Ana Sayfa Blog Sayfa 26

İnönü Üniversitesi Uluslararası Kısa Film Festivali 13. kez başvurulara başladı!

Malatya’da bulunan İnönü Üniversitesi tarafından düzenlenen, İletişim Fakültesi ile Sinema Topluluğu tarafından organize edilen İnönü Üniversitesi Uluslararası Kısa Film Festivali, 13. yılında çalışmalarına başladı. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün destekleriyle gerçekleştirilen festival bu yıl, 26-28 Ekim 2021 tarihleri arasında izleyicilerle buluşacak.

Kısa bir süre içerisinde sinemaseverlerle buluşma heyecanı yaşayacak olan İnönü Üniversitesi Uluslararası Kısa Film Festivali; genç sinemacıları desteklemeyi ve sinema kültürüne katkı sunmayı amaçlıyor. Festival kapsamında Ulusal ve uluslararası belgesel ile kurmaca film dallarında yarışmalar düzenlenmesi planlanıyor. Yarışmalarda toplam 20 bin TL para ödülü dağıtmayı hedefleyen festival; Ulusal kategoride birinci filme 5 bin, ikinciye 3 bin, üçüncüye ise 2 bin Türk Lirası para ödülü verecek.

Ayrıca festival kapsamında özel bir ödül de sunulacak. 19 Ağustos 2021 tarihinde aramızdan ayrılan İnönü Üniversitesi Kısa Film Festivali kurucularından Prof. Dr. Kadir Beycioğlu anısına da bir filme de “Kadir Beycioğlu Özel Ödülü” verilecek. Festivale kısa filmleriyle katılmak isteyen yönetmenler, 15 Ekim 2021 tarihine kadar başvuruda bulunabilecek.  Festival hakkında daha fazla detaylı bilgiye ve başvuru formuna http://www.inonu.edu.tr/festival adresinden ulaşılabiliyor.

Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nin renkli ve ferah geçen dördüncü yılı…

Bu yıl benim için de mesleki açıdan büyük bir motivasyonla sezonu açmamı sağlayan Başka Sinema Ayvalık Film Festivali, dördüncü yılında izleyicisiyle buluştu. Büyük bir heyecanla başlayan ve aynı heyecanla gelecek sene de buluşacağımızı bilerek sonuna geldiğimiz festival hakkında geldik ikinci yazıma… İlk yazım “Özlem giderten sinema coşkusu: Başka Sinema Ayvalık Film Festivali”nde festivalden canlı canlı yaşadıklarımı yazmış, izlediğim filmlerden bahsetmiş ve Ayvalık’ta gezdiğim yerlerden notları sunmuştum. Bu yazımda ise festivalin son günlerindeki gözlemlerimi, izlediğim diğer filmleri, Ayvalık’ın gözde mekanı Cunda Adası’nda gezdiğim yerleri yazdım. Ayrıca yazının finalinde, festivalin direktörü Azize Tan ile bir röportaj gerçekleştirirken, festivalin son gününde ufak bir değerlendirme yaptık.

Festival, Ayvalık’ta dikkat çekti!

Ayvalık halkı, festivale sahip çıkmış ve özlemiş bir görüntü çizdi her şeyden önce. Çünkü her üç gösterim alanında da salonlar doluydu ve herkes merak içinde festival alanlarındaydı. Mesela Ayvalık sokaklarını gezmeye çıktığım bir gün; yakamda festival kartımı gören her esnaf, halk ve turist, festival hakkında benden bilgi almaya çalıştı. Demek ki herkes bu festivalin farkında ve Ayvalık kentinin bir anda dolmasına da çok sevindiklerini belli ediyorlar. Festivalin geçen yıl kullanılan mekanlarından olan “Sanat Fabrikası” da, bu yıl açık hava gösterimlerinin olduğu saatlerde fırtına olması nedeniyle yeniden kullanıldı. Ayvalık’ın önemli mekanlarından bir tanesi olan yerde “Dirlik Düzenlik” filmi izledim ve keyifli vakit geçirdim. Vural Sineması’nda film izlemek, muazzamdı. Ayrıca açıkhavada Amfitiyatro’da film izlemek müthiş bir deneyimdi.

Festival kapsamında yapılan “Süheyla Doğan ile İklim Krizi, Ekoloji ve Kadın Olmak” adlı söyleşiye de katıldım. Birbirlerinden farklı gibi görünseler de dertleri çok yakın olan konular üzerine konuşulan söyleşide, gündem maddesi Kaz Dağları’nda yaşanan ağaç katliamı oldu. Bu durumun iklim krizini de bir anda hatırlattığı gerçeğiyle yüzleşirken, aslında bu sayede yeniden gündeme gelen ‘ekofeminizm’ konusu da dikkat çekti.

“Beni Sevenler Listesi” filminden yönetmen Emre Erdoğdu ve oyuncu Hayal Köseoğlu’ndan görüşler

“Beni Sevenler Listesi” filminin yönetmeni Emre Erdoğdu: “Sevgili Azize ve ekibi çok güzel bir festival hazırlamıştı. İlk yılında da bu festival gelmiştim ve festivalin o akademik yanını gördüğümde çok hayran kalmıştım. Sektörden bu festival sayesinde tanışmış olduğum çok güzel insanlar var, o yüzden de yer ayrı. Bu yıl “Beni Sevenler Listesi” filminin gösterimi hava nedeniyle sinema salonunda yapıldı ve filmin sinema salonundaki ilk gösterimi burada olmuş oldu. Bu yıl çok verimli bir Ayvalık Film Festivali geçirmiş olduk.” dedi.

Bu yıl festivalde rol aldığı hem “Beni Sevenler Listesi” hem de “Bir Nefes Daha” filmleriyle bulunan oyuncu Hayal Köseoğlu: “Bana hem tatil hem de sinema zevki yaşattı Ayvalık Film Festivali. İki film ekibiyle de bir arada olmayı çok özlediğimi fark ettim festival sayesinde. Festival kapsamında “Beni Sevenler Listesi” filmini de ilk defa sinemada izlemiş oldum, her zaman açık havada izlemiştim ama sinema salonunda izlemek ilginç bir deneyim oldu. Benim için şahane geçen bir festivaldi.” dedi.

Hangi filmler izlendi?

Buz gibi bir film hissi, Cannes Film Festivali’nde prömiyer yapan Memoria filminde yer almakta. Apichatpong Weerasethakul’un yönetip kaleme aldığı film, sürekli sesler duyan ve Kolombiya’ya kardeşini ziyaret için giden Jessica adlı bir kadını anlatıyor. Bu sesin peşine giden Jessica karakterinin yaşadıklarını izlediğimiz film, rüyalardaki metafor çözümlemeye çalışan ve gaipten gelen sesler konusunda tezat bir sessizlik koyarak türevlerinde fark atacak bir dilin peşine düşüyor. Bir anlamda birçok ruhun birbirlerine geçerek Jessica’da vücut bulduğu hissini anlamak güzel bir deneyimdi. Fakat filmi anlamak hakikaten zor, çünkü birkaç kez daha izlemeniz gereken ve deneyimlemesi zor filmlerden bir tanesi aslında Memoria… İkonik olmayan görüntüleriyle hafızaları zorlayan ve ses deneyimi konusunda kulakların pür dikkat olması gereken Memoria, başarılı sinematografisiyle de değerini ortaya koyuyor. Tilda Swinton’un karaktere karşı inançlı bir performans sergilediğini görebilmek mümkün. Filmi tek başına sırtlıyor bile diyebiliriz. 

Zürcher kardeşlerin yeni filmi Örümcek ve Kız, bir taşına hikayesi üzerinden insan ilişkilerini ve arzular evreninde ilginç bir yolculuğa çıkarıyor. Örümcek imgesini içinde bolca yayan film, şarabı da özümseyerek farklı bir tat yakalama çabasında. Mimari çizimleri de bünyesine katarak aslında dil inşasına farklılık katan film, bir süre sonra süresinin uzadığı hissine kapılmamızla bir anda hızını düşürüyor. İnsan iletişimi üzerine metotlar ve inceleme zamanı sunan film, samimi duygular peşine düşüyor. Film, Henriette Confurius’un güçlü oyunculuk performansıyla öne çıkıyor.

Berlin Film Festivali’nden ‘Altın Ayı’ ödülüyle dönen Kaçık Porno filmi, Radu jube’un yönetmenliğiyle karşımıza çıkıyor. Film izleyicide üç bambaşka duygu bırakıyor, benim hissim öyle en azından. Korkunç, sarkastik ve şaşırtıcı hisler… Bir kadının gündelik hayatına odaklandığımızı düşündüğümüz film, bir süre sonra ilginç olaylar silsilesine sürüklüyor izleyeni. Başlangıcını adeta ‘porno film’ olarak başlatan ve bir süre boyunca cinsel ilişki izleten film, izleyicinin algılarıyla oynuyor. Filmin orta bölümü, toplumsal sorunlar ve tarihi olayların dolduğu bir halle ilginç bir anlatı sunuyor. Ki bu sahnelerdeki birçok olay, filmin gereksiz yere uzatıldığını anlatıyor. Final bloğu ise tamamen vicdan ve akıllara oynuyor: ‘Bir öğretmenin ayyuka çıkan cinsel ilişki kaydı, onu sorgulamaya yeter mi?’ Peki bir öğretmenin eşiyle yaşadıkları kimi ilgilendirir? Videoya yorum yapmak o velilere düşer mi? İşte bu tarz vicdanı sorgularla filmi bir şekilde farkını koyuyor. Üç farklı final ise, izleyeni tatmin edebiliyor mu biraz muallak kalıyor bende…

İlk filmi ‘Toz Ruhu’nun bendeki yeri ayrı olan başarılı yönetmen Nesimi Yetik, ikinci filmi Dirlik Düzenlik ile karşımıza çıktı. Aile çatışmasının düzensizliği üzerine bir aşk şiiri tadında olan film, bir çok konuyu bünyesinde işleyerek farklı bir sinema dili yakalıyor. Film; kardeşlik ilişkisi, anne-kız ilişkisi ve bunun üzerinden toplumsal sorunlara da göndermeleri de bulunan ironik bir düzen içeriyor. Anne Dudu’nun evlenme kararı konusunda cesur hali, ancak kızlarının bu denli olmayışı durumu da dikkat çekici durmakta. Hepimizin içinde bir Hicran var aslında; kendini kanıtlama çabası içerisinde olan, karşısından nefret görmüş birine saldırma hali ve ailesini istemese de bir yandan onlardan kopmak istememesi durumu… Karakterler oldukça empati kurulası bir şekilde yazılmış. Asiye Dinçsoy, muhteşem bir performansla filmde yer alıyor. Betül Esener ise güçlü performansıyla adeta yeni dönem oyuncuları kervanına katıldığını bu filmle kanıtlıyor. Dinçsoy ve Esener, muhteşem oyunculuklarıyla birbirilerine bağlanıyorlar adeta. Dudu Yetik’in de tatlı bir tat bırakan, içten ve hayattan bir performansla filmde yer alması çok cesurca bir hareket. Yetik’in performansı, Pelin Esmer’in “11’e 10 Kala” filminde Esmer’in amcası Mithat Esmer’e verdiği gerçekçi rol performansını hatırlatıyor. Bu durum filme, bir yandan da gerçeklik hissi ve belgesel tadı da bırakıyor…

Çağıl Bocut’un ilk uzun metrajlı filmi olma özelliği taşıyan ve oyuncu kadrosunun yanı sıra hikayesiyle de dikkat çeken Sardunya filmi, Anlık kararların ve eş geçmelerin hayatta nasıl etkiler yaratabileceği üzerine bir düşünme seansı sunuyor. Bir ilk filme göre başarılı ve teknik anlamda da süre geçtikçe iyi hale gelen bir film izliyoruz aslında. Git gide sarsıcı bir hal alan ve bir anda kriminalleşme yoluna giden bir hikayeye vardığımızda, aslında ne kadar didaktik ilerlemiş bir senaryoyu izlediğiniz fark ediyorsunuz. Bu hikayenin bazı kısımlarının gerçek hikayeden alıntı olduğunu öğrenmemiz ise, şok etkisi yaşatıyor. Performansıyla ödül alan genç oyuncu İlayda Elhih, güçlü bir genç kız portresi çizerek başarılı bir performans sergiliyor. Ali Seçkiner Alıcı’nın güçlü performansı filme hücre hücre yayılırken, Ahsen Eroğlu’nun filme kattığı renk fark edilesi tatta. Ayrıca Evren Duyal dikkat çekici performansı da dikkat çekerken, filmin bir sahnesinde yer alan ve bir önceki filmi ‘Hemşire’ ye gönderdiği selam da fark edilmedi değil…

Cunda Adası, Ayvalık’ın ‘zümrüt taşı’ değerinde bir mekanı…

Festival devam ederken verdiğim kısa molada, Ayvalık’ın önemli bölgesi olan Cunda Adası’nı da gezme şansını buldum. Tüm teknelerin sırayla dizili olduğu bir sahil ve sahilde bulunan cıvıl cıvıl mekanlar selamları beni ilk olarak. Daha sonrasında ise ara sokakta bulunan hediyelik eşya dükkanlarına daldım, tabii ki magnetlerimi burada buldum. Ve arka sokaklarda bulunan Rum evlerine daldım; birçoğunda doğal yaşam devam ederken, birçoğunda ise terk edilmişlik hissi hakimdi. Ama her bir sokak fotoğrafik ve gezmelikti… Ara sokakları dolduran meyhaneler, lor tatlıcıları ve şarap evlerini geçtikten sonra ise, yokuşa doğru yürümece devam etti.

