Nedir bu normal?

-

Normal, Latincesi normalis olan “gönyeli, ölçüye uygun” sözcüğünden gelmektedir. Ayrıca Fransızca normale de “kurala uygun, kurallı” sözcüğünden alıntıdır.

Norm, Fransızca norme “kural, standart, ölçü” sözcüğünden gelmektedir ve Latince norma “gönye” sözcüğünden evrilmiştir. Norm kısaca önceden belirlenmiş kalıplar, kurallar bütünüdür. Bu kurallar yazılı olmayan ancak toplum üzerinde etki yaratmış bir inançtan gelir. Yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığı bir ölçüt olarak da geçer.

Basit bir benzetme yapacak olursak, toplum normal bir insanın üçgen, kare veya dikdörtgen olmasına karar vermiş ve bunu kural olarak belirlemişse ve insanlar bu ölçülere uyuyorsa normal kabul edilmektedir. Bu kurallara uymayanlar ise anormal, deli, çatlak veya tuhaf olarak nitelendirilebilmektedir.

Kafa kurcalayan nokta ise gönye ile mükemmel bir kare, üçgen veya dikdörtgen çizilebilirken, mükemmel bir daire çizmenin ise pek mümkün olmayışıdır. Bu da demek oluyor ki normal sadece belirli bir şekle sahip olan insanları kapsayan bir kavram olabilir. Özetle, siz bir daire iseniz anormal kabul edilebilirsiniz.

Etimoloji ve geometriden yola çıkarak ele aldığımız bu konuya sosyolojik açıdan bakarsak eğer, tek tip veya birbirine benzer insanlardan oluşan toplum normaldir. Toplum tarafından belirlenmiş kalıplara uymayanlarsa anormaldir yani uyumsuzdur. Ve belki de bu yüzden Albert Camus’nün dediği gibi “Bütün dâhiler uyumsuzdur”. Çünkü onlar sadece gönyeyi ölçü olarak kabul etmeyip, pergel gibi diğer ölçü birimlerini de hesaba katarak evrenin bir kalıba sığamayacak kadar fazla perspektif gerektirdiğini fark eden özgür düşünceli insanlardır.

Tüm özgür düşünceli insanlar gibi bilim, felsefe veya sanat gibi konularda bile kendi sınırlarını çizerek belirli kalıplar dışına çıkmaya korkan meslektaşlarından farklı ve geniş bakabilmeyi başardıklarından ötürü de deha olarak anılırlar. Eğer Einstein, yaklaşık iki yüz yıldır neredeyse bir tabu haline gelen Newton kurallarını bir ölçü olarak kabul ederek çalışmalarını devam ettirmese veya baştan o çalışmaları yok saysaydı, bugün görelilik kavramı belki de olmayacaktı. Goya, Cezanne, Braug veya Kandinsky akademik sanatın kurallarının dışına çıkamasaydı, kalıpları kırmasaydı bugün kübizm, sürrealizm ve soyut sanat da olamayabilirdi.

Daha önceki yazılarımda sıkça belirttiğim üzere elbette farklı olmanın, sınırları zorlamanın ve kalıpları kırmanın ağır bir bedeli de vardır. Sonuçta toplum, kendisine benzemeyenleri dışlama eğilimindedir. Ne var ki bırakın toplumu, en yakınları tarafından bile bir türlü anlaşılamamak, tuhaf atfedilip yalnızlaştırılmaktır dünyaya herkesten farklı bakanların kaderi…

Yalnızlık bir tercih olduğunda insanın kendisiyle olan iletişiminin sağlıklı olması noktasında bir kurtarıcı iken, aynı frekansta kimseyle olamamak ve ne düşüncelerini ne de duygularını anlayacak ama daha da acısı anlamak için de pek bir çabası olmayan insanlara karşı beklentimiz, çürümüş bir sistemin içerisinde az da olsa bir şeylere değer verebilmenin o naifliğini bile kirleten karanlık bir dünyada ışığın ne olduğunu anlatmaya benziyor.

