Bertrand Russell’ın dini inanç eleştirisinin en güçlü yönü, dinin korku üzerine kurulu olduğu ve bu korkunun zulmü doğurduğu iddiasıdır. Tanrının varlığına ilişkin öne sürülen felsefi argümanlar birçok insanın yaşamında önemli görülmeyebilir ancak korku hakkındaki psikolojik boyutu herkes tarafından ciddiye alınmalıdır. 1927’de -Ulusal Laik Toplumun Güney Londra şubesinde- ‘‘Neden Hristiyan Değilim’’ dersi verildi. Russell, amacını karakteristik açıklıkla ifade etti: ‘‘Din öncelikle korku üzerine kuruludur. Bu kısmen bilinmeyenin dehşeti ve kısmen de tüm sıkıntılarımız ve anlaşmazlıklarımızda yanınızda olacak bir tür ağabeyiniz olduğunu hissetme isteğidir. Korku her şeyin temelidir. Gizemli korku, yenilgi korkusu ve ölüm korkusu. Korku zulmün ebeveynidir ve bu nedenle zulüm ve dinin iç içe geçmiş olması şaşırtıcı değildir. Çünkü korku bu iki unsurun temelini oluşturur.’’ Şüphesiz bu vesileyle ifadelerini vaaza dönüştürdü.
Burada Russell’ın din teşhisinde iki unsur bulunmaktadır. Birincisi, dini inancın bir korku belirtisi olduğu; yaşamımızın savunmasız ve güvencesiz olduğunun farkındayız. Kendimizi güvenlik yanılsaması ile rahatlatmak için bizleri güçlü bir ilahın korumasını istiyoruz. İkincisi ise korkunun bir din belirtisi olduğudur; özellikle hem bu yaşamda hem de sonra ki yaşamda ceza öğretileri cahil inananların gereksiz yere korku içinde yaşamalarına neden olur. Bu analizin her iki unsurunda da bazı gerçekliklerin olduğuna dair bir şüphe yoktur; belki de dini inancın nedenlerini ve etkilerini çok sayıda durumda tam olarak açıklar. Fakat bu gibi durumlar dinin kendisini mi temsil ediyor, yoksa çarpıtılmasını mı?
Burada Russell’ın esas olarak ilgilendiği gelenek olan Hristiyanlığa odaklanacağız. Russell, korku dolu inancın ve korku uyandıran dogmanın reddinin ateist bir perspektiften geldiğini iddia ederken Hristiyan geleneğinin kendisi de güçlü bir korku eleştirisi içerir. Örneğin, John’un ilk mektubunda ‘‘Kim sevmiyorsa Tanrı’yı tanımıyor, çünkü Tanrı sevgidir.’’ diyerek temel prensibini ortaya koyuyor ve korkunun ve sevginin birbiriyle bağdaşmadığını öne sürüyor: ‘‘Aşkta korku yoktur ama mükemmel aşk korkuyu dışarıda bırakır; çünkü korkunun ceza ile ilgisi var ve her kim korkarsa mükemmel aşka ulaşamaz.’’ Aslında Russell bu düşünceyi 1912’de yazdığı ‘‘Dinin Özü’’ adlı makalesinde korku, sevgiden daha fazla sürgün edilme eğilimindedir ve en iyi ibadetin içinde korku büsbütün yoktur. Fakat ‘‘Korkunun zulmün ebeveyni’’ olduğunu iddia ederek İncilin herhangi bir metnine başvurmasına gerek duymadı. Çünkü sevginin korku tarafından engellendiği ve çarpıtıldığı temel psikolojik bir gerçekliktir.
Russell’ın 17.yy filozofları arasında en asil ve en sevilen olarak tanımladığı Spinoza, Hollanda Reform kilisesi komformistlerinin zulmüne karşı çıkmak için John’un ilk mektubunu hatırlattı. Spinoza’nın tanık olduğu şiddetli dogmatizm, Russell gibi dinin dünyada zararlı bir güç olduğunu iddia eden modern ateistlerin vurguladığı türden bir şeydi. Ancak Spinoza, Yeni Ahit’te bulunan saf bir Hristiyan öğretisinin tehlikeli bir sapkınlığı olarak korku ile karakterize edilmiş batıl inançlı dini inanç biçimlerine karşı çıktı. Spinoza, Teolojik Politik İncelemenin girişinde John’un ilk mektubundan bir dize ile kilisenin öne sürdüğü Hristiyan etik standartlarına göre başarısız olduğunu kastetti.
Hristiyanlığın korku eleştirisinin bir başka örneğini günah kavramının teolojik analizinde bulabiliriz. Geleneksel olarak gurur, günahkârlığın temel formu olarak tanımlandı. Fakat Kierkegaard, her ikisinin de sevgi yolunda insan psikolojisinin gurur ve korkunun ayrılmaz bir birleşimi ile karartılmış olduğunu savundu. Bu durum ise Hristiyanlığı sevgi idealinin hem gurur hem de korkuya karşı savaşması için tevazuu cesaretle birleştirmemiz gerektiği anlamına gelmektedir. Kierkegaard teolojisine göre korku dolu bir din günahkâr bir dindir.
Bu iki kısa örnek, Hristiyan geleneğinin sadece korkunun tehlikeli sonuçlarını tanımak için değil aynı zamanda onları yakından incelemek ve onlara düşünsel bir cevap vermek için bir takım kaynaklara sahip olunduğunu göstermektedir. Ancak bu Russell’ın felsefi çalışmalarında keşfedilmiş bir bakış açısı değildir. Hristiyanlığın asıl günah öğretisini ifade etmekte isteksizdi. Muhtemelen Russell’ın bu istikrah durumunun 20.yy a kadar uzanan Victoria ahlakıyla yakından ilişkiliydi.
Ancak ateist öğrencileri Russell’ın günah kavramında bazı özel anlamlar bulunduğunu keşfedince şaşırmış olabilirler. Otobiyografisinde 1952’de küçük bir Rum kilisesine yaptığı ziyaretinde inancında olmasa da duygularında güçlü bir etkilenme hissederek günah duygusunu fark etmişti. Eğer Russell, Kierkegaard’ı bu tür duygulara kulak verme de daha fazla takip etseydi korkunun dini bir sorun olduğunu sadece dinle ilgili bir sorun olmadığını anlamış olabilirdi.
Kaynak: The Guardian