Aradaki otelleri geçtikten sonra, karşınıza Rahmi Koç Müzesi çıkıyor. Aslında burası eskiden bir kilise imiş ve Rahmi Koç tarafından harabe olmaktan kurtarılarak müzeye çevrilmiş. Müzede ufak bir tarih kokusu aldıktan sonra, yokuş yukarı yürümeye devam ediyorsunuz. Bir süre sonra bir yol ayrımı çıkıyor. İlk yolda Sevim Ve Necdet Kent Kütüphanesine çıkıyorsunuz. Bin bir çeşit kitaba ulaşabildiğiniz kütüphane, bolca fotoğraflık alan da bulunuyor. Bir yandan şirin kafesinde de Cunda manzarası izleyebilme şansına sahipsiniz. İkinci yol ise, tarihi yel değirmenine çıkıyor. Bolca fotoğraf çekebileceğiniz alan, aslında Rahmi Koç’ın evi olarak da biliniyor. Adanın biraz daha ilerisinde bulunan ve denize de girebileceğiniz Mola Beach Cunda, keyifli dakikalar yaşatıyor. Festival ekibiyle keşfettiğimiz ve mini bir kokteylle tattığımız mekan, herkese tavsiyedir. Kısacası Cunda adası, bol gezme yerine sahip ve keyifli vakit geçirebileceğiniz bir merkez olarak dikkat çekiyor…

Azize Tan: “Genç bir festival olduğumuzu her zaman söylüyoruz”

Bu yılki festivalin kendilerini çok mutlu ettiklerini belirten Başka Sinema Ayvalık Film Festivali Direktörü Azize Tan: “İtiraf etmek gerekirse, bu yıl festivali yapmak çok zor oldu. Biz genç bir festival olduğumuzu her zaman söylüyoruz. Bu yıl dördüncü yaşımız ve ilk iki yılımız pandemisiz herkesin bir arada olduğu festivaller olarak geçti. Üçüncü yılımızda pandemiden ötürü online bir festival yaptık.  Bu yıl festivali fiziki yapabilmek bizim için çok önemliydi, çünkü Ayvalık gibi bir yerde festivali çevrimiçi yapmanın bir anlamı yok. Gelen konuklar anlıyor aslında burada nasıl bir festival yapıldığını ve bu festivali ‘festival’ yapan en önemli şeylerden birisi Ayvalık çünkü.  Altı tane filmi kapsayan çevrimiçi gösterimimizin yanı sıra, her sene verdiğimiz “KAV Yılın Yönetmeni” ödülümüzü de verdik üçüncü yıl. Aslında bunu yaparken ‘hala devam ediyoruz, biz buradayız’ mesajını vermeyi amaçladık. Ayrıca İstanbul Film Festivali ile de bunu yaparak bir festival dayanışması içerisinde girdik. Ama önceliğimiz bu festivali fiziki olarak devam ettirebilmekti, o yüzen bu yıl festivali bu coşkuyla yapabildiğimiz için çok mutluyuz.” dedi.

Konukların festivalden çok memnun olduğu konusunda geri bildirimler aldıklarını belirten Tan, Ayvalıklı izleyicilerden de olumlu dönüş aldıklarını söyledi. Festival kapsamında öğrencilerle bir atölye programı yaptıklarını da söyleyen Tan: “Festivali atölye programında çalışan gönüllü öğrencilerimizle beraber yapıyoruz. Bu hem onlar açısından hem de bizim açımızdan çok iki bir durum oldu. Pandemi nedeniyle bu yıl festivalimizin ölçeğini küçültmek durumunda kaldık. Bir mekanımız daha az olurken, filmlerimiz biraz daha az ve konuklarımız da sınırlı oldu bu nedenle. Karantina kuralları nedeniyle uluslararası konuk davet edemedik bu yıl, ama buna rağmen dolu dolu bir festival geçirdik. Ancak festivalin kısa bir zaman içerisinde sağlam bir temele oturduğunu görürken, izleyicisi tarafından da benimsendiğini keşfettik. Hem sinema sektörünün hem de izleyicinin beğenisini kazanarak bir anlamda testi geçti festivalimiz.” dedi.

Ayvalık’taki izleyicinin de bir yıllık aranın ardından festivali özlediğini hissetiklerini belirten Azize Tan, festival mekanları olan Amfitiyatro ve Vural Sineması’nın izleyicilerle dolu olmasının herkesi çok mutlu ettiğini söyledi. Festivale gele konuklardan da ilginç geri bildirim aldıklarını söyleyen Tan[H1] : “Ayvalık esnafının da festivale meraklı olduğunu gördük. Konuklarımız kenti gezerken, yakalarında bulunan festival kartı sayesinde esnafında halkında çok ilgili ve mutlu olduğunu böylece anlamış olduk. Biz burada herkesin kendini iyi hissettiği, sinema seyrettiği, konuştuğu, bir araya geldiği bir ortam yaratmaya çalıştık ve amacımıza ulaştığımızı gördük. Festival kapsamında öğrencilere ve çocuklara da alan açmaya çalıştık. Çocuklar için gösterdiğimiz bir film oldu ve çocukların ağaçların üstüne çıkmış bir şekilde film izlediği halleri gördük.” dedi.

Festival kapsamında filmleri yarıştırmadıklarını söyleyen Tan, sinemaya destek olması açısından Kariyo-Ababay Vakfı tarafından bir yönetmen ödül verildiğini belirtti. Dördüncü kez verilen “KAV Yılın Yönetmeni” ödülünün bu yıl Fikret Reyhan’ın alması konusunda ise Tan, bu ödülün Türkiye’de güvenilir ve prestijli bir ödül haline geldiğini söyledi. Bir danışma kurulu tarafından ödülün verildiğini söyleyen Tan: “Kurul, 3 film yönetmenini Kariyo-Ababay Vakfı’na önerdi. Vakıf da bu yıl “Çatlak” filminin yönetmeni Fikret Reyhan’ı bu ödüle değer buldu. Benim için de “Çatlak” filmi bu yılın; hem senaryosu, yönetimi ve ansambl oyuncu kadrosuyla beraber çok sevdiğim filmlerden bir tanesi oldu. Oyuncu kadrosundan bir kişiyi çıkarsak domino taşı gibi dağılacak hissi var ve her biri birer dişli bir makinanın parçası gibi önemleri eşit derecede. Fikret Reyhan’ın ödül almasına çok sevindim ve kendisi, üçüncü filminin çekimleri esnasında festivale gelerek ödülünü aldı. Bu ödül çekimler esnasında onlara hem motivasyon oldu, hem de festivalse filmi olan diğer yönetmenlere de ilham kaynağı oldu bu durum.” dedi. Son olarak bu yılki festivali çok mutlu bir şekilde geçirdiklerini söyleyen Azize Tan: “Her şeye rağmen bir şeyler yapabildiğimizi gördük festival sayesinde ve hepimizin benzer düşünceleri, dertleri ve kaygıları olduğunu hissettik. Ama bir araya gelince bunların azaldığını ve bir şeyleri yapabilme ihtimalimizin her zamankinden fazla olduğunu hissettik hep beraber.” dedi.

Zaman Ustası

0

“Zaman esnedi.”

Ne demek istemişti? Irmağın kıyısında yürüyorduk. Buzların çözüldüğü, kıyıda köşede kalmış kristallerin üzerinde güneşin dansa benzer ışıltılar saçarak bize eşlik ettiği, serin sayılabilecek bir akşamüstüydü. Neredeyse günlerdir evden dışarıya çıkmamıştım. Mitler ve efsaneler üstüne çalışıyordum.

Kalın perdelerinden güneş sızmayan evimden çıktığımdan beri soluduğum temiz hava, ciğerlerimde, parlak ışık gözlerimde, bir bayram etkisi yaratmıştı. Bir şeyler daha söylemesini bekledim. Devetüyü kabanının yakasını kaldırıp ellerini cebine soktu. Sanki biraz önce zamanla ilgili o cümleyi eden kendisi değilmiş gibi çitlerin gerisindeki sürüye bakıyordu.

Buraya daha önce gelmemiştim. Bir yere kadar arabayla gelmiş sonra koyu gövdeleriyle göğe doğru yükselen ağaçların arasındaki bir patikadan geçmiş ve nehir boyuna çıkmıştık. Nehre eşlik eden toprak, dar bir yolda; ikimiz de aynı anda, aynı hızda, aynı uzunlukta adımlarla yürüyorduk. Bu uyuma dikkatimi verip üstüne bir şeyler söyleyecekken aramızda oluşan eşzamanlılık da bozulmaya başladı. Demek ki, içimde bu uyuma dikkatini veren güçle bu uyumun devamına engel olan güç aynıydı. Belki zamanın esnemesiyle ilgili söylediklerini duymazlıktan gelip bundan bahsetmeliydim. Oysa konuşacak bile halim kalmamıştı. Ayaklarımın altı o kadar zaman evden çıkmadıktan sonra bu kadar uzun bir süre yürümeye isyan eder gibi zonkluyordu. Bu durumda en iyisi biraz dinlenmeyi önermek olacaktı. Bir bank görünce, “Şurada biraz oturalım mı?” diye sordum.

Sadece başıyla onayladı. Keşke zamanın esnemesini de böyle tek bir hareketle anlatabilseydi. Ayaklarımı uzatınca rahatladım. Güneş ağaçların arkasına çekilmişti. Gölgeleri ve nehrin suyunu hafifçe okşayan ayaz, serinliğini iyiden iyiye hissettiriyordu.

Ne yani! Zamanın uykusu mu gelmiş? Esnediğine bakılırsa bir de ninni istiyor galiba!

Gülümseyerek baktı. “Tek bildiğim zamanın esnemiş olduğu,” dedikten sonra saati sordu. Saati sorarkenki gülümsemesi nedense ensemden içime sızan havadan bile daha ürpertici geldi.

Yola çıktığımızdan beri iki saat geçmiş olmalıydı. Telefonumu çıkarınca gördüğüm rakamlarla hayrete düştüm. Sadece kırk beş dakika geçmişti. Bu nasıl olabilirdi? Zamanın esnediğini söylerken bildiği bir şey mi vardı? Hayretle gözleri nehrin sularına dalıp çıkan karabataktan başka bir şeyi görmeyen arkadaşıma baktım.

Şu zamanın esnemesi meselesini biraz açsana.”

