Tarih boyunca kadınların mecbur bırakıldığı sıkıntılı durumların sonuçları, pek çok alanda halen “buradayım” demektedir. Günlük yaşamın getirdiği ağır ve zorlu şartlar hiçbir zaman kadın ve erkek için eşit olmamıştır. İş hayatına erkeklerden daha sonra dahil edilen, daha doğrusu kadının işgücüne ve zekasına sonradan başvurmak zorunda kalan ataerkil sistemin çarkları, ister köy olsun, ister şehir; gerek ücretlerin eşitsizliği, gerekse kazanılan haklar olarak, ilk başta kadın için her anlamda geriden başlamasına ve hatta günümüzde de bu durumun yarattığı dezavantajların güncellenmesine sebebiyet vermiştir. İş hayatında, ailede, medyada, sporda, sanatta önyargıların hep önünde engel olduğu kadının savaşımı, erkek egemen alanlarda, elbette büyük bir direnişin göstergesidir. Fakat size üstüne basa basa soruyorum; “cam tavan” sendromunu kaçımız yaşıyoruz? “Aaa o hiç kadın işi mi, canım?” yorumunu kaç kişiden duydunuz? “Elinin hamuru ile gelmiş buraya, olacak iş mi bu?” gibi daha pek çok klişeyi duymaya devam ediyor muyuz?
Köhnemiş yargıları ve geriletici düşünceleri, çağımıza uyarlanmış biçimlerde düzenleyerek, onları sürdürebilebilir kılmak için ne gerekiyorsa yapmaya ne yazık ki devam eden belli bir grup bulunuyor. Belki de yaşadığınız kesim tarafından, görünmez cam fanusun içindeki hayatlar, bu durumun çok abartıldığını düşünebilir. Bu sebeple biraz alanınızın dışına çıkabilmenizi, hiç ayak basmadığınız toprakları görmenizi, oraları ziyaret edemeseniz de okuyarak, izleyerek ya da araştırarak bilgi edinmenizi tavsiye ederim. Bahsettiğim bu gerici yapıdaki toplumların genel yapısı dahilinde, büyük patronların değişen koşullarına ve ihtiyaçlarına uygun bir şekilde kadının evinde oturması övüle övüle göklere çıkarılmaya çalışılmış, çalışan kadınların ailelerini ihmal ettiği gerekçesiyle suçlandıkları bile olmuştur. Ortaya asırlar önce çıkarılmış olan “baba otoritesi” kavramı kadını hep alt sınırda tutmaya ve üzerine adeta yapıştırılan görevlerin kimlikleştirilmesine sebebiyet vermiştir.
Bu yazıyı kaleme almama sebep olan içimdeki ses, Kandaka eylemlerindeki kadınların göz alıcı direnişindedir; ve pek tabii ülkemin kadınları için de benzer bir uyanışı her bir bölge, her bir mahalle ve her bir birey ve zihin için diliyorum. Altını kalın kalın çizmek istediğim husus; ayrımcılığın her türlüsünü reddederek, birlikten gerçek bir gücün doğacına olan inancımdır. İşte bu inancı tarih boyunca iliklerimize kadar hissettiren durumları, olayları ve onları, gizli kahramanları kaleme alan, bize aktaran isimler sayesinde perçinlediğimiz ve inancımızdan vazgeçmediğimiz de tartışmasız şekilde doğrudur.
