmi kaç yaşında ve ne zaman yazmaya başladın?

Filmi ilk yazmaya başladığımda 22 yaşındaydım ve o dönem Mehmet Can Mertoğlu’nun “Albüm” filminin setinde çalışıyordum. 35mm çektikleri için filmi, onların peliküllerini taşıyordum. 3 günde bir Kayseri’deki sete gidip geliyordum. O dönem makaleleri okuyordum. İlk taslaklar set aralıklarında çıksa da, taslak  set yolundayken çıkmıştı. Mehmet Can’ı yıllardır tanıyorum ve bana çok iyi bir ilham oldu.

 “Tuzdan Kaide”nin ilk fikirleri nasıl oluştu?

2013 yılında bir not tutmuştum. Tsai Ming Liang’ın senaryo yazma pratiğinden esinlenerek 6-7 satırlık düz yazı gibi bir şeydi. Orada “bir kadın bunu yapıyor, şunu yapıyor…vs” gibi imajlar vardı. Kendi kendime  yazdığım imajları çekmek istiyorum dedim. Ama ben bunun için bir giriş-gelişme-sonuç çekmek ve klasik  hikâye anlatımına girmek istemiyordum. Çünkü bu anlatı biçimi bana öğrenilmiş ve formüle dayalı geliyordu. Beni asıl ilgilendiren mesele, sinemanın kendisiydi ve sinema üzerine düşünürken tüm karakterler ve imgeler ortaya çıktı. Sinemanın temelinde var olan “zamanda kilitlenme” üzerine düşündüm. Bergson; “18 kare (şimdi 24 kare) sabit, ama biz bunu akıcı şekilde görüyoruz.” diyor. Arka arkaya koyduğumuzda bir illüzyon yaratıyor sonuçta.  Ve en temelinde göz aldatmacasına dayanan bir mecra, nasıl iyilik doğurabilir ki? diye sorup sinema kötücüldür durumuna gelmesi, hayatında sinemanın yeri büyük olan benim için çarpıcıydı. Filmde geçen “Lut Kavmi” hikayesi de zamanda sabitlenme hikayesi. Orada geçen ‘tuzdan bir heykele dönüşen kadın’ imgesi de filme adını veren durumlardan bir tanesi. Negatif fotoğraf sekansının çıkış noktası da Sarkis’in İstanbul Bienali’nde sergilediği çalışmasından esinlenmeydi. Fransa’da ki ‘68 Ayaklanması’ndan çektiği görüntüleri negatiften sergilemişti. Bunu da “Süreç devam ediyor ve ben bunu basarak sabitleyemem.” demişti. 30-35 sayfalık kısa bir senaryo ortaya çıkınca, işe koyulduk.

Karakterin ölümsüzlüğü de buradan mı geliyor? Hatta bir sahnede dalga geçiyor “ben vampirim aslında” diye…

Aslında bahsettiğim tüm bu durumlar baş karakteri ölümsüz ve lanetli yapma fikrini beraberinde getirdi. Vampirim demesinde ne kadar ciddi ne kadar değil, bilemiyoruz.

Kadın karakterin bir adı da yok aslında, özel bir durum mu?

İhtiyaç yoktu aslında.  Çünkü o kadar diyalog yoktu zaten. Ben de senaryoda direk Zinnure’nin ismini kullanıyordum.

İmgeler ve simgeler daha ağırlıklı filmde, özellikle kırık kalp ve rahim görüyoruz. Sanırım daha çok onları ön plana çıkarmaya çalıştın?

Onların aslında bir temsil derdi var. Sinema üzerine düşünürken, temsiliyet üzerine de düşünüyorsun doğal olarak. Filmde birçok temsil öğesini kullanarak bir anlatım kurmaya çalıştım. Ultrason görüntüsü, animasyon, mimari ütopik çizim gibi öğeler kullandım. Temsil meselesi üzerine düşünürken, bu öğelerle birlikte bir hikâye kurmayı yeğledim.