Yine o ürpertici gülümseme yayıldı yüzüne ama en azından bu sefer sessizlik uzun sürmedi. Hafifçe bıyığını okşarken, “ne olduğunu bilmiyorsun ama benim bunu anladığıma eminsin, öyle mi?” dedi. Büyük bir hevesle beklediğim cevap yerine sadece bana yönelen bir soru bulmuştum. Hoşnutsuzluğumu belli eden bazı sesler çıkararak hayıflandım. Aklımdan görüşmeyeli kendini Sokrates sanmaya başladı herhalde diye geçti bile. Yerden elips şeklinde hafif taşlar topladım ve onları suda sektirmek için yanından kalktım. Birkaç denemeden sonra vazgeçtim. Daha kararlı bir sesle, “Zamanın esnediğini söyleyen sensin. Ben de saate bakınca bunun doğru olduğunu anladım. Şimdi bana neler olduğunu anlatmak ister misin?” diye sordum.

Peki.” dedi. “Sana uzun süredir söylemek istiyordum. Senin bunları duymak için hazır olup olmadığınındansa emin değildim. Kimseye hazır olmadığı bir bilgiyi veremezsin ama madem cevabı duymayı bu kadar çok istiyorsun söyleyeyim. Ben bir zaman ustasıyım.

Hayretle ona döndüm. “Zaman ustası mı?” diye haykırdım.

En yakın dostumun bilmediğim doğaüstü güçleri vardı ve ben bunu şimdi duyuyordum. İçime kaygı, hayranlık, kıskançlık benzeri duygular üşüştü. Onu, hissettirmemeye çalıştığım yeni bir dikkatle süzmeye başladım. Hayır, görüşmediğimiz günlerde onda değişen hiçbir şey olmamıştı. Her zamanki gibiydi. Gözlüğü burnunun ortasında bir yerlerde, alnında heyecanlandığında kabaran damarı belli belirsiz şakaklarına doğru uzanan, saçları aynı uzunlukta, belirsiz kıvrımlarla kulaklarının arkasına tutturulmuş, birkaç perçemi yüzüne dökülmüş, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Belli ki zaman ustası olmak onu zerre değiştiştirmemişti. Belki benim bile ilk anda fark etmediğim bir şeyler vardı.

Şaşkınlığım geçen dakikalarla azalacağına gittikçe artığından, onu silkeleyip sarsmak, bana her şeyi anlatması için çılgınca sözler söylemek isteği duymaya başladım. Bu isteği, dizginlemek ya da bir şeyler söylemek arasındaki kararsızlığımı, “Demek öyle! Bilmediğim başka şeyler de var mı? Sen bir zaman ustasısın ve bunu bana şimdi mi söylüyorsun?” diyerek yendim.

Hey sakin ol.” diye konuşmaya başladı. Nasıl sakin olabileceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Belirsiz bir kırgınlık yüzümü yaladı. Böyle bir şeyi heyecanla karşılamayıp da ne yapacaktım?

Aslında her şey çok basit.” diye söze başladı. “Uzun süredir evden dışarıya çıkmamıştın. Bu nedenle yaptığımız bu tempolu yürüyüşte çok zaman geçtiğini düşünmen gayet doğaldı. Saatine hiç bakmayınca, olmayan bir kavram uydurup seni kandırdım. Tamam mı? Senin olmayan bir şeye neredeyse içgüdüsel olarak, hiç sorgulamadan, inanmaya hazır olarak atlaman beni biraz şaşırttı. Öyle ki, daha fazla uzatırsam seni aksine ikna edemeyeceğimden bile korktum. Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. İşin aslı daha fazlasını uydurmam da mümkün değildi. Kızmadın ya?” dedi.

Şimdi gülümsemesinin beni neden ürperttiğini anlamıştım. Dudakları gamzelerine doğru çekilirken, küçük yemlerle kafese çekilen zavallı bir kuşun avcısının hissettiği tadı alıyor olmalıydı. Açık söylemeliyim ki bozulmuştum. Oysa şimdi, uzun yıllara dayanan dostluğumuza bakınca onun gerçekten bir zaman ustası olduğunu düşünüyorum. Benim gibi pek çok kişi, oltasına taktığı yemlere kapılmıştır ve o hepimizi sözlerinin oltasından çekip avucuna almış sonra da canhıraş kuyruk sallayıp tuhaf tuhaf ağzını açıp kaparken denize atmıştır.

Ne zaman, bir cerrah titizliğiyle saçtığı oltalara kapılanlarla ilgili bir şeyler anlatsam kahkahalarla güler. O zaman, bunların hepsini içinde sakladığını ve hatırladığını anlarım. Diğer yandan o hiçbir zaman bunlardan bahseden olmaz.

Afgan yazar Taqi Akhlaqi: “Kötüler gidecek, iyilik kazanacak!”

Çeviri: Alisa Candan Karsu

Kabil asıllı yazar Taqi Akhlaqi, Taliban’ın işgali esnasında ülke dışındaydı. Kendisi içini kemirip durmakta olan suçluluk duygusuna ve ilerleyen süreçte neler yapılabileceğine dair bir yazı yayımladı:

Her hikayenin bir sonunun olduğu elbette kaçınılmaz bir gerçektir; ne var ki Afganistan‘ı beklemekte olan sonun bu kadar trajik, yıkıcı, şoke edici olabileceği aklımın ucundan geçmezdi. Eğer bütün bu yaşamakta olduklarımız bir anlatıdan ibaret olsaydı senaryoyu baştan sona dikkatlice inceleyebilmek adına gereğinden fazla zaman ayırır; yazarın bizlere aktardığı her ufak ayrıntı karşısında adeta büyülenirdim. Büyük bir ihtimalle yazarın Franz Kafka, Edgar Allan Poe ve Stephen King’den esinlenmiş olabileceği kanısına varırdım.

Sorun şu ki söz konusu senaryo anlatı olmaktan çok uzakta. Gözlerimizin önünden akıp gitmekte olan bir gerçeküstü gerçekliğin tam ortasındayız. Üstelik gözlerimizi ne kadar kapatacak olursak olalım; mevcut durum değişmeyecek.

28 gün önce, ailece Delhi’ye doğru yola çıktığımız gün, Kabil’de her şey yolundaydı. Kentin yakın gelecekte değişikliğe uğrayacağına dair herhangi bir bulgu söz konusu değildi. Bizler, yakın zamanda Afganistan’a döneceğimizi göz önünde bulundurarak eşyalarımızı, evimizi olduğu gibi geride bırakmıştık. Gelmiş olduğumuz noktadaysa adeta önümüzü göremez bir haldeyiz. İlk etapta, gelişmeleri bulunduğumuz noktadan takip ettiğimiz sürecin başında, alabildiğine iç karartıcı bir hikayenin içerisinden ara ara umudu da mutluluğu da seçebiliyorduk; fakat günümüzde siyah dışında herhangi bir şey göremez ve seçemez olduk.  

Geceleri yalnızca birkaç saat uyuyor, sürekli olarak haberleri takip ediyor; bunun dışındaysa Kabil’de yaşamakta olan anneme, babama, kız ve erkek kardeşlerime, arkadaşlarıma ulaşmaya çabalıyorum. Haber akışını her fırsatta yeniliyor, olumlu bir gelişmeye denk gelmek umuduyla telefonun ekranını aşağıya doğru kaydırıp duruyorum. Güzel haberler alabilmek neredeyse imkansız; aksine, internette ne kadar uzun süre gezinirsem o kadar çok olumsuzluk beni buluyor.  İnsanlar çaresiz, öfkeli, korku dolu, şaşkın, hayal kırıklığına uğramış vaziyette. Bense burada ayrı bir panik yaşamaktayım; nihayetinde arkadaşlarım her an yanlış bir harekette bulunabilirler (örn. kendilerini hava alanında pistte koşarken bulabilir; uçakların üzerine tırmanabilirler). İnsanın kolaylıkla bilincini yitirebileceği, karar alma yetilerinden uzaklaşabileceği bir ortam söz konusu. Bu yüzden arkadaşlarımla iletişim halinde kalmam, onları sakin kalmaya ikna etmem, durumun gidişatına dair değerlendirmelerde bulunmam büyük önem taşıyor.

Kabil Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan bir arkadaşım bir kadın öğrencisinin geçenlerde kendisine son derece acı, inanılması güç bir soru yöneltmiş olduğundan bahsetmişti: “Taliban üyeleri bizleri evlerimizden almak için kapılarımıza dayandıklarında, bizlere tecavüz ettiklerinde veya seks kölesi olarak kullanmaya kalkıştıklarında intihar etmek bir seçenek olarak görülebilir mi? Allah böyle bir günahı işlememiz halinde bizi affeder mi?”

Afganistan’ın batısında yer alan Herat kentinde hayatını sürdürmekte olan bir başka genç kadın ise blog’u aracılığıyla ailesiyle yaşadığı bir tartışma anını aktarmış: “Benim babam muhafazakar bir birey. Taliban’ın evimizi basmasından; annemi ve beni alıp götürmesinden çok korkuyor. Böyle bir durumun oluşması halinde bizleri kendi elleriyle öldüreceğinden bahsedip duruyor. Onun gözünde hepimiz için en iyisi bu. Çekmecesinde bir süredir silah bulundurmakta.” Pek çok internet sayfasında benzer hikayelere rastlamak mümkün.  

Kabil’de yaşamakta olan biri 13 diğeriyse 16 yaşında iki kız kardeşim var. Bu hikayelerden birkaçını okumuş olmalılar ki geçenlerde aralarından bir tanesi bana şunu yazdı: “Burada yaşadığımız sürece bizler için herhangi bir gelecek söz konusu değil. Neyse ki sen kendini kurtardın.” Bu cümleleri Taliban’ın Kabil’e girdiği gece göndermişti. Mesaj sonrası telefonda kardeşimle uzun bir konuşma gerçekleştirmiş; azıcık kalan umudunu olabildiğince körüklemeye çabalamıştım. Annem, babam ve erkek kardeşlerimin durumu da kız kardeşleriminkinden pek farklı sayılmaz. Gözlerine uyku girmiyor, perişan haldeler. Afganlar son günlerde Taliban’ın beyaz bayrakları, evlerini terk etmek ve dışarda kamp kurmak durumunda kalmış aileler, boş sokaklar ve hava alanına doğru akın etmekte olan insan sürüleri dışında herhangi bir şey görmez oldular.

Ben Delhi’de köşeme çekilmiş rahat rahat bunları yazarken elbette kendime yönelttiğim kimi sorular da mevcut: “Delhi’de ne işin var? Ülken batmakta, ülkendeki insanlar acı çekmekte; sen ise halen burada oturmuş yazı mı yazıyorsun?” Evet, yazıyorum ve tam da şu anda ülkem ve insanları bana ihtiyaç duyarken orada bulunamamanın utancını yaşıyorum. Duyduğum utanç aynı zamanda güvenli bir bölgede bulunmamdan kaynaklı. Aklımda “Titanik” filminin sahnesi canlanıyor: Gemi bir taraftan batarken diğer taraftan yolcular kendilerini suya atarak canlarını kurtarmaya çabalıyorlar. Tam da o anda kemancı kemanını çıkarıp «Nearer My God to You» şarkısını çalmaya başlıyor. Acaba Afganistan battı da ben burada yalnız başıma, tıpkı o kemancının yaptığı gibi, yalnızca kelimelerle mi oynuyorum? Peki bunun dışında neler yapabilirim? Sanırsam görmüş olduğum onca fotoğraf ve yaşadığım stresten kaynaklı artık sağlıklı düşünemiyor, durum değerlendirmesinde bulunamıyorum.

 “Düşmek” kelimesi ve insan üzerinde yarattığı etki

Son iki haftadır sıklıkla duyduğum, her yerde okuduğum, çokça kullandığım ve beni derinden yaralayan (üstelik beş duyumla hissettiğim) bir adet kelime mevcut: “Düşmek”. Yüzlerce bölge ve otuzun üzerinde il art arda düşmüş vaziyette; bulunduğum odada sürekli olarak “düşmek” kelimesi yankılanıyor. Bir yerden sonra “Artık duymak istemiyorum!” diye yalvardığımı hatırlıyorum. Yalvarmam işe yaramamıştı tabii; ülke öyle büyük bir hızla düşüyordu ki durdurmak mümkün değildi. Kabil’in düştüğü gazeteciler tarafından aktarıldığında adeta yıkıldığımı hissetmiştim. Birkaç dakika boyunca öylece hareketsiz kalakalmıştım.