Siyasi tarih sürecinde hep dışta tutulmuş, adeta temsilinin bile yapılmadığını okuyarak/araştırarak öğrendiğimiz ya da bizzat şahit olduğumuz kadınların verdikleri mücadele ve kazandıkları haklı zaferlerinin, fikirlerinin ve umutlarının kitlelere yayılmasına güçlü bir araç olan edebiyat sayesinde bu sürecin daha kısa zamanda katedildiğini düşünmek pek yanlış olmaz. Savaşlar, milli mücadeleler ve kolektif hareketlerin gelişim süreçlerine bakıldığında, edebi gücün hafife alınmaması gerekir. Geniş kitlelere umutların aktarıldığını, fikirlerin dalga dalga yayıldığını görmek ve toplumlara yön verecek aydın düşüncelerin, edebi eserler içerisinde temsillerinin olduğunu söylemek de mümkündür. Kadınların ve de erkeklerin mutlak bir eşitliğe ulaştığını toplumumuz için söylemek, üzülerek söylüyorum ki, halen yerinde olmayacaktır. Bana belki de diyeceksiniz ki; “bak parlamentomuzda kadın vekiller var, radyoda, televizyonda, belediyede vs. her alanda varsınız, daha nesi?” Temsilimiz elbette var; ancak kaç kadın vekilimiz bulunuyor ya da kaç kadın başkan var veya kadın başkanların sorumlu olduğu alanlar/bakanlıklar ve de neden partiler kadınlar ile ilgili belli bir kotayı doldurmak mecburiyetindeler; veyahut kaç kadın yazarımızın, kadın bilim insanımızın, futbolcumuzun adını bir nefeste sayabiliyoruz diye düşündüğümüzde verdiğimiz cevaplardan kendimiz bile tatmin olamıyorsak, mutlak ve gerçek bir eşitliğe ulaştığımızdan bahsetmemeliyiz. Vardığımız bu noktanın sebeplerini sorguladığımızda ise, cevaplarını zaten bu konuya duyarlı olan kişiler olarak zaten biliyoruz. Ama kaç kişiye bildiklerimizi aktarıyoruz? Hepimiz birimiz için diyebiliyor muyuz çocukken dediğimiz gibi? Günümüzde “eşitlik” adına vardığımız noktaya ulaşmamız için ciddi savaşlardan, sınavlardan geçildiğini, yine edebiyat yoluyla siyaset yapabilmiş olan kadınların mücadelesinden ya da onları destekleyen herkesin mücadelesinden takip edebiliyoruz. İzin verin daha nicelerini görmek istediğimiz, daha önceki yazılarımda da bahsettiğim(!), birkaç örneği sizinle paylaşayım.
Çerkes bir aileden alınıp sarayda eğitim verildikten sonra evlendirilen Nuriye Ulviye Mevlan-Civelek kadınlara ses olabilmek, onları bilinçlendirebilmek üzere Kadınlar Dünyası isimli dergiyi çıkararak başlattığı feminist siyaset, Osmanlı toplumunda en ses getiren kadın hareketlerinden biri olmuştur. Derginin masraflarını karşılayabilmek adına mücevherlerini sattığı bilinen Mevlan-Civelek yazı kadrosunu sadece kadınlardan oluşturmuş; kadınların başka bir yaşam biçimi bilmediğini, kendi haklarından habersiz olduğunu belirterek bu durumu aşmak için kadının kendi geçimini sağlaması ve toplumsal yaşama katılması gerektiğini ileri sürmüştür. Derginin diğer yazarlarından Mükerrem Belkıs, kadınların ancak hemcinsleriyle dayanışma içinde, ortak bir mücadeleye girişmeleriyle kadının ezilmişliği sorununun aşılacağını ileri sürmüştür. Dergi bu amaçla, Osmanlı kadınlarının hak mücadelesini yürüten Osmanlı Müdafaa- i Hukuk-i Nisvan Cemiyeti’ni kurmuştur. Yayın ilkesini kadının erkekle eşit olmasına çalışmak olarak belirleyen Kadınlar Dünyası, Osmanlı döneminde ilerici kadın hareketinin en kararlı sesi olmuştur. Dergi aynı zamanda 28 Mayıs 1913 tarihinde açılan Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-i Nisvan Cemiyeti’nin resmi yayın organıdır. Cemiyet, din ve mezhep ayrımcılığına gitmeden her kadının hakkını savunan ve arayan, eşit hak mücadelesi için çalışan bir cemiyet olmuştur. Kadınlara yol göstermeyi ve onlara toplumda yeni roller biçmeyi amaçlamıştır. Kadınların çalışma hayatına girebilmeleri, eğitim alabilmeleri için büyük uğraşlar vermişlerdir.
