25 Şubat Cumartesi günü, Prof.Dr. Alev Özkazanç Bilkent Kadın Çalışmaları Topluluğu’nun düzenlediği Kadın Zirvesi kapsamında “Feminist Kuram ve Psikanaliz” isimli bir sunum yaptı. Psikanaliz ve feminist kuramın ilişkisini ve bu ilişkinin tarihini anlatan Özkazanç, psikanaliz ve feminizmin birbiriyle çakışmasının şart olmadığından bahsetti.
Peki bu tartışma nasıl başladı?
Psikanaliz terapi tekniğinin kurucusu Freud’un çalışmaları birinci dalga feminizm ile aynı döneme denk gelmişti. Bu nedenle Freud feminizmden haberdardı, hatta kitaplarında feministlerden direkt olarak bahsetmekteydi. Kendisi kadınlarla erkeklerin farklı olduklarını ve erkeklerin üstünlüğünü savunurken kızı Anna Freud ve dönemin diğer kadın psikanalistleri feminist bir görüş sergilemekteydi. 1920 yılında feministler Freud’un kuramlarının “fazla erkek ve penis meskenli” olmasını eleştirmiş ve 10 yıl sürecek bir feminizm-psikanaliz çatışmasını başlatmıştı. Bu tartışma ne yazık ki bir sonuca veya uzlaşmaya varılamadan sönmüştü, ancak erkek ve kadınlar arasında “ruhsal/psikolojik” simetri olup olmadığının konuşulmaya başlanması açısından önemli bir tartışmaydı.
1930lu yıllarda bu tartışma unutulmuş ve Freud’un ölümünün ardından eserleri çok güçlü bir şekilde anti-feminist yorumlanmıştı. Halbuki Dr. Özkazanç’a göre Freud’un eserlerinde kadınların üstün görüldüğü alanlar da bulunmaktaydı. Ancak maalesef klinik pratik uzun yıllar eril bir üslupla işlenmiş ve kadınlar sistematik bir biçimde sinir hastası olmakla itham edilmişti. Kadınlara “işi hayatında erkeklerle rekabete sokulmayın, eş ve anne rollerini kabullenin, psikolojik sorunlarınızın sebebi budur” gibi konformist öğütler verilmekteydi. Dahası, kadınlar ilaca boğularak daha da büyük zarar görmektelerdi.
İkinci dalga feminizm ve psikanaliz
1960lı yıllarda ikinci dalga feminizm karşısında böyle bir erkek egemen klinik pratik bulmuştu. Bu nedenle feministler psikanalize çok sert tepkiler vermekle kalmayıp Freud’u ve kuramını da direkt hedef almışlardı. Freud’un kadınlar üzerine hükmettiğini savunanlar olmuştu. Buna örnek olarak Oedipus kompleksinin ve penis kıskançlığının erkeklere yönelik olması ve Freud’un libidoyu “erkek” bir olgu olarak görmesi sunulmuştu. Ancak Dr. Özkazanç, günümüzde bu düşüncelerin doğruluğunun tartışıldığını vurgulamaktan çekinmedi.
Daha sonralarda ise Melanie Klein aracılığı ile psikanaliz üzerine daha objektif bir diyalog kurulmaya başlamıştı. Klein’in “nesne ilişkileri ekolü”, toplumsal cinsiyet rolleri ve annelik hakkındaki söylemleriyle büyük bir açılıma sebep olmuştu. Fakat psikanaliz feminist literatürde Marksist Juliet Mitchell ve onun ‘kişiler arası ilişkiler ekolü’ aracılığıyla yer almaya başlamıştı. Psikanalizin cinsellik ve öznellik kavramlarını ele alması nedeniyle feminizmle doğrudan bağlantılı olduğunu öne süren Mitchell, “Kadın olmak ne demek?”, “Nasıl erkek/kadın olunur?”, “Cinsel farklar nasıl oluşur?”, “Benlik kuruluşunda cinsiyetin önemi nedir?”, “Cinsiyetler arası biyolojik ve kültürel farklılıklar nasıl açıklanabilir?” gibi feminist soruların psikanaliz bağlamında sorulmasına öncülük etmişti. Bu sayede feminist kuram ve psikanalizin karşıt olmasının zorunlu olmadığı görülmüştü. O dönemde her şeyi açıklayan tek bir “feminist teori” arayışı sürmekteydi ve kimi feministler psikanalizin bu olabileceğini öne sürmüş olsa da Dr. Özkazanç’ın söylediği gibi artık bunun geçerli bir fikir olmadığı açıkça görülebilmekte.
Peki ya şimdi?
Günümüzde feministlerin psikanalizi iki farklı görüşle savunduklarını belirten Alev Özkazanç, bunlardan ilkinin cinsel farkların vurgulanması, ikincisinin ise cinsiyet farklarının sorgulanması ve aşılması hedefine sahip olduğunu anlattı. Her iki görüşün de psikanaliz kuramdan kendi amaçlarına uyan kısımları devşirdiğinden yakındı. Geçmişteki ve günümüzdeki çatışmalardan anlaşıldığı gibi henüz tamamen barışamamış bu iki kuramın geleceği bizde büyük merak uyandırıyor.