Dedikodular ve komplo teorileri öylesine yayılmış durumda ki gerçeği yalandan ayırt etmek gitgide daha da zor bir hal alıyor. Bölgelerin teker teker düşüyor olduğunu duydukları anda askerlerin görev yerlerini terk ettiklerine dair söylemler mevcut. Kimi insanlar Eşref Gani’nin planlı bir biçimde barışçıl yollarla yönetimi Taliban’a devrettiği kanısında. Başkalarının bakış açısı ise Gani’nin müttefikleri tarafından yönlendirildiği yönünde. Bana kalırsa tek gerçek var: Daha fazla, daha derine “düşmeyi” göze alamayız ve eğer Amerikan uçaklarına tutunabileceğimize inanır, onlara güvenirsek şüphesiz ki düşmeye devam edeceğiz.

En umutsuz anımızda bile adımlarımızı sıklaştırmalı, yolumuza devam etmeliyiz. Kim bilir; belki de tünelin ucunda bizleri beklemekte olan bir ışık vardır. Mevcut durum bana “Yüzüklerin Efendisi – Kralın Dönüşü”nü anımsatıyor; Frodo’nun son dakikada yüzüğü yok edişi ve dünyayı kurtarışı gözlerimin önünden gitmiyor.  Acaba bizler de yüzüğü lavların arasına fırlatabilir; günümüzde yaşanmakta olan bu trajediden mutlu bir son yaratabilir miyiz?

Afganistan İslam Emirliği geçmişte yozlaşma ve yolsuzlukla dolu bir lağım çukurunun içine düşmüş, sonrasındaysa kendisini kurtaramamış; aksine hızla batmaya devam etmişti. Uzun yıllardan beri çeşitli bölgelerde “hayalet öğretmenler”in varlığından haberdardık; fakat zaman içerisinde adım adım hayalet öğrencileri, okulları, hastaneleri, doktorları, hastaları ve – en tehlikelisi – hayalet askerleri keşfeder olmuştuk. Acaba gerçekten de 350.000 civarı askerimiz olduğu doğru muydu? Bunlardan kaçı hayattaydı, kaçının ismi mevcut listede yer almaktaydı?  Bu koskoca hayalet orduyu finanse edenler kimlerdi? Ordunun zamanla yozlaşmış olan her bir mensubunun tek derdi maddiyattı; bu yüzden de ceplerini her daim parayla doldurmak noktasında son derece başarılıydılar. Zamanla bu tavırları güvenlik sektöründe yer alan başka bireylere de sıçramıştı. Ceplerini parayla doldurmaya doyamayan bu bireyler zamanla yalnızca Afgan halkını rehin almakla kalmamış; aynı zamanda dört bir yandan gelen uluslararası desteği de kötüye kullanmaya başlamışlardı – destekte bulunan ülkeler her ne kadar her şeyin farkında olsalar da günün birinde etkili bir reform gerçekleştirecekleri umuduyla bu duruma göz yummakta karar kılmışlardı. Her geçen gün biraz daha çıkmaza doğru sürüklenmekte olduğumuz su götürmez bir gerçekti. Bunca yolsuzluk… Her ne kadar sabrımızın bir sınırı olsa da açgözlünün gözü doymak bilmiyordu. Afganistan İslam Emirliği‘nin o dönem kağıttan bir evden farksız olduğunun ayırdına yeni yeni varmış bulunmaktayız. Oysa o zamanlar daha ilk fırtınada yerle bir olmuşlardı.

Güçlü bir altyapının getirisi

Elbette anlattıklarımdan çok sayıda ders çıkarılabilir; fakat öncelikli olarak yapmamız gereken, izleyeceğimiz yola yönelik karar almak. Karar almak oldukça zor. Saat işliyor, zaman daralıyor. Afganistan için yepyeni bir dönem başlıyor; tarih kitaplarına bu yeni bölümü ekliyor olduğumuz şu esnada ortaya güzel bir bölüm çıkarabilmek adına en güzel kelimeleri hep birlikte seçmek de bizim elimizde. Bana kalırsa henüz Afganistan’ı kaybetmiş değiliz; çabalarımızın ve yatırımlarımızın hiçbirisi boşa değildi. Seneler boyu güzel bir altyapı oluşturduk ve mevcut altyapı savaşla yerle bir edilemedi. Üstelik elimizde evlerden, köprülerden ve yollardan çok daha değerlisi var: Bizlere özgürlüğümüzü, haklarımızı savunmayı öğreten bir neslin evlatları olmak.

Olumlu bir gelişme üzerine

Nüfusun yarısından fazlası 11 Eylül öncesi varolan Taliban rejimini anımsamıyor; internet sitelerine ve sosyal medyaya da erişimleri var. Ben, genç bir Afgan yazar olarak, sizlere her daim minnettarlık duyacağım. Sayenizde Kabil’de seneler boyu kendimi geri çekebileceğim; sakince kitap okuyup yazabileceğim bir alana sahip olma fırsatına eriştim. Bunu asla unutmayacağım, sizleri asla unutmayacağız.

Taliban’ın dünya genelinden bağımsız bir politika izlemek istemediğine dair pek çok bulgu mevcut. Bu son derece olumlu bir haber. Taliban diğer ülkelerle nasıl bir ilişki içerisinde olmak istediğini her fırsatta açıkça belirtmekte. Bu noktada söz konusu ülkelerin birlik olması Afganistan‘da azınlık haklarının, kadın haklarının ve insan haklarının onayı açısından büyük önem taşıyor. Siyasi açıdan yenilikçi, kapsayıcı, şeffaf, işe yarar bir sistem oturtulabilmesi adına ülke üzerinde diplomatik baskı uygulanması şart. Ancak bu şekilde barış ve refah üzerine kurulu bir ortam oluşturulabilir ve bu ortam Afganistan’dan başlayarak dünyanın tamamına yayılabilir.

Afganlar da yüzyüze ve sosyal medya üzerinden son umut kapısı olarak genellikle bu çıkış yolunu tartışmaktalar. Kabil’de yaşamakta olan ve hayatlarından endişe duymakta olduğum ailem ve arkadaşlarımla paylaştığım düşüncelerim de bu yönde. Bahsini etmiş olduğumuz bu çıkış yolu, Afganların mevcut korkularını aza indirger nitelikte; bir çıkış yolunun varolduğunu bilmek onları bir miktar rahatlatıyor. Eğer birlik olursak Frodo’ya destek olabilir, yüzüğün yok olmasını sağlayabilir, iyilerin kazanmasına vesile olabiliriz. Ne dersiniz?

Kaynak: https://www.bernerzeitung.ch/afghanistan-ist-noch-nicht-verloren-oder-146458878725

İngilizce’den Almanca’ya çeviren: Fritz Göttler

(Bu metnin Türkçe çevirisi Gazete Solfasol adına gerçekleştirilmiştir.)

Michael Ende’nin Fantastik Romanı Bitmeyecek Öykü

Her kitap, her hikaye bir keşfediştir aslında. Bazen okuduğunuz kitaptaki baş karakterin yerine geçer bazen de salt bir okuyucu olarak sadece hayal edersiniz. En keyifli anlar kitapların sayfalarını çevirdiğiniz o eşsiz zamanlarda başlar. Nerede olduğunuz önemini yitirir çünkü ruhunuz asla bulunduğunuz yerde kalmaz o çoktan kanatlarını açmış farklı diyarlarda bilinmeyen yolculuğuna başlamıştır. Michael Ende’nin Bitmeyecek Öyküsünü okurken de tam olarak bu duyguları hissettim. Peki ya sizin hiç elinizden bırakamadığınız, kendinizi tamamen dış dünyadan soyutlayarak maceraya atıldığınız kaç kitap oldu? Belki sadece bir belki de yüzlerce….

Bitmeyecek Öykü, küçük bir çocuğun hayallerinden, dileklerinden ve yaşadıklarından çok daha derin anlamlar taşıyor aslında. Kitabın baş karakteri Bastian asosyal ve masum bir çocuk. Kendini güçsüz ve yalnız hissediyor. Bir gün tesadüf eseri girdiği kitapçı dükkanından çaldığı kitapla büyülü yolculuğuna adım atıyor. Kimi zaman kendi olmaktan çıkıyor, yolunu kaybediyor ama bambaşka bir serüvenin içine dalıyor.
Her keşfediş insanı gerçeklerle yüzleştirir, olgunlaştırır ve büyütür.

Kitabın ana teması: “Bir şeye inanıyorsan önce onu gerçekleştirebilmek için istemen, hayal kurman ve onun için mücadele etmen gerekir. ” düşüncesi üzerine kurulu. Hepimiz zaman zaman ütopik şeyler isteyebilir ya da hayal kurabiliriz. Bunu en çok da çocukken yaparız. Zaman ilerledikçe bir şeylerin değişme ya da olma ihtimali bize uzak ve imkansız görünür. Zannederiz ki hayal kurmak gerçek dışı, çocukça yapılan bir eylem. Oysaki en büyük yanılgıya burada düşeriz. İçimizdeki çocuk hayallerini söndürdüğünde dünya resmen karanlığa bürünür. Ve nedense komik bulduğumuz o gerçekleşmesi güç hayaller en büyük isteklerimize giden yokuşlu yollarda karşımıza çıkan demir gibi sert kapıları aşmamıza yaracak sihirli anahtarlarımızdır.

Sahip olduğumuz güç bazen bize zarar verebilir. Hırs ile atılan her adım o an için her ne kadar galibiyet gibi gözükse de en büyük çöküşün başlangıcıdır aslında. Kitap, taşıdığı derin anlamlar ile bir çocuk kitabı olmaktan çok yaşamı sorgulatıyor okuyucusuna. Mesela tutunduğun bir hayalin peşinden giderken ya geçmişini unutman gerekse? En yakınlarını bile… Yine de o büyülü kapıdan geçmeyi seçer misin? Ya okuduğun her öykünün içine fark etmesen de bulunduğun kimlikle giriş yapıyorsan? Ya farkında bile olmadan bütün dağarcığını, bilinçaltını yönlendiriyorsan?

Kitap aslında derin düşünmemizi küçücük bir çocuğun masum ve hırçın duyguları ile anlatıyor. Yazar Micheal Ende’nin en bilinen kitabı her ne kadar Momo olsa da Bitmeyecek Öykü fantastik kurgusu, zihin açıcı olay örgüleri ile okuyucuyu düşündürüyor. Gerçek bir deneyim yaşarken fantastik bir dünyanın kapılarını aralıyor. Kitap bittiğinde hissedeceğiniz muhtemel duygu acaba ben hangi hikayenin içine daldım, Hangi romanın içinde kimlerle arkadaşlık ettim de ruhumu besledim oluyor.

Yazarın Momo kitabını da okumanızı tavsiye ederim ama Bitmeyecek Öykü kesinlikle ilk sıranızda yer alsın.

Keyifli okumalar. 

Bitkisel Kolajen Nedir

Kolajen, sadece hayvansal kaynaklardan elde edilebilen bir proteindir. Bitkisel kolajen tabirini kullanmak bu açıdan doğru değildir. “Collagen booster” olarak bilinen bitkisel takviyeler sadece vücudunuzdaki kolajen artışına katkıda bulunabilir. Vejetaryen ve vegan dostu olan bu ürünler, hem beslenme stillerinde hem de cilt bakımında tercih edilebilir. Ancak vücudunuzun ihtiyaç duyduğu kolajen takviyelerine yalnızca hayvansal ürünler aracılığıyla ulaşabilirsiniz.

Bitkisel Kolajen Nedir?

Artan yaşla birlikte vücuttaki kolajen miktarı azalmaya başlar. Bazı hastalıklar da kolajenin azalmasına neden olabilir. Bu durumda kolajen içeren besinleri tüketmeye özen gösterebilirsiniz. Daha pratik çözüm için saflaştırılmış kolajen takviyelerinden de yararlanabilirsiniz. 