Eğitimini evde özel öğretmenlerle tamamlayan, dört yabancı dil bilen ve Osmanlı kadınlarının aydınlık yüzlerinden olan Nezihe Muhiddin, Sabah, İkdam gibi gazetelerde sosyoloji, pedagoji ve psikoloji konularında yazılar yazmış; yazdığı piyesleri, operetleri sahnelenmiş; senaryoları filme alınmıştır. Çalışan, üreten, rasyonel eğitim görmüş, meslek sahibi, siyasal ve toplumsal hayata tam olarak katılan kadın, Nezihe Muhiddin’in idealindeki kadın kimliğini olmuştur. Kadın hakları mücadelesini Cumhuriyet ilanından sonra da sürdürmeye devam eden Muhiddin, Cumhuriyet’i “kadın hakları için uygun bir zemin” olarak gördüğünden, ilanından önce, 15 Haziran 1923’te, kadınlara oy hakkı ve siyasal haklar talebiyle “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurmuştur. Bu uğurda verdiği mücadelede bölücülük ile suçlanarak, derneğinin çatısı altında, Türk Kadınlar Birliği’ni kurarak Temmuz 1925 tarihinde Kadın Yolu dergisini çıkarmaya başlamıştır. İlk yazısı kadınlara siyasi haklar tanınması üzerine olan dergide, kadın hakları savunucusu erkek yazarlar da yer almıştır.
İyi bir eğitim alarak farklı ülkelerde tahsilini tamamlayan, yabancı kültürler ile kendi kültürümüzün mukayesesini yaparak, yabancı kültür değerlerinin milli kültürümüzde karşılığını araştıran Halide Edib Adıvar, kadının edebiyat üzerinden siyasette nasıl güçlü bir konuma geldiğinin ve verilen kadın hakları mücadelesinin en güzel örneklerinden biridir. Batı kültürünü ve değerlerini eğitimini tamamlarken yakından inceleme fırsatı bulan Adıvar, milli mücadelenin seyrini etkileyecek olan güçlü hitabeti sayesinde düzenlediği mitingler ile halkı bilinçlendirmeye, kadına ve kadın haklarına dair tarihimizde ilk kez somut adımları atan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte çalışarak, toplumsal bilinci uyandırmış güçlü bir kadındır. Türk halkını harekete geçiren ve önderlik edenler devrin münevverleri, yazar ve edebiyatçılardır. Yazıları ile milli heyecanı ve direnci besleyen Adıvar, 1919 yılında, Vakit Gazetesi’nde sürekli yazmaya başlar; Büyük Mecmua’nın da başyazarı olur. Halide Edib Adıvar, 1926-1939 yılları arasında, edebi faaliyetlerine ara vermemekle beraber, tarih felsefesi, Şark ve Garb medeniyetlerinin mahiyetleri, karşılıklı tesirleri üzerinde çalışmalar yapmış; Amerikan üniversitelerindeki derslerinde ve muhtelif Hindistan üniversitelerinde bu meseleleri sistemli olarak ele almıştır. Batı edebiyatı ve Türk edebiyatından okudukları onun mizacı etrafında birleşir. Mizacının, ayırıcı özelliği aklına koyduğunu elde etmek, şartları zorlamak ve hâkim olmak kelimeleriyle ifâde edilebilir. İşte bu mizaç, Handan’da, Yeni Turan’ın Kaya’sında, Vurun Kahpeye’nin Aliye’sinde, Sinekli Bakkal’ın Rabia’sında edebî türün hazırladığı imkân ölçüsünde varlığını hissettirdiği gibi Halide Edib Adıvar, Türk kadının da hayatını şekillendirmiştir.
Başka örneklerin verilebilmesi ya da bu değerli isimlere yenilerinin katlanarak eklenmesi temennisi ile…