Pamfilya’nın bizi, aslında mitolojik ve hatta fantastik kitaplardaki dünyalara götürebileceğini iyi araştırmamıza rağmen, tahmin edemedik. Pamfilya kentlerine bakan bir çift dikkatli gözün, dönemin mitolojik ruhunu hemen kapması ve yaşamsal faaliyetleri hayal etmesi hiç de zor değil.
Aslında dönemin insanları zorluklar arasında kendilerine yaşayabilecekleri rahat kentler yaratmışlar ve günümüz insanları onları ilkel gördüğü için bu kentlere hayret ediyor. Oysa hiç ilkel değiller ve mimarileri şu an yapılan ucubelere göre hem daha estetik hem de daha sağlam.
Bu konuda en iyi örnek yüzlerce yıl tüm doğal etkilere rağmen ayakta kalmayı başarmış Inca kentleridir. Unutmayalım ki, o dönem Incaların yaşadığı topraklar bugün Şili topraklarıdır ve ciddi bir deprem bölgesidir. Hatta şöyle anlatılır, 1960 yılındaki 9,5 şiddetindeki depremden etkilenen bölge insanları, Inca kentlerine sığınmak zorunda kalmışlardır. Bu da aslında büyük bir ironidir.
Sabah erken kalkıyor ve ikinci durağımızı Perge olarak belirliyoruz. Perge kaldığımız yere 120 km kadar uzaklıkta. Biraz uzun bir yol bizi bekliyor, ama buna değecek ve yol en çok merak ettiğimiz yere uzanacak. Sabah yollar daha boş ve turizmin gürültülü kalabalığı bizi karşılamıyor. Bunun yerine olması gerektiği gibi dalga sesi, deniz kokusu, zambak ve narenciyenin havaya bıraktığı ferahlık var. Yolda köylü muz satıyor, turistik de olsa bu hizmetten faydalanıyoruz. Bu yediğimiz muz ise endüstriyel tarımın tatsız muzlarına ne denir bilemiyoruz.
Neyse ki ören yerinin tabelası görünüyor ve artık Perge’deyiz. Bir başkentten yola çıkıp seneler önceki bir başka başkentte ulaşmak bizi heyecanlandırıyor.
Başkent Perge
Perge’nin ismi geçen yazıtlardan bir tanesi MÖ 1235’ten hemen önceye tarihlenen bir anlaşmadır. Metinde şöyle yazar; “Parcha (Perge) şehrinin sahip olduğu bölgeyi Kaštarja (Aksu) nehri sınırlar. Eğer Hatti Kralı Parha Kentine saldırır silah zoru ile egemenliğine alırsa sözü geçen kent Tarhuntašša kralına bağlanacaktır.” Aslında Hititlerin Perge ile çok ilgilenmediği de bu metinden anlaşılabilir. MÖ 13’üncü yüzyılda Perge’nin kurulduğu ve Mopsus, Kalkhas, Riksos, Labos, Machaon, Leonteus ve Minyasas’ın şehrin kurucuları olduğu düşünülmektedir. Bu noktada Perge’nin bir Hitit Kenti olduğu anlaşılır.
Fakat şehrin en önemli zamanları Büyük İskender’in şehri ele geçirmesinden sonra yaşanmıştır. MÖ 334 yılında Granikos Savaşı’nı kazanan Büyük İskender’in Pamfilya Bölgesi’ni Pers yönetiminden kurtardığından söz etmiştik. Bu sırada Phaselis Kenti ile iletişime geçen Pergeliler, Makedon krala kapılarını açmışlar ve şehri onun egemenliğine teslim etmişlerdir.
Aslında Roma ve Hadrian Dönemleri’nde çok önemli bir yer olan Perge, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde Piskoposluk düzenlemesinde Pamfilya’da özel bir durum ile Side ilk Piskoposluk merkezi, Perge de ikinci Piskoposluk merkezi olarak açıklanmıştır. Burada yeniden gelenek hâline gelmiş iki kent arasındaki rekabet görülmektedir. Kesinlik kazanmayan tek konu, hangi şehrin Pamfilya’nın başkenti olduğu konusudur. 7’nci yüzyılda bölgeye Arap akınları başlamıştır. Geç antik ve bizans döneminde Perge’ye ait doğrudan bilgiye rastlanmamaktadır.
Şehre girince, başka bir dünya olduğunu varsayıyoruz
Şehrin kapısı bizi tarihin içerisinde daha fantastik, daha kurgusal ve mitolojik bir dünyaya götürüyor. İskender zamanında yapılmış iki kuleye karşıdan göz atıyorum, “Bunlar da ne?” diye soruyorum. “Sırası var. Önce kentlerin kurallarına uyalım” diye cevap alıyorum.