Özellikle vegan ve vejeteryan yaşam tarzına sahip olanlar, kolajen takviyesi yapabilmek için bitkisel ürünlerin arayışı içerisine girebilirler. Ne var ki bitkisel ya da vegan kolajen diye bir şey bulunmamaktadır. Amino asit dizilerinden oluşan ve vücutta yeni kolajen üretimini uyarmaya yardım eden yapısal bir protein molekülü olan kolajen takviyeleri, hayvansal kaynaklıdır. Kolajenin vücuda alınması için kolajen yönünden zengin hayvansal gıdalar (kelle paça çorbası, kemik suyu, balık derisi ve kılçıkları vb.) tüketilmesi ya da tüketime hazır takviye olarak kullanılması gerekir.

Bununla birlikte vücutta yeni kolajen üretimi, bitkisel takviyelerle de desteklenebilir. Kolajen içeren bitkisel yağlar bulunmamakla birlikte bitkisel içerikler kolajen sentezini belli bir oranda artırabilir. Bu ürünlerden yararlanarak kolajen artışı için destekleyici adımlar atabilirsiniz. Roka, ebegümeci, adaçayı, nane, ısırgan otu, ıspanak ve lahana gibi yeşil yapraklı sebzeler ile soya içerikli ürünler içeriklerindeki vitaminler ve amino asitlerle kolajen sentezini artırmaya yardımcı olabilir. Hem cilt bakımında hem de diyetlerde pek çok bitkisel kaynaktan yararlanılabilir. Zengin içerikli bitkiler ile hazırlanmış kolajen artırıcı ürünleri kolajen takviyelerine destek olması için kullanabilir, vücudunuzdaki kolajen miktarının artmasına katkıda bulunabilirsiniz. Aynı zamanda vitamin ve mineral bakımından da zengin olan bu kaynaklar cilt sağlığınızı korumaya yardımcı olur.

Bitkisel Kolajen Nasıl Elde Edilir?

“Kolajen hangi bitkilerde var?” diye merak ediyorsanız bitkilerin kolajen içermediğini bilmelisiniz. Dolayısıyla bitkisel kolajen elde edilemez ancak daha çok yeşil yapraklı sebzeler tüketerek vitamin desteğiyle vücudunuzdaki kolajen sentezini destekleyebilirsiniz. Kolajen sentezini artıran bitkisel kaynakların yağ bakımından zengin seçeneklerini salata gibi yiyecekler ile tüketmeniz mümkün. 

Kolajen azalmasına bağlı olarak ciltte meydana gelen sarkma, kırışıklık ve mimik çizgileri gibi görüntüleri hayvansal kaynaklı kolajen takviyeleri ile kontrol altına alabilirsiniz. Yapılan klinik araştırmalar sindirime katılan kolajen takviyelerinin cilt katmanlarına ulaştığını gösteriyor. Böylece sağlıklı ve canlı görünen bir cilt dokusuna kavuşmanıza yardımcı olabilir. Hayvansal kaynaklardan elde edilerek kapsül, toz ve sıvı gibi formlarda satışa sunulan kolajen takviyelerinden yararlanarak cilt, eklem, kas ve iskelet sisteminiz için sağlıklı adımlar atabilirsiniz. Kas ve eklem rahatsızlıklarında doktorunuzun önerisiyle kolajen takviyelerinden destek alabilirsiniz. Bu takviyeler iyileşme sürecine de olumlu katkılarda bulunur. Organ, kas, kemik ve damar yapısında bulunan kolajenin hareket sistemindeki rolü büyüktür. Eklem hasarları ve cilt esnekliğinin azalması gibi problemleri en aza indirmek için kolajen takviyelerinden yararlanabilirsiniz.

Bitkisel Kolajen Gerçek Mi?

“Kolajen hangi bitkilerde bulunur?” sorusuna yanıt arıyorsanız bitkisel kaynakların kolajen proteini içermediğini unutmamalısınız. Dolayısıyla doğal kolajen içeren bitkiler bulunmaz. Kolajen sadece hayvansal ürünlerden elde edilebilen bir protein türüdür. Ancak isterseniz kolajen artıran bitkilerden yararlanabilirsiniz. Kolajen üretimini destekleyen bitkileri beslenme düzenine dahil etmek vücut sistemlerinizin sağlıklı işleyişine katkıda bulunur. 

Hayvansal kaynaklı gıdaların sağladığı besleyici ve zengin içerikler sayesinde sağlığınız için çok yönlü etkiler elde etmeniz mümkündür. Supra Protein’in ürün yelpazesinden ulaşabileceğiniz kolajen çeşitleri ile vücudunuzun ihtiyaç duyduğu zengin içerikleri karşılayabilirsiniz. Supra Protein ile farklı formlarda tercih edebileceğiniz kolajen çeşitlerinin yanı sıra vitamin ve mineral takviyelerini de hemen satın alabilirsiniz.

Altın Portakal’ın 58. yılında Ulusal Yarışma heyecanı!

Antalya Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde düzenlenen ve TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla gerçekleştirilen 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali için heyecan başladı! 2-9 Ekim tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak ve Türkiye’nin en köklü film festivallerinden olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, geçtiğimiz günlerde Ulusal Yarışmasında yarışacak olan filmleri açıklamıştı. Bu kez festival, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yarışacak on filmi değerlendirecek olan jürisini de açıkladı. Ayrıca festivalin afişi de belli oldu. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in başkanlığını yaptığı 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin idari direktörlüğünü Cansel Tuncer, yönetmenliğini Ahmet Boyacıoğlu üstlenirken, sanat yönetmenliğini Başak Emre yürütecek. Antalya Film Forum’un direktörlüğünü ise Müge Özen ve Pınar Evrenosoğlu yürütecek.

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda 10 film yarışacak!

Festivalin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yarışacak olan 10 filmi; sinema eleştirmenleri Mehmet AçarMuammer Brav ve Sevin Okyay’ın oluşturduğu seçici kurul belirlemişti. Festivalin yarışmasında izleyici ve jüri karşısına çıkacak olan on film arasındaki dört film, dünya prömiyerlerini  Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gerçekleştirecek. Geriye kalan beş film ise Türkiye’deki ilk gösterimlerini Antalya’da yapacakken, seçkide yer alan beş film ise “Behlül Dal En İyi İlk Film Ödülü” için yarışacak. Festivalin yarışmasında yer alacak olan film ve yönetmenleri ise, şu şekilde açıklandı:

Anadolu Leoparı / Emre Kayiş

Bağlılık Hasan / Semih Kaplanoğlu

Bembeyaz / Necip Çağhan Özdemir

Birlikte Öleceğiz / Hakkı Kurtuluş, Melik Saraçoğlu

Diyalog / Ali Tansu Turhan

İki Şafak Arasında / Selman Nacar

Kafes / Cemil Ağacıkoğlu

Kerr / Tayfun Pirselimoğlu

Okul Tıraşı / Ferit Karahan

Zuhal / Nazlı Elif Durlu

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek yaptığı yazılı açıklamada “Festival afişi geçtiğimiz aylarda yaşanan ve tüm ülkemizi derinden üzen orman yangınlarının yarattığı yıkımın ardından, sanatın iyileştirici gücüyle yeniden yeşermeye, el ele verip üretmeye devam ederek yangının elimizden aldıklarını yerine koyacağımıza olan inançla hazırlandı. Antalya başta olmak üzere ülkenin pek çok yerinde yaşanan yangınların söndürülmesi için canla başla çalıştık. Şimdiki görevimiz ise kaybettiklerimizi yerine koyabilmek, yaşanır bir gelecek için umut ve ilham olmak diyerek festivalimizin afişine ağaçlarımızı taşıdık. Aynı zamanda bir müjdemiz daha olacak; bu yıl festivalde ‘Antalya Altın Portakal Hatıra Ormanı’nı oluşturmak için ilk fidanlarımızı dikeceğiz ve Antalya’ya festival gibi köklü ağaçlarla dolu, her yıl sinemayla büyüyecek bir orman kazandıracağız,” dedi.

Böcek ayrıca, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda jüri olarak görev alacak isimleri de açıkladı. Yarışmanın jüri başkanlığını senarist, yönetmen, yapımcı ve akademisyen Emin Alper yapacak. Alper, ilk uzun metrajlı filmi “Tepenin Ardı” nın ardından, “Abluka” ve “Kız Kardeşler” filmleriyle dikkatleri üzerine çekmişti. Jüride ayrıca görüntü yönetmeni Ahmet Sesigürgil, yazar, senarist Ayfer Tunç, şarkıcı, söz yazarı, besteci ve prodüktör Gaye Su Akyol, oyuncu Hazal Kaya, tiyatro yönetmeni, eğitmen ve oyuncu Muhammet Uzuner ve yapımcı, yönetmen, senarist Senem Tüzen yer alacak.

Ulusal Kısa Metraj’da 12 ve Belgesel ’de 9 film yarışacak.

Festivalin Ulusal Kısa Metraj ve Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda yarışacak filmlere, Doç. Dr.Ahmet GürataSenem Erdine ile Engin Palabıyık’tan oluşan seçici kurul karar verdi. Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması’nın jürisinde ise; yönetmen, oyuncu, senarist Onur Saylak; oyuncu Öykü Karayel ve senarist, yapımcı, yönetmen ve akademisyen Tunç Şahin yer alacak. Yarışacak filmler ve yönetmenleri ise şu şekilde belirlendi:

Agna / Mazlum Demir

Aile Tablosu / Burcu Uğuz

Ajotin / Muhammed Seyyid Yıldız

Gece Kuşağı / Yasemin Demirci

Göl Kenarı / Aziz Alaca

İkinci Gece / Ali Tansu Turhan

Kaya / Okan Avcı

Larva / Volkan Güney Eker

Rewşen / Musab Tekin

Siz Biraz Uzak Kaldınız / Elif Refiğ

Soğuk / Adar Baran Değer

Stiletto: “Pembe Bir Aile Trajedisi“ / Can Merdan Doğan

Ulusal Belgesel Film Yarışması’nın jürisinde ise; yönetmen Didem Pekün; senarist, yönetmen ve yapımcı Pelin Esmer ile senarist, yönetmen, gazeteci ve yazar Pınar Öğünç yer aldı. Yarışacak filmler ise, şu şekilde açıklandı:

Acı ve Tatlı / Didem Şahin

An Kalır / Ebru Şeremetli

Bekleyiş / Aslı Akdağ

“EDE” Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm / Ersen Çıra

Her Şey Dahil / Volkan Üce

Kapıyı Açık Bırak / Ümran Safter

Muhtaç / Mehmet Emre Battal

Unkapanı: Bitmeyen Masal / Tayfun Belet

Vatansız / Esra Yıldız

Özlem giderten sinema coşkusu: Başka Sinema Ayvalık Film Festivali

1

Bazı festivaller vardır, uzaktan sesleri hoş gelir. İşte o festivallerden birinden canlı canlı yazıyorum sizlere. Başka Sinema Ayvalık Film Festivali ile ilgili her zaman çok güzel şeyler duymuşumdur. Yıllardır festivalcilik dendiğinde akla gelen isimlerden olan sevgili Azize Tan, burayı var edebilmek için tüm gücünü ortaya koydu. İlk iki yılında çok gelmeyi istediğim ama kavuşamadığım festivale dördüncü yılında kavuşmak, çok muazzam bir his. Geçtiğimiz yıl pandemi nedeniyle yapılamayan festival, çevrimiçinde 5 yabancı film gösterimi yapmıştı. O filmleri de tam tatil yaptığım döneme denk gelmiş ve yazlık bir ortamda izlemiştim. Hatta IKSV ile Online Festival Mümkün! adlı yazımda yer alan “İlk kez Başka Sinema Ayvalık Film Festivali!” alt başlığında izlediğim filmlere dair yorumlarımı bulabilirsiniz… 

Yılın yönetmeni ödülü, Fikret Reyhan’a çok yakıştı!