Gözleri karanlığa alışmış insanlar ışıktan hazzetmiyor veya gözlerini kamaştıran ışıktan korkarak kaçmayı tercih ediyor. Sarhoş eden bir çığlığa benzer sesler çıkaran insan uğultuları arasında kendi sesini bile duymadan sürekli konuşanların hiçbir şey anlamadığı, sadece karşısındakini tükettiği bir ana tanıklık etmek kalıyor geriye. Sanki ne yaparsan yap o ışıktan korkacaklar, ateşten korkan kurtlar misali ışığın sönmesini, karanlığın çökmesini bekleyerek pusu kuracaklar. Nitekim çırılçıplak kalma korkusundan da giyinmedi insan denilen varlık; önce kendini korumak için giyindi, şimdiyse sadece kendini saklamak için giyiniyor ve bu giydikleriyle de aslında kişiliğini yansıtan kapitalist bir dünyada moda denilen körlüğün dipsiz kuyularında kendine harikalar diyarı yaratmaya çalışıyor.

Her şey insanın kendi aklının bir oyunu. Ahlâk denilen kavramla çöken toplumun hamurunda var olan tek gerçek ilkel zamanlarınkinden çok da farklı değil. Hayatta kalmak… Ne var ki değişen, hayatta kalmanın şekli. Hayatta kalma savaşını adeta bir oyun gibi kurgulayan sistemin içerisinde neyin ne olduğunu sorgulamaya bile vakit bırakmayan çarkların keskin dişlileri arasına sıkışan insanın kendini soyutlamasında anlam bulduğu tek şey; olabildiğince tüketmenin dayanılmaz cazibesi…

Alışkanlıklarının kölesi haline gelmiş insanlarız. Sevdiklerimize verdiğimiz değer bile bu alışkanlık silsilesine bağlı artık. Şüphesiz ki tamamen çıkarlarımız üzerine kurulu bu sistem. Fırsatları yakalama, çıkarları göz etme ve gün geçtikte bencilleşip kutuplaşmaya varan toplumsal ayrımların, bir de üzerine eklenen ekonomik çöküntüsüyle sarsılan yapısı, her şey dahil tatil anlayışına bürünmüş yığınların bilinçsiz bir şekilde kendileri, yakınları ve çevreleri dahil her şeyi tükettikleri bir dünya ile karşı karşıyayız.

Sistem her zaman acımasız ve zorbadır. Bruno evren sonsuzdur dediği için engizisyon tarafından canlı canlı yakılmıştı, Galilio dünya dönüyor dediği için ömrü boyu hapse mahkûm edilmişti, kadınlar cadı diye öldürülmüştü, benim tanrım senin tanrını döver anlayışından ötürü dünya kan gölü haline dönmüştü. Aslında toplum, bunların hiçbirisinin farkında bile değildi. Çünkü insanlar daha burnunun ucundakileri bile tam olarak görebilme yetisine sahip değiller, özellikle de günümüzde… Her birimiz bize verilen demokrasi, özgürlük, serbest ekonomi, globalleşme, modernizm, postmodernizm ve teknoloji gibi kavramlarla şekillendirilen yeni dünyanın satranç masasında piyon olmaya devam ediyoruz. Dürüstlük, tolerans, dayanışma, özgürlük, sevgi, vicdan ve adalet gibi kavramlar ise ağzımızda çiğneyip durduğumuz bir sakız kadar yapışkan hale gelmiş durumda.

Tüm bunların sonucunda ise normal bir insan olabilmenin koşulu da bu sisteme ayak uydurmak olduğundan normalimiz, normalleşmek. Zaten sistemin her zaman amacı da bu değil midir? Azınlıkları çoğunluğa dahil ederek kocaman bir sürü yaratmak…

Bununla birlikte kendini bundan sıyırdığını, farklı olduğunu sanan, sanmakla da kalmayıp bunun için şekilden şekle giren insanların farklılaşma çabasının normalleşmesindeki sorunu da görebilmek lazım. Kendi dışındaki herkesi sürünün bir parçası sanıp marjinalliğe soyunduklarındaki samimiyetsizliği kimsenin fark edememesinin tuhaf olması da işte bu normalleşmenin bir sonucudur. Çünkü marjinalliği de bir kalıba sıkıştırdığından habersiz insanlık. Her şeyi bir şeye benzetme kaygısının esiri olduğumuz sürece bu değişmeyecek bir algı meselesi…