Mekanların çizimlerle bir bağlantısı var mı peki, mekanlar da zamansız geldi bana…

Çizim-mekân bağlantısını bilemiyorum, ama bir zamansızlık üzerinden konuşabiliriz bunu. Sinemanın kendi hakikati ve gerçekliği olduğunu düşünüyorum. Bu kurulan bir gerçeklik ve yapay bir dünyadan bahsediyoruz. Kameraya bakılması, mekanlara bir tiyatro sahnesini izliyormuş gibi bakmamız da kurulmuş dünyayı gösteriyor. Bir film, sadece gerçekliği taklit edemez.  Zamansız ve mekânsız bir İstanbul, ama turistik bir yer olarak değil. Haliç’i görüyoruz mesela ama orası da en yıkık dökük yeri. Eğer bizim karakterimiz zamanda sabitse, çevresindeki her şey ölmekte.

Çizimlerden özellikle bir mezarın olduğu ve altında detaylı bir hikâye anlatılan sahne görüyoruz. O sahne ile ilgili nasıl bir detay verebilirsin?

O ütopik bir cenaze töreni aslında. “Bir mezar neyin temsili olabiir ki?” sorusu var orada. Benim için “Bir film neyin temsili olabilir ki?” nin referansı bir bakıma. Kendi içine yıkılan bir temsil de var. Çünkü mezar, ölen birinin temsildir. Başına gidersen ağlarsın, ama aslında o artık orada değildir.  Çizimdeki mezar öyle kuruldu ki, dağın içinde yer alan bir mezar söz konusu ve bir akarsu geçiyor içinden. Zamanla belki de kendini yok edecek bir mezar. Kendi ontolojisine de ters ve kendini yok eden bir temsilden bahsedebiliriz.

“Tuzdan Kaide”yi Türk  sinemasında hangi kategoriye koyabiliriz? Yoksa bir kategori ihtiyacı yok mu?

Bu sinema tarihçilerinin işi, tabii ki her isleyen bir kategoriye koyabilir. Ben film yaptığımı düşünüyorum ve deneysel bir kodlamaya girmiyorum. Ama yeni bir şey denediğimizi kabul ediyorum.

Yola çıktığın ilk fikirlerle kafanda oluşturmuş olduğun filmle, ortaya çıkan film aynı mı, içine sindi mi?

Her zaman derli toplu bir film olduğunu söyleyebilirim. Senaryo ve kurgu sürecinde Feride Çiçekoğlu’nun katkıları aslında bir düzen sağladı. Ama ben çekimlerde bir sürü alternatifi de denemeye çalıştım ve onları özellikle kurgu sürecinde bir arayıştaydım. Tabi ki memnun olmadığım yerleri var filmin. Ama genele baktığımda, en azında denediğimin boş olmadığını görüyorum. Bu yüzden keyfimiz yerinde.

Oyuncu kadrosuna baktığımızda kadın oyuncularla dolu olduğunu görüyoruz. Senaryoyla alakalı bir seçim miydi, yoksa kendiliğinden mi gelişti?

Senaryo ile ilgili bir durumdu. İlk başta bir erkek karakter telefonla konuşuyordu. Daha sonrasında biçimsel bir özellik olarak bunu istemedim. Çünkü izleyicinin, hamile bir kadının babayı aradığını düşünmesini istedim. 3 yıllık bir süreç olduğu için senaryo ve kurguda sürekli değişim yaşanıyordu. Kadın karakterler öne çıkınca mesela hamilelik durumu ve ikiz kız kardeşin aranması gibi durumlar da öne çıktı.

Oyuncu seçim aşamasında nelere dikkat ettin, özellikle Zinnure Türe ile buluşmanız nasıl oldu?