İşte geçen yıl çevrimiçi yaşadığım o coşkuyu, şimdi fiziki olarak Ayvalık’ta yaşıyorum. Festivalle ilgili iki ayrı yazı yazmaya karar verdim, çünkü Ayvalık’a dair yazacak çok konu var, o yüzden ilk 5 gün hakkında düşüncelerim bu bölümde yer alacak. Festivaldeki ilk gün gözlemlerim, aslında Ayvalık’ta sinemayı özleyen ve aşırı hayranlık duyan bir halkın var olduğu üzerine oldu. Ve ayrıca şehir dışından gelen konukların da festivale duyduğu ilgi gözlerinden fışkırıyor adeta. Aslında hepimiz için bir özlem giderme durağı olmuşa benzedi Ayvalık. Çünkü sinema için bir araya gelmeye bir yıl ara vermiştik ve herkes sinema için bir araya gelmeyi hasretle beklemiş. Ayvalık’ın Amfitiyatrosu’nda yapılan film gösterimleri o kadar renkli ki, herkes bir süre sonra gelen soğuk esintiye bile aldırmadan coşkuyla film izlemek için oradaydı. KAV Yılın Yönetmeni’nin bu yıl Fikret Reyhan’a verilmesine aşırı sevindim ve hak edilmiş bir ödül oldu. İlk filmi “Sarı Sıcak” ile göçmenliğin zorlukları ve yalnızlıkla aile içindeki feodalitede kendini kanıtlayamayan karakteri anlatan Reyhan, ikinci filmi “Çatlak” ile Türk sinemasına nefes aldırmış ve bir aile çatışması içerisinde tek mekanda izleyiciye muazzam bir sinema izletişi sunmuştu. 

Hangi filmler izlendi?

Festivalin açılış filmi, Cannes’da prömiyer yapan ve yönetmenliğini Leos Carax’ın üstlendiği “Annette” filmi oldu. Annette, müzikal anlamda ruh dinlendirici ve günümüzün yaşanan sorunlarına önemli derecede göndermelerde dolu bir film olmuş. Bir insanın ruh halinin gelebileceği noktalar üzerine farklı bir deneme olan film, görsel anlamda da başarısını kanıtlıyor. Belki biraz fazla uzun hissettirmesi eksiye düşürmüş filmi, ama oyuncuların rollerine inancı dikkat çekiyor. Animasyon çocuk fikri, filme bambaşka bir yerden nüfus etmiş, ki en başta olmasa da bu fikre filmi izlemeye devam ettiğiniz sürece bağlanıyorsunuz. Hatta yer yer repliklerini kahkaha bile atabiliyorsunuz. İstismar konusunu üstünkörü işlemiş olması, hiç işlemeseydi de olurdu dedirtse de finale doğru Annette’in sahnede son kez olduğu sahnenin zirve olarak kabul edilmesi önemli. Adam Driver’ın efsane oyunculuğu filme yayılıyor. Özellikle stand-up, motor, hapishane ve gemi sahnelerinde muhteşem performans sergilemiş. Marion Cotillard’ı yalnızca kendi sahne performanslarını sahnelediği sahnelerde beğendiysem de, kendini tam gösterdiği noktada filmden kopuyor.

Damon Gameo’nun dünyayı gelecekte bekleyen krizler konusunda hazırladığı “2040” belgeseli, hem keyif hem de acıyı peşinde getiren bir tat bırakıyor ağızda… Büyük bir iklim krizinin eşiğine gelmiş olan gezegene çare bulmaya çalışan yönetmenin mücadelesini anlatan kaliteli bir belgesel olmuş. Yer yer uzadığını hissedebiliyoruz tabii. Ancak kızına sağlıklı gelecek bırakmak isteyen babanın mücadelesi, kaliteli animasyon öğeleriyle süslenmiş. Kızı için gelecek sağlamak adına düştüğü büyük zorluk, gerçekten takdir edilesi… Animasyon anlatımları ve filme katılan çocukların tek tek röportajları da can alıcı durmakta… 

Alexey German Jr.’ın Cannes’da gösterilen “Ev Hapsi” filmi, günahsızlığın ve suçluluğun arasında girip gelen hikayesiyle dikkat çekiyor. İzleyicisini sorgulamalar sarmalına sokan film, Devekuşu imgesinin film boyunca yaydığı anlayış, ilginç bir durumu da kaşıyor. Aslında her birimiz suçlanma konusunda potansiyeliz, ama vicdani olarak suçlu olmamak önemlidir aslında… Filmin bir anne oğul ilişkisi üzerine başlangıcı dikkat çekse de, vardığı farklı farklı noktalarla aslında yönünün farklı olmasıyla da kafası karışmış bir durum yakalıyor. Ev hapsinde kalmak ve kayıp vermek üzerine derin bir psikolojik inceleme yapan filmi vicdanlara oynuyor adeta. Filmin farklı finallere sahip olması da dikkat çekici bir başka unsur olarak önem taşırken, bu uzun süre için biraz da olsa negatif bir eklem durumu da oluşturmuş. Çünkü filmin hikayesi bir noktadan sonra sarmıyor ve bitmesini bekliyorsunuz. Kısa film olsa mükemmel olur dediğimiz bir senaryoya sahip olan film, durma noktasında dursaymış daha iyi olabilirmiş.

Banka – borçlu ilişkisini derinlikli bir bakış açısıyla inceleyen “İnsanlar İkiye Ayrılır” filmi, zamanlar arasında gidip gelen kurgu dili ve anlatım dili boyunca her iki tarafa da eşit bakış açısıyla başarısını kanıtlıyor. Tunç Şahin, 7 Yüz’de yakaladığı insan ilişkisi ve akıl oyunları hikayesini son sürat sürdürüyor ve iyi bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor. Belki sinematografik açıdan büyük bir yükselişi yok filmin, ama hikayesi açısından izleyiciyi yakalayabilecek bir noktayı kavrıyor. Klima detayının filmde güzel bir imge olarak kullanıldığını belirtirken, av ya da avcı olma seçeneğini sunma meselesi üzerine dikkatlice düşünülecek bir hikaye var ortada. Geçmiş ve günümüz arasında girip gelen bir hikayeye sahip olan film, özellikle kadın oyuncularıyla da dikkat çekiyor. Özellikle Başak Daşman’ın üstün performansında nefesimin kesildiğini hissettim. Daşman, müfettiş rolüne adeta bürünüyor ve o soğukluk hissini izleyenlere film boyunca yayıyor. Burcu Biricik’in karakterini sahiplenişi dikkat çekerken, Pınar Deniz ve Nezaket Erden’in performansları da ayakta alkışlanası derecede.

İstanbul Film Festivali’nden “En İyi Film” ve “En İyi Erkek Oyuncu” ödülleriyle dönen “Beni Sevenler Listesi” filmi, Türk sinemasının yeni algılara açılmaya alışmaya başladığını ve tür açısından ufkun genişlediğini kanıtlıyor. Emre Erdoğdu, Kar filminin üstüne bin koyarak yönetmenliğinde çığır açmış olduğunu gösteriyor. Kar filmini duygusal açıdan senaryosal anlamda farklı bir yere koysam da, Erdoğdu’nun Beni Sevenler Listesi’nde özellikle kamera kullanımı konusunda sağlamlaştığını söylemeden geçmemeli. Özellikle esprileri ve dizi-film sektörüne yaptığı göndermelerle aslında çok gerçekçi bir sound yakalıyor film. Yılmaz karakterinin kendini bir zümreye kanıtlaması meselesi, aslında içten içe birçok kişinin yaşamış olabileceği bir kendini kanıtlama süreci. Bu süreçten karlı çıkmak ya da bunu yaşamak, bağ kuruları bir durum ve film buradan güzel bir yol almış. Halil Babür oyunculuğunda adeta zirveye doğru çıktığını bu filmle gösterip dikkat çekici performans sergilerken, Hayal Köseoğlu’nun karakteriyle kurduğu bağ da dikkat çekici. Filme konuk oyuncu olan yönetmenlerin kattıkları renklerin yanı sıra kadrodaki her isim filme artı koyuyor.

Lor kurabiyesini es geçmeyin!

Ayvalık şehri ise başka gözünüze küçük görünse de, görülmesi ve keşfedilmesi gereken bir çok yerle dolu. Denize girmek için Badavut Plajı ve Sarımsaklı sahili muazzam seçimler oldu benim için. İlk başta soğuk bir denizle karşılaşsanız da, daha sonrasında cennete düşmüş hissi muazzam oluyor. Tostçular Çarşısı’nda iki farklı noktada yediğim Ayvalık Tostu ile yeninden doğmuş gibi oldum. Ara sokaklarda da tostçulara denk gelebilirsiniz elbet, ama ilk tercihiniz çarşı olmalı… 

Ayvalık’ın arka sokaklarında buram buram tarih konusu alırken, ara sokaklarda kaybolup farklılıklar keşfedebiliyorsunuz. Lor tatlısı ve kurabiyesi yemeden geçmemenizi de tavsiye ederken, gece için eğlence mekanınızı Kraft olarak belirleyebilirsiniz. Hem DJ eşliğinde müzik, hem sohbet muhabbet hem de içkinizi yudumlamak…

Her Hikâyenin Söylediği | Öykü

14

Sokağın başında, Emre’yi görüyorum. Eski öğrencilerimden, çok da akıllı bir çocuk. Kız arkadaşıyla el ele bu tarafa doğru geliyorlar. Kız arkadaşı karşı aralığın önündeki karanfilleri görünce soruyor.

Bunlar ne Emre? Sanki apartmanlar birbirine küsmüş de biri onları barıştırmak için karanfilleri serpmiş gibi ne komik!

Emre ben duymayayım diye kısık sesle anlatmaya başlıyor ama ne dediği zor da olsa duyuluyor.

Sevda Çıkmazı.

Sevda Çıkmazı mı?”

“Çapraz apartmanın birinci katının balkonunda oturan kadını görüyor musun aşkım? Bak ama çaktırma olur mu?” Duymazlığa verip çayımı içiyorum.

Şu kadın mı?”

Biraz geçelim, anlatacağım.” İçeriye geçiyorum ama salon penceresi açık olduğundan sesleri buraya kadar geliyor.

İşte o kadın, Sevda Hoca. Bizim okulda edebiyatçıydı. Çok da iyiydi, severdim yani. Gençliğinde büyük bir aşk yaşamış. Öyle ki, sevgilisi ona aşkını ispatlamak için bu binadan diğerine atlamaya kalkmış.” “Aa!” diye korkuyla yüzünü kapattığını görüyorum kızın. Emre devam ediyor konuşmaya, “Gördün mü bebeğim? Bizim mahalle böyledir. Burada aşklar ölümüne yaşanır.

Saçmalama aşkım ya!

Niye? Korktun mu? Şaka yaptım aşkım ya. Sevda Hoca bu olaydan sonra hiç evlenmemiş. Bu oturduğu evi satın almış. O gün bu gündür de her gün çıkmaza bir karanfil bırakıyor.”

“Ay çok tatlış!” dediğini duyuyorum kızın. Artık bu yalana daha fazla dayanamayacağımı anlıyorum. Ölüp gideceğim ve karanfiller de yok olacak. Bu yalan da unutulacak. Bunun yerine her şeyi en başından anlatacağım size.

Gerçekler değişir ama hikâyeler kalır. Bazen gerçekler, anneannem ve benim, o yaz kaldığımız evin havasına benzer. On sekiz yaşımın saflığı, kimsesizliğimin ilk yazı. Anneannem, kadife perdeleri kapalı odada sanki çoktan yok olmuş da sadece biz onu var sanıyormuşuz gibi yatarken her şeye bulaştığını düşündüğüm karanlığa benzer bazen gerçekler. Anneannemin teninin ürpertici beyazlığına tezat, ipeksi teninin altında yeşile çalan rengiyle damarlarının ona taşıdığı canı andıran bir şeyler vardır hikâyelerde.

Her şey o yaz onun bakkaldan alınan öteberiyi getirmesiyle başladı. İlk defa onu gördüğümde, benden yaşça büyük ve çok yakışıklı olduğunu düşünmüştüm “Sen ne şirin şeymişsin.” demişti. Yanaklarım al, al olmuştu. Günler geçtikçe yolunu gözlemeye başlamıştım.

Önce kapı ağzında ayak üstü konuşmaya başladık. Derken, o bana dokunmaya başladı. Yüreğim ağzıma geliyordu o bana dokundukça.

Üstünü çıkar.

Çıkarmam.”