Hızla içeri dalıyoruz. Aklımızda yine tarihi mitolojik hikâyeler… Ancak kahramanlık ve savaşı anlatan hikâyeler değil, tamamen günlük yaşamla ilgili olanlarını görüyoruz. Kendimi bir anda sanki bir kervanda tacir gibi hissediyorum. Büyük taklı bir kapıdan geçerken, kendimizi rahatlamış hissettiğimiz bile gerçek gibi. Bir liman kentine en yakın mesafe 35 kilometre. Yani ortalama hızda bir kervanla gelmiş olsak 18 saatimizi yolda geçirmiş olmalıyız. Yolun hikâyesini hemen birine anlatmalıyız.
Hayali tacirimizin “tamamen uydurma” anlatıları şöyle:
“Liman kentinden ayrıldığımızda Güneş, dağların arkasından kızıl parlaklığını gösteriyor. Kentin ana caddesinin kapısı tarafındaki çeşmede yüzümü yıkıyorum. Kervansa hemen oracıkta toplanmaya başlamış bile. Toplanmayı kervanbaşı kontrol ediyordu. Bir gün önce ona sikkeyle ödeme yapanların listesini dikkatli bir şekilde inceliyor, gardların yerlerini alıp almadığına tekrar tekrar bakıyor.
Arabamı kervandaki orta sıralarda bir yere doğru çekip beklemeye başladım. Kervan listesine en son adını yazdıran en arkaya geçer, kural budur. Yola çıkmadan bu dizilişin doğru olduğu kontrol edilir ve kurala uymayanlar kervandan atılır. Çünkü en çok koruma öne dizilir, arka taraftakiler ise daha az güvenliklidir. Ancak şehirlere uğradıkça kervana yeni eklenenler olur ve tabii ki yolculuğunu o şehirde bitirenler. Böylece arka taraftaki yolcular da bir zaman sonra öne doğru geçmeye başlar.
Yola çıktığımızda güneşle dağlar arasından görünmüş, hatta kesişim çizgileri ayrılmıştı. Çok sıkıcı başlayan yolculuk, çalgıcıların kendi arabaları üzerinde çalıp söylemeye başlamasıyla eğlenceli hâle geldi. Burada söylenen şarkıların çoğunu bilmiyorum. Ama yine de bizden gibiler… Unutmayın Pamfilya Bölgesi birçok halka ev sahipliği yapıyor.
Bir kadını görüyorum, kuzeyli veya batılı olmadığı kesin, Mare Nostrum’un güney yakasından gelmiş olmalı. Gözleri sürmeli, koyu tenli ve saçları kömür karası. Gözleri içimi çekiyor, ama kervanlarda -en azından kısa yolculuklarda- böyle yakınlaşmalar çok onaylanmaz. Önüme bakıyorum.
Güneş tam tepeye çıktığında, kervan yavaşlıyor, ama durmuyor. Yemek saati geldi. Oldukça acıkmıştım. Karnımı yanıma aldıklarımla doyuruyorum. Yanıma daha fazla yiyecek alamadım. Bir öğün daha yiyeceğim var. Zaten kötü kokulu kervan yükleri yüzünden canım çok fazla yemek istemiyor.
Roma yolu bizi doğru Perge’ye götürecek, fakat güneş batı bölgesinin yüksek dağlarının arkasına geçmeye başladı. Kente çok az bir mesafe kalmışken olan oluyor. Bölge, korsanlarla ünlü… Bir korsan çetesi kervana saldırıyor. Arabam ağır olmayan fakat değerli bir yükle dolu. Onları riske atmayacağım. Silahıma ve zırhıma davranıyorum. Her şeye rağmen onları kullanmama gerek kalmıyor. Korumalar, küçük grubu uzaklaştırıyor. Bu saldırı iştahımı kapadı, akşam sadece kuru mısır ekmeği ile karnımı avutuyorum.
Neyse ki, yükümüze ve başımıza bir şey gelmeden kenti görüyoruz. Kentin görünmesi kervanda büyük bir neşeyle karşılanıyor. Çalgılar yeniden çalmaya başladı, artık bütün kervan şarkılara eşlik etmeye başladı. Tüm kervan Dionisos’a şükran borçlu. Şehrin kapısından geçer geçmez, yükümü kent görevlilerine emanet edip hamama gideceğim.”
Tacirimiz, yorgun bir yolculuktan geldiğinde oldukça kirlenmiş ve acıkmış olmalı. Onun kendisini suya bıraktığını düşünerek kentin kapısına yöneliyoruz. Kenti çevreleyen surlarda dört yöne doğru kapılar var. Bizim girdiğimiz güney yönüne bakan kapı. Bu kapıya Roma Kapısı deniyor. Bu kapı 3’üncü yüzyılın sonunda ve 4’üncü yüzyılın başında baş gösteren kargaşa ve harp tehlikesi üzerine yapılan surlardan geçmek için dört yoldan bir tanesi.