Filmi yazarken Zinnure ile çalışmak hep aklımdaydı. Tiyatro sahnesinde izlemiştim onu ve canlandırdığı karakterdeki donuk mimikleri ve enteresan gelen ses tonu hoşuma gitmişti. Filmde zamanda sabitleniş olan başrol karakterimiz için tam aradığım performanstı. Tabi bir de ilk filmim olduğu için iyi bir yoldaş olması da önemliydi baş oyuncumun. Bu süreçte filmin ilk kısımlarını çektik. İlk çekimleri kurguladıktan sonra Nazan Kesal, Nalan Kuruçim, Nihal Koldaş ve Banu Fotocan gibi rol almasını istediğim oyunculara bu kısa videoyu izlettim. Çünkü elimde kısa bir senaryo vardı ve o kısa senaryo onları ikna etmek için yeterli değildi. Ayrıca daha önce bir referansım yok, ilk filmim ve 22 yaşındayım. Böylece yapmaya çalıştığım işi daha iyi algıladılar. Elit İşcan’la çalışmayı çok istiyordum, çünkü “Hayat Var” filmindeki performansı benim için çok özeldir. Keza Esme Madra ve Ayşe Demirel ile çalışmayı istiyordum.

Çekimden önce provalar yaptınız mı oyuncularla?

Oyuncuların hepsiyle, her sahneyi çalıştık. Çok az bir sürede çektik çünkü. Oyuncular zaten çok hazırlıklı gelmişlerdi.

Kurgu aşamasında neler yaşadınız? “Tuzdan Kaide” bu, bitmiştir dediğin zamanı hatırlıyor musun?

Çekim süreci devam ederken, aralarda kurgulamaya başlamıştım filmi. Olduğunu düşündüğüm zaman da Feride Çiçekoğlu ile baktık. Ama o “bitmedi” dedi. Uzun uzun tartıştık bir kez daha. Onun analitik fikirleri filmi çok geliştirdi.

Berlin Film Festivali’nde prömiyer yaptın. Oradan nasıl tepkiler aldın?

Film gösterimi bittikten sonra bir sessizlik oldu tabii (Gülüyoruz). Çünkü belli ülkelerden belli kalıpta filmler bekleniyor. Kendi gerçekliğini yaratan ‘zamanda sabitlenmiş’ bir kadının hikayesi, çok politik bir meselesi ön planda olmayan bir filmi beklemiyorlardı bence. Salon dopdoluydu ve gösterimde güzel sorular da geldi. Ama İstanbul Film Festivali’nde Atlas Sinemasındaki gösterimde, Berlin’den daha heyecanlıydım. Çünkü yıllardır film izlediğim bir salon ve o perdede benim çektiğim filmin gösterilmesi daha büyük bir keyifti.

Ankara Uluslararası Film festivali nasıl geçti filmin açısından, festivalle ilgili neler demek istersin?

Benim ilk kısa filmim 2011’deki Ankara Film Festivali’nde gösterilmişti. O dönem benim için heyecanlı geçmişti. Şimdi ilk uzun metraj filmimle Ulusal Uzun yarışmada olmak keyif verici.

Yeni projelerin de var, Tuzdan Kaide’nin festival süreci yeni başlamışken yeni projenle ilgili desteklere giriyorsun. “Bir Gün ya da Günün Bir Parçası” ve yeni projelerle ilgili neler demek istersin?

İncil ve Kur’an’da da geçen “Yedi Uyurlar” hikayesi aslında o. Putperest bir toplumda, Allah’ın tek olduğunu söyleyen 6 genç, yanlarında da bir köpek var. Yaşadıkları toplumda ölümle cezalandırılmaları, oradan kaçıp bir mağaraya sığınmaları ve o mağarada ölümü beklemeleri üzerine bir hikâye. Bu hikâyeyi daha öznel bir yorumla, geçmişten alıntılarla yapmayı düşünüyorum. Ama uzun bir süreci var. Köprüde Buluşmalar’da Görsel Efekt ödülü aldı. Diğer bir projem ise; kriminal vaka üzerinden başlayıp romantik bir hikâyeye evrilen ve türlerin arasında geçişlerle birlikte kurmaca ve belgeseli karıştıracağım bir film yapmak. İsmi de Aidiyet olacak.