Ben böyle söyleyince hemen çekip gidiyordu. Bir daha geldiğinde yüzüme bakmıyordu. Ah, ne safmışım. Kalsın da yüzüme baksın diye istediklerini yapmaya başladım ben de. Utana sıkıla.

Bir gün, “Yarın geleceğim çiçeğim. Hiç eteğin yok mu senin?” diye sordu. Bir dahaki gelişinde, kapıyı etekle açınca, “Bu ne kız? Rahibe gibi olmuşsun.” dedi. “Kıvır bakalım belini.” Eteği katlamaya başladım. Beğenmedikçe daha da katladım. Daha kısa olmalıymış, onun değil miymişim, öyle diyordu. Bacaklarım açıldıkça utancım artıyordu.

Hadi ama nazlanma!

Etek ufacık kaldığında, “Dön bakalım şöyle.” dedi. “Maşallah, maşallah. Dur bir bakayım sana.” Sırtım ona dönük kala kalmıştım. Bir ses gelmişti kulağıma. Kemerini çözüyordu. Düğmelerini açıyordu sanki. İçimi bir korku kaplamıştı. Ne yaptığına bakmak için dönmek istemiştim ama izin vermemişti. Sarılmıştı bana sıcacık. Eli kilodumdan içeri girmek istiyordu. “Yapma!”

Beni sevmiyor musun?”

Seviyorum.”

Karışma o zaman.

Kilodumu indirmişti. Beni biraz öne doğru eğmişti. Bir acı hissetmiştim. Oramda bir acı.

Hadi topla üstünü başını, bir gören olacak. Ben kaçtım, görüşürüz, bye.”

Kanamıştım ama ne olduğunu, neden olduğunu bilmeden. Utancımdan kimseye de bir şey soramamıştım. Geçmişti sonra.

O günden sonra sabah akşam gidip gelmeye başladı. O yokken, aşkımızın ne kadar büyüdüğünü, beni görmeden yapamadığını, yakında evleneceğimizi düşünürdüm. Keşke annem, babam da düğünümü görebilseydi diye hayıflanırdım. Tamamen birbirimizin olmamız yakındı. Keşke ailem de bu günlerimi görebilseydi. Bazen yanımda olmadıklarından içim sızlardı. Bunları onunla da konuşmak isterdim ama çok çalıştığını, beni görmek için ancak bu kadar kaçabildiğini söylerdi.

Bazen memelerim acıyordu sıkıştırmalarından, en çok da oram acıyordu. Birgün dayanamayıp ağlamaya başladım. “Benden kadın olmazmış.” öyle dedi. Daha kaba daha hoyrat davrandı bana sonra da hemen gitti. Çok üzüldüm o gün ve gelmediği diğer günler, daha sonra yeter ki gelsin, onu göreyim, biraz daha kalsın diye hiç sesimi çıkarmadım.

Kasabaya indiğim gündü, onu bir kızla el ele gördüğümde düşüp bayılmışım. Kendime geldiğimde tanımadığım yabancılar yüzüme, gözüme su atıyordu. Kendime gelince, canhıraş onu aradım, buldum. Yalnızdı.

Git lan evine, bir gören olacak bela mısın sen?” diye çıkıştı bana.

O köşede ağlamaktan bir hâl olmuşum. Dayanamayacağımı düşünerek koşarak kendimi kayalıklara sürükledim. Bir daha kimsenin yüzüne bakamam, uçurumdan düşünce bu rezillik de biter nasıl olsa diye düşünüyordum ama olmadı, yapamadım. Anneannem geldi aklıma, acıkmış olduğu, yemeğini nasıl yiyeceği, üstünü kimin örteceği, dönüp eve gittim. Günlerce kapalı perdeleri açmadım.

Çıkıp geldiğinde sevinçten havalara uçmuştum. “Döndü. Beni seviyor.” diye düşündüm. Orada, eşikte, üstümü başımı yırtarcasına çıkarıp içime girdi. “Ayrıldınız mı?” diye sordum giyinirken “Gene başlama!” diye kapıyı çekip çıktı. Gözlerim doldu lavaboya attım kendimi, hıçkıra hıçkıra ağladım. Günlerce “Kimdi o yanındaki?” demekten dilimde tüy bitti.

Sana ne ulan!” diye paylıyordu beni.

Evlenecektik hani?”

Kızım, deli deli konuşup saçmalamayı kes, ben nişanlıyım.” diyordu. “Git buradan o zaman.” dedikçe beni köşeye sıkıştırıp bacaklarımı ayırıyor, içime giriyordu.

Ağlama lan! Tüm hevesimi kaçırdın.” diye çekip gidiyor. Yine günlerce yanıma uğramıyordu. O yokken sürekli ağladığımdan gözlerim acıyordu.

Sınav sonucumun geldiği gün ne yapacağımı bilmez bir halde kalmıştım. Öğretmen okulunu kazanmışım. Anneannem bensiz yapamaz hem ben onu bırakamam diye konsolun çekmecesine attım sonucu. İki, üç gün geçti, şimdi tam hatırlamıyorum. Anneannem fenalaştı. Hastaneye kaldırdık. Bir sabah kollarımda can verdi. “Anneanne beni de al yanına.” diye haykırdığımı, bir de sinir krizi geçirdiğimi görünce doktorların beni bayıltığını hatırlıyorum.

Evde ilk yalnız akşamımda geldi yeniden, “Benimle kal.” diye yalvardım ama buna aldırmadı. “Soyun.” dedi. “Dön.” dedi. “Sıkıldım ama senden, gideceğim bak.” dedi. Gitmesin diye ne isterse yaptım ama yine de gitti.

Bir gün yanında bir arkadaşıyla geldi. İçtiler. Bana da içmemi söylüyorlardı. Arkadaşı bacağıma elliyor. Mememi avuçluyordu. “Yapma.” diyordum ama “Bir şey olmaz!” diyorlardı. “Hadi ama nazlanma. Neşemizi bulalım. Bak giderim bir daha gelmem sonra.” İçmiştim, başım dönüyordu.

Ağır bir koku geldi burnuma, midem kalktı. Gözümü zor açtım. Sabah olmuştu. Odanın zemininde bir kusmuk gölünün ortasında yatıyordum. Kokudan midem kalkmıştı, dayanamayıp yine kusmuştum. Her yerim acıyordu.

Konsolda babamdan kalma beylik tabancası vardı. Alıp onu kendimi vuracaktım. Çekmeceyi çekince sınav sonuç belgemi gördüm. “Daha fazla günaha girme Sevda. Çek git, kurtar kendini bu yaşamdan.” dedim kendime. Bir yandan da aklımdan hâlâ belki bunu duyarsa benimle evleneceği geçiyordu.

Gidemezsin.” dedi. Başka bir şey demedi. Hiçbir şey değişmiyordu. Kaçıp kurtulurum sanmıştım. Gizli gizli okula kaydımı yaptırmış ve hiç kimseye haber vermeden yurtta kalmaya başlamıştım. Okuldayken izimi buldu. Bazen beni görmeye geliyordu. Ucuz otellere götürüyordu beni. Evlendi sonra, birkaç ay görünmedi ortalıkta. Acı duyuyordu bir yanım, bir yanımsa kurtulduğuna seviniyordu. Çok geçmedi bir arabayla göründü bu defa. Ormanlık bir yere sürdü arabayı. Arabanın rengi kırmızı, hâlâ kırmızı araba görünce midem bulanır.

Atamam yapıldı, tayinim çıktı. Onun çocukları olmuştu ama yine de izimi bulup beni görmek için gelmeye devam etti. Ben de bana aşık olduğu yalanını söylüyordum herkese, beni bırakamadığı, durumunu düzeltince evleneceğimizi söylüyordum. İnanıyorlardı.

Yalandı hepsi. Tıpkı aşkımdan ölmesi gibi. Onu aşağıya ittiğim için oldu bu. Hayır, sandığınız gibi vicdan azabı duymuyorum. Sadece şimdi bunları yazarken o yazdan beri ilk defa bir hafiflik hissediyorum. Artık gerçekleri siz de biliyorsunuz.

O gün, “artık böyle yaşayamıyorum kendimi öldüreceğim.” dediğimde nereden bilebilirdi ki başına bunların geleceğini sonra da hikâyemizin böyle anılacağını? Düşerken dehşet dolu gözlerle bana bakışını, “Sevda!” diye haykırışını hatırlıyorum. Yıllarca her gece kabusum olduğunu, kan ter içinde uyandığımı hatırlıyorum. Yıllar geçtikçe inandığım yalanı, anlattığım hikâyeyi hatırlıyorum.

Bana sonsuz bir aşkla bağlı kalsın diye her gün çıkmaza bir karanfil bırakıyorum.

Yakında öleceğim ve sonra siz bu yazdığımı bulacaksınız. Belki benden, ömründe ilk defa doğruyu söyleyen bu zavallıdan nefret edeceksiniz. Olsun. Öldüğümde kimsesizliğimin ilk yazından beri çektiğim çileden de artık tamamen kurtulmuş olacağım. Şimdi her şeyi daha iyi anlıyorum. O sadece her zalimdi. Her zalim gibi bir hiç yarattı. Ben de gerçeği yakıp kalan ömrümde bir hikâyeyi yaşamayı seçtim. Bir hikâye uydurdum aslında her hikâyeye benzeyen ama en azından ben öldükten sonra gerçeği bilin istiyorum. İşte böyle dostlarım, Sevda’dan arta kalan.

Tayfun Öneş söyleşisi: Multumesc Romania yani “Teşekkürler Romanya”

Tayfun Öneş ile Multumesc Romania yani “Teşekkürler Romanya” kitabı ile ilgili gerçekleştirdiğim bu söyleşide Romanya’yı, Romanya sosyal kültürünü, yapısını, coğrafyasını, şehirlerini, dünya sporuna kazandırdıklarını ve en önemlisi de Romanya – Türkiye kültürüne, sosyal yapısına ilişkin karşılaştırmaları da yapmış olmanın mutluluğu ile paylaşıyorum. Multumesc Romania “Teşekkürler Romanya” kitabı Romence, Türkçe ve İngilizce dilinde yazılmasıyla ülkeler arası çok önemli bir kültür kitabı olarak ön plana çıkıyor çünkü.
7 yıldır Romanya’da yaşayan, ilk etapta iş insanı kimliğiyle Romanya’ya ayak basan, kısa sürede Romanya’nın tüm sosyo-kültürel yaşamını özümseyerek yaşamını uzun vadede Romanya’da kurmaya karar veren Tayfun Öneş ile yapmış olduğum söyleşi için buyurun lütfen.

Aynur Kulak: Multumesc Romania yani “Teşekkürler Romanya” kitabınla merhabalaştık ve ben Romence, Türkçe ve İngilizce dilinde yazılmış kitabını büyük bir merakla okudum. İlk olarak yazmayı çok sevdiğinden bahsederek başlıyorsun ve hayatının zorlu ve belki de en önemli kırılma dönemini yaşarken yolun Romanya ile birleşiyor. Romanya’ya giderken o zamana kadar biriktirdiğin neleri yanına alıp gittin? Ve sonuç itibariyle belki de zaten kötü bir dönemimdeyim, gideyim, deneyim diye başladığın süreçte 7 yıl geçirmiş olman ve Romanya üzerine Romanya kültürünü ve Türkiye kültürünü karşılaştırarak kaleme aldığın bir kitap. Ne söylemek istersin?