Girişinde gözümüze çarpan kuleler surun biraz gerisinde, ortasındaki meydana ise Septimius Severus Meydanı deniyor. Kapıdan geçer geçmez, Severus zamanında yapılan çeşmelerle karşılaşıyoruz. Çeşmelerin biraz ilerisi ise hamam…
Güney Hamamı, Perge’nin en iyi korunmuş yapılarından bir tanesi ve anıtsallığıyla dikkat çekiyor. Soyunma alanı (Apodyterium), soğuk banyo (Frigidarium), ılık banyo (Tepidarium), sıcak banyo (Caldarium) ve egzersiz alanından (Palaestra) oluşuyor. İçeri girdiğimizde bu alanların tamamını görebiliyoruz. Soğuk banyoda bizi bir havuz karşılarken, ılık ve sıcak banyodaki yapı daha ilginç… Külhandan gelen sıcak hava, kontrollü olarak ılık ve sıcak banyo havuzunun altındaki tünellerden geçip suyu ısıtıyor. Günümüze bu bölümdeki havuzun tam hâli kalmasa da yer altındaki sıcak hava tünelleri hâlâ korunmuş. Bazı bölümlerde mermer yer döşemeleri sergileniyor.
Kapı girişinden görünen iki kulenin yanına geliyoruz. Kuleler, İskender döneminde yapılmış. Bize bir mitolojik çağda yaşadığımız izlenimini veriyor. Kulenin ortasındaki meydanda dolaşırken, birazdan Perseus’un uçan atıyla bu meydana ineceğini düşünüyoruz. Yaşadığımız deneyim, bir mitolojik kitap okumaktan farksız.
Ama kulelerin arkasındaki ana caddeye çıktığımızda, artık bir roman kahramanı olduğumuza inancım giderek artıyor. Çok geniş iki araba yolu, onların yanlarına usulca yerleştirilmiş geniş yaya yolları, yolların kenarındaki dükkanlar ve iki şeridi birbirinden ayıran su havuzları, fantastik filmlerde kurgulanmış bir şehrin yıkılmış platosunda izlenimi veriyor. Kent o kadar iyi korunmuş ki, dükkan kapılarını bile inceleyebiliyoruz. İlerledikçe sütunlu caddedeki sanatsal detaylarla karşılaşıyoruz. Ortada bizimle birlikte ilerleyen havuzların üzerinden geçen köprüler, korunmuş ion başlıklar, sütunların üzerindeki kabartma ve yazılarla burası estetik algımızı doyuruyor.
Sütunların yanı başında bir Agora var. Şehir, bir politik merkez olduğu için bu meydanda konuşulan fikirlerden bazıları tarihimizin en önemli mihenk taşlarından birileri olabilir.
Uzun sütunlu caddeyi aştıktan sonra, Akropol Çeşmesi’ne varıyoruz. Bu anıtsal yapı, Akropol eteğinde ve kentin kuzey girişinde. Buradan gelen su, caddedeki havuzları doldurarak güney girişindeki kulelere kadar uzanıyor.
Dönüşte sütunlu caddeyi kesen başka bir sütunlu caddeye sapıyoruz. Bu cadde kemerli geçişleriyle önümüze bir mimari güzelliği sunuyor. Buradaki heykel kaideleri bile korunmuş. Perge, heykelciliği ile ünlü bir sanat kenti. Fakat heykeller, Antalya Müzesi’nde sergileniyor. Kentte çok fazla heykel yok. Bu yüzden gelecek haftalarda Antalya Müzesi’ni anlatırken heykellerden bahsedeceğiz. Bu doğu-batı yönlü caddenin iki ucu, kentin diğer kapılarına açılıyor.
Bütün bu güzellikten sonra, antik kentlerin en önemli yapıları olan stadyum ve tiyatroya gitmek için can atıyoruz. Fakat tiyatrodaki arkeolojik çalışma nedeniyle içeri giremiyoruz. Elimizde stadyum var.
Stadyum, olimpik bir müsabakayı bize anlatıyor. Bir süre oturup hayalimizdeki müsabakaları izliyoruz.
Coşkulu kalabalığın gürültüsü kulaklarımızda. Tarihteki spor müsabakalarını hissetmenin keyfi ile yeniden günümüze dönmeye hazırız. Pamfilya ve Likya Bölgeleri’nde görülecek çok fazla kent var.
Gelecek hafta okuyabileceğiniz, Aspendos Antik Kenti’ne doğru yola çıkıyoruz. Muhteşem kent yapısıyla orayı da sade bir insan gözüyle inceleyeceğiz.