Zinnure Türe: “Duygularını, tamamen kendini korumak için sıfırlamış bir karakterden söz ediyoruz.”

Film için Burak Çevik’le buluşmanız nasıl oldu? Senaryoyu okuduğunda seni etkileyen şey ne oldu?

Tiyatro oyunumuzu oynadığımız mekânda, Burak’ların “Fol” film gösterimleri oluyordu. O gösterimler sırasında tanıştık ve zaman ilerledikçe film üzerine konuşmaya da başlamıştık. Mekânda karşılaştığımız he zaman çekimlerin yaklaştığını söylüyordu. Burak’ın nasıl bir dünyası olduğunu az çok tahmin edebiliyordum konuşmalarımızdan ve çok heyecanlanıyordum. Bir oyuncu için de çok onur edici bir şey bu, çünkü filmle birlikte uzun bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Senaryo yokken ilk başta Burak, kafasında oluşan fikirleri ve imajları hep anlatıyordu. Senaryo yazıldıktan sonra bir araya geldik ve üzerinden tekrar konuşmaya başladık. Benim için, konuşmaya başladığımız ilk günden bu yana bu proje vardı.

İlk sinema filmin oluğu için bir risk olabileceğini düşündün mü hiç?

Hiç öyle hissetmedim. Ben güvendiğim insanlarla çalışmayı seviyorum ve bu güveni hissetmemle birlikte bu projeye tamam dedim. Güven ilişkisi de filmi konuşmaya başladığımız andan beri hep vardı. Dolayısıyla benim için konforlu bir alan oldu.

Canlandırdığın karakterin bir adı yok, duygusu da yok gibi. Ama donuk ve soğuk bir kadın olduğunu anlayabiliyoruz. Karakteri nasıl yorumluyorsun?

Bence fazlaca duygusu olduğu için böyle görünüyor karakter. Kendini inanılmaz içinde tutan bir kadın. Petra von Kart’ın “Acı Gözyaşları”ndan uyarlama bir oyunca rol alıyordum daha önce. O karakterden biraz referans alıyordum. O kadar çok yıkım gördükten sonra, duyguları tamamen kendini korumak için sıfırlamış bir karakterden söz ediyoruz. Fazla duygunun sonunda gelinmiş bir nokta aslında duygusuzmuş gibi görünen o hal.

Çekim süreci nasıl geçti?

Burak inanılmaz bir yönetmen. Çok fazla kriz yaşanıyor, durumlar fazla ve kontrol edilmesi gereken bir sürü şey vardı. Burak, bu kadar çok zor şeyin altından sakinlikle kalkıyordu.  Çekimin gerçekleştiği dönem de çok hassas bir dönemdi. O ‘toplumsal travmaların’ olduğu dönemde, sette o güven ortamının oluşması ve ekibin birbirine kenetlenebiliyor olması çok önemli. Burak bunu sağlayabildiği için bu işi başardı. Sette neler yapacağını açık bir şekilde söylüyor olması da hepimizin işini kolaylaştırdı.

“Tuzdan Kaide” hayatına nasıl izler kazandırdı?

Ben filmi ilk defa Berlin’de izledim. Filmin ilk fikirlerini konuştuğumuz günden bu yana, “Tuzdan Kaide” bana çok şey kattı. Her sahnede hem kendi adıma hem de oyunculuk adına çok şey öğrendim. Nihal Koldaş benim hocamdır. Onunla beraber karşılıklı oynuyor olmak, çok keyifli ve bambaşka bir heyecan benim için. O sahne benim için çok özel. Biz çekime girmeden önce üzerine çok konuştuk ve uzun provalar yaptık. Okul yıllarıma döndüğümü hissettim (Gülüyoruz).