Tayfun Öneş: Romanya’ya giderken beni nelerin beklediğini elbette bilmiyordum; ancak kitapta da sözünü ettiğim üzere bu çok bilinmeyenli yolculuğun benim açımdan sıkıntılı bir dönemin hemen ardına denk gelmesi her halükârda iyi olacağına dair hislerimi güçlendiriyordu. Yani biraz da eskilerin deyimiyle “tebdili mekanda ferahlık vardır” iyimserliğine bırakmıştım kendimi ki, iyi ki de öyle yapmışım. Bugün geriye dönüp baktığımda Romanya’nın –en çok da kendine has huzuru ve neşesi sayesinde- beni daha ilk aylardan itibaren adeta rehabilite ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Aynur Kulak: Teşekkürler Romanya kitabını yazma niyetini ilk satırlarda belirtip, “Türkiye’den birilerinin turist olarak veya bir görev için gelmesi gerektiğinde bu kitapla anlatmaya çalıştığım gözlemlerim onlara az da olsa rehberlik eder, daha kolay uyum sağlamalarına yardımcı olursa ne mutlu bana!” diyerek kitabın içeriğini anlatmış oluyorsun. Fotoğraflar eşliğinde verdiğin önemli yer bilgileriyle, mekanlarla, günlük yaşam ritüelleriyle, kültürüyle ilişkin yorumlarınla hakikaten de ülkeye dair rehber bir kitap olduğunu görüyoruz Teşekkürler Romanya’nın. Fakat kitap sadece Romence ve Türkçe dilinde değil, İngilizce çevirisi de mevzu bahis ve bu yönüyle uluslararası anlamda da bir hizmet sunmuş oluyorsun Romanya kültürüne.

Tayfun Öneş: Kitabı yazarken böyle bir misyonu üstlenerek yazmadım elbette ama oraya çalışmaya ve yaşamaya gelen yabancılar sadece Türklerden ibaret olmadığı için başka ülke vatandaşları da dilerlerse okuyabilsinler istedim. Hatta başlarda hem İngilizce hem Türkçe yazmayı, yani kitabı iki dilde paralel götürmeyi denedim ama dürüst olmak gerekirse çok fazla zorlandım ve sonunda pes ettim. Tamamen Türkçe yazıp sonradan tercüme ettirdim.

Romanya’nın kültürünü ve bu kültürün bende bıraktığı etkileri, yarattığı duyguları anlatırken ister istemez bizim kültürümüzle karşılaştırdım. Bu bağlamda uluslararası bir hizmet sunma yakıştırmanı hak etmediğim kadar iddialı buluyorum veya çok hoş bir iltifat olarak alıyorum. Bazı kuruluşların yapmış oldukları çalışmalarda yer alan, toplumsal değerler açısından Batı ülkeleri (örneğin Almanya) ile Romanya gibi ülkelerin kıyaslamalarına da kitabımda yer verdim. Ancak daha ziyade bizim toplumla Romen toplumunun kültürlerini, gündelik yaşamlarını kıyasladım. Önümüzdeki günlerde kitabımın Romanya’da tanıtımı daha geniş çaplı yapılacak ve doğrusunu istersen alacağı tepkiyi ve gelecek yorumları ben de çok merak ediyorum.

Aynur Kulak: Ve Bükreş. Küçük Paris. Paylaştığın fotoğraflara bakıyorum ve pandemi dönemi ile birlikte uzun süredir bir Avrupa şehrine turistik gezi yapamamanın özlemiyle de şu sokaklarda yürüsem, Tayfun’un bahsettiği mekanlarda oturup, biramı yudumlarken etrafa baksam diyerek iç geçirdim. Kitapta bahsediyorsun ama burada da sormak istiyorum: Bükreş için neden küçük Paris benzetmesi yapılıyor, biraz bundan bahseder misin? Yaşam pratikleri, günlük ritüeller, kültürel kodlar bir şekilde birbirine değiyor, birbirini etkiliyor bu yüzden de benzerlikler oluşabiliyor diyebilir miyiz?

Tayfun Öneş: Bükreş’e “Küçük Paris” yakıştırmasını kazandıran en önemli etken şehrin bir çok yerindeki binalarda görülen mimari özellikler. Bu konuda zirve ise Zafer Takı’dır; Fransa’daki Arc de Triomphe’un bire bir aynısını, ancak daha kücük bir versiyonunu (yaklaşık üçte birini) Romenler de yaptırmış. Hatta ulusal bayramların bazılarını orada toplanarak kutluyorlar. Bükreş’in binalarında görülen Fransız etkisinde aslında endirekt olarak Osmanlı’nın da rolü var; şöyle ki: Romanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlğinden çıkıp bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte ülkeye özellikle de Bükreş’e Fransa’dan mimarlar getirtilerek o dönem yeni ve önemli binaların projelerinin Fransız mimarlara yaptırtıldığı söyleniyor. Ayrıca bir başka sebep bence şu olabilir: Romence, Avrupa’daki 5 latin kökenli dilden biri. Diğer Latin dillerinin başında da Fransızca geliyor.

Aynur Kulak: Yukarıdaki sorudan ek alarak hemen Romanya kültürü ile Türkiye kültürünü neredeyse her satırda, her verdiğin yeni bilgide gayet olağan bir şekilde karşılaştırdığın noktaları konuşmak istiyorum. “Olağan bir şekilde” diyorum çünkü şehre ve ülkeye alışma aşamasında ve sonrasında da karşılaştırmalar yapmamak imkansız. Siyasi yapısından, işleyen günlük siyasete, ekonomik yapıdan, şirket yönetimine, kadın-erkek ilişkilerine dair gözlemlediğin dengeye, toplumun bir konu ile ilgili takındıkları tavırdan, mutfak, yeme-içme kültürlerine varana kadar karşılaştırmalar yapıyorsun. Seni ilk etapta iki kültür arasındaki en şaşırtan karşılaştırmayı sormak istiyorum ve çok severek, en hızlı adapte olmanı sağlayan taraflarının ne olduğunu da… Çünkü bir birey, sosyal bir insan ve şirket yöneticisi olarak, hatta bir baba olarak, ailesini İstanbul’da bırakıp Romanya’ya yerleşmiş biri olarak neydi en çok şaşırdığın ve seni en etkileyen konular?

Tayfun Öneş: İki kız çocuğu babası olarak en etkilendiğim konu kadın erkek eşitliği, kadına duyulan saygı ve dolayısıla kadınların günlük hayatta ve iş hayatında sergiledikleri rahatlık. Beni en çok şaşırtan şey bu oldu diyebilirim. Çok severek çok kolay adapte olduğum şey ise Romenlerin de bizler gibi duygusal olmaları, reaksiyonlarının genellikle rasyonellikten değil de duygusallıklarından kaynaklanması. Ayrıca onların da bizim gibi eğlenerek sosyalleşmeyi sevmeleri. Ve de barışçıl olmaları. Gerçi onlar bize göre çok daha barışçıllar.

Aynur Kulak: Romanya’nın sadece Bükreş’ten veya şehirdeki yaşam kültüründen ibaret olmadığını göstermek açısından gidilmesi, görülmesi, gezilmesi gereken diğer şehirlerini de görüyoruz kitapta. Herastrau, Köstence, Sibiu, Braşov gibi. Fotoğraflar eşliğinde de olunca hakikaten gidip görme isteği uyandırıyor. Neden bu şehirleri seçtin, ne söylemek istersin bu şehirlerle ilgili? Mesela dünya futbolunun en önemli ismi Hagi’den bahsediyorsun. Hagi’nin otelinden gördüğümüz nefis bir Karadeniz manzarası var mesela. Köstence deyince sadece Hagi değil, dünya tenisinin bir numaralı ismi Simona Halep’ten de bahsediyorsun. Tek başına bazı isimlerin spor üzerinden, sanat üzerinden ya da bir ülkeye yaptığı katkının önemi de ortaya çıkıyor böylelikle, öyle değil mi?

Tayfun Öneş: Hagi ahh! Hagi… Biliyorsun ben zamanında “İçimizdeki Futbol, Dışımızdaki Futbol” diye de bir kitap yazmıştım. O kitabımda da konu ettiğim, kendisini 5 sezon boyunca tribünlerden izlediğim Hagi’yle tanışma fırsatı bulmam bile benim için Romanya deneyimini başlı başına özel ve güzel kılıyor. Romanya’da yaşamaya başlayınca ona olan hayranlıkta haksız ve yalnız olmadığımı bir kez daha anladım. Ona bütün Romanya büyük bir saygı ve hayranlık duyuyor. Aynı şekilde Simona Halep de orada çok sevilen bir sporcu. Her ikisi de Romanya’nın dünyada daha çok bilinmesini, duyulmasını sağlasalar da sanki bunun farkında değillermiş gibi doğal ve mütevazı davranıyorlar (özellikle S. Halep). Bu da beni hem şaşırtmıştı hem de çok takdir etmiştim.
Kitapta yer verdiğim şehirlere gelince: İnan ki, bir o kadar daha farklı yeri gidip görülmesi için önerebilirim. Romanya henüz doğal bitki örtüsünü yitirmemiş bir ülke ve Balkanların bu en geniş ülkesi sıcak kanlı, huzurlu insanlarla dolu (ama hıncahınç dolu değil).  Otantik hatta hâlâ ortaçağ çizgilerini koruyan şehirleriyle insanı dertlerinden arındıran bir atmosfere sahip.

Aynur Kulak: Kitabındaki Transfagaraşan ve Transalpina: Motorcuların mabedi isimli son bölümden bahsetmeden geçmek istemiyorum zira bir ülkenin coğrafyasının da o ülke için ne kadar önemli olduğunu gösteren bir bölüm bu. Bir motorun var, motorcusun ve bir coğrafyayı motorla gezmenin, ülkenin ortasında ters bir hilal görünümünde yer alan dağ sırası Karpatları bu şekilde keşfederek tanımanın güzelliğinden bahsediyorsun. Coğrafik görünümle, rotalarla, motorunla paylaştığın fotolar tam seyirlik. Ne söylemek istersin, coğrafya bir ülkenin kültürüyle üst üste örtüşen, bir ülkeyi tanımak, ona yaklaşmak açısından çok önemli bir konu desem, ne söylemek istersin konu ile ilgili? En azından bana kitabın bu bölümü bunları hissettirdi.

Tayfun Öneş: Evet, o iki yer motorcuların mabedi ama oraları görmek için motorcu olmak şart değil. Bükreş’e veya Sibiu’ya uçup oradan araba kiralayarak da o büyülü rotaların keyfine varılabilir. Üstelik oralara gittikçe (yani Bükreş gibi büyük şehirlerden uzaklaştıkça) Romanya’da da kırsal kesimde yaşayan, vahşi kapitalizmden nasibini henüz pek almamış insanların naifliğini çok net gözlemleyebiliyor, tadına varabiliyorsun. 350 yıla yakın oralarda kalmış Osmanlı İmparatorluğunun uzantısı olan bir ülkeden gelen benim gibi birine de kapılarını ve kalplerini hemen açan insanlar ülkesi… Daha ne diyeyim?
Aynur Kulak: “Her şey için teşekkürler Romanya…” diyerek bitiriyorsun kitabı ama bu bir bitiş değil, Romanya’da yaşamaya devam edeceğinin bir işareti aslında, değil mi? Belki de kültürünü, yaşamını, coğrafyasını siyasetini, iş yaşamını, günlük ritüellerini artık bu kadar tanımış ve tam içine girmişken yeni başlıyorsundur, ne dersin? Pandemi dönemi vs… dünyaca yaşanılan bir süreçten sonra, böyle de bir kitaptan sonra rotan ne olacak bunu sormak istiyorum aslında.

Tayfun Öneş: Hassas bir konuya parmak bastın Aynurcum.  7 yıl önce giderken 3, maximum 5 yıl kalacağımı düşündüğüm Romanya’yı kitabı her okuyanın kolaylıkla anlayacağı gibi artık çok seviyorum. Orada çok mutlu yıllarım oldu. Bu yüzden de oradan kopmak, bütün kapıları kapatıp dönmek istemiyorum. Hatta şöyle söyliyeyim: Orada sürekli yaşamak için gerekli izinleri ya da ekonomik altyapıyı sağlayamasam bile kendimi bundan sonra Romanya’dan tamamen kopmuş biri olarak göremiyorum. Ancak buna tek başıma karar vermem bencillik olacağı için yakın zamanda hayat arkadaşımla ve çocuklarımla oturup bu konuyu enine boyuna değerlendireceğiz ve ondan sonra net bir karara varacağım. Bugün hissiyat olarak, geleceğe dair plan olarak Romanya’ya ayak bastığım günlerdeki Tayfun’dan çok farklı biriyim. Hayatıma dair bundan sonraki adımları da 7 yıl önceki Tayfun’a göre değil, bugünkü Tayfun’a göre atacağım kesin.