Hayatta hiçbir şey normal değildir. Bize normal gibi gelir sadece. Alıştığımız için… Sonsuz bir evrendeki sıradan hayatlarımızın içerisinde küçücük bir kare olmakla yetindiğimiz için… Sınırlarımızı toplumun bizi kodladığı ölçüye göre çizebildiğimiz için…

Korkmalısın sürekli dürüstlükten dem vurandan veya demokrasiden bahsedenden… Korkmalısın sana değer verdiğini söyleyen ama buna değer bir şey yapmayan insandan… Korkmalısın senin iyiliğini düşündüğünü söyleyenlerin seni bir kalıba sokmasından… Korkmalısın sözleriyle eylemleri birbirini tutmayan insandan… Korkmalısın iyi niyetini sömürenlerden… Korkmalısın kendine güvenle kibiri birbirine karıştırandan… Korkmalısın her fırsatta kendinden bahsedenlerden… Korkmalısın en zor zamanlarında seni yapayalnız bırakan insandan… Korkmalısın kendi hayatlarına dönüp bakmadan sana akıldan başka bir şey vermeyenlerden… Korkmalısın arkadaşım, dostum diyerek aylarca elini telefona sürmeyenlerden… Korkmalısın seni sürekli oyalayıp meşguliyetin maskesine bürünenden… Korkmalısın sadece işi düşünce seni hatırlayandan… Korkmalısın sana anormal gelse de herkese normal gelen her şeyden… Ve korkularının üzerine gitmelisin. Çünkü Foucault’un da dediği gibi “Normal insan kurgudur.”

SON YAZILAR

Tek kişilik azınlık

Sürekli bir şeylere yetişme çabası... Hep geç kalmışlık hissi içerisinde geçen günler... Düşünmeye bile zaman bulamayan insan selleri... Düşünmek bile istemeyen ve bundan kaçmaya çalışan...

Sessizliğin Sesi ve Mizofoni

Sümer’in baş tanrılarından Enlil, bir gün insanlardan çok rahatsız olduğu için onları yok etmeye karar verir. İnsanlardan rahatsız olmasının tek nedeni ise çok fazla üremeleri...

Arkeik Çığlık

"Geçmiş dönemlerle kıyaslandığında elbette kat edilen epeyce bir yol vardır ama bilgi ve teknoloji çağında kulaklardaki o arkeik söylem, aslında kadının var olması gereken alanı...

Kendini gerçekleştirememiş toplum ve cüretkâr yeni nesil

"..Çok hoşgörülüler fakat sizi kırmamak adına doğruları eğip bükme eğilimleri yok. İşte bu tanımladığım cüretkar yeni gençliktir. Saçlarını boyatmak için punk olmalarına gerek yoktur..." Maslow'un...
Derya Gül
Derya Gül
1 Mart 1980 doğumlu sanatçı, on sene boyunca «usta-çırak kültürü» içerisinde yetişti. Sanat ve atölye eğitimleri alırken bir yandan da resim çalışmalarına başladı. Sanatçı, ilk eserlerinde kolaj tekniğini kullandı. Ardından çalışmalarına, kendi oluşturduğu teknik ve üslupla devam ederek buna yönelik eserler üretti. Uzun bir süre sadece portre üzerine çalışan sanatçı, ilerleyen yıllarda soyut figüre yöneldi ve son iki yıldır ise tamamen soyut dışavurumcu resimler yapmaya başladı. Sanatçının ilk dönem eserlerinde «denge» arayışı göze çarparken, son döneme ait çalışmalarında «kontrollü otomatizm ve geometrik soyutlama» dikkat çekmektedir. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve tarihle de yakından ilgilenen Derya Gül’ün “Ayadaki Göz” ve “Ah Şu Cahil Filozoflar” isimli iki kitabı bulunmaktadır.

ÇOK OKUNANLAR

95,278BeğenenlerBeğen
17,593TakipçilerTakip Et
22,156TakipçilerTakip Et
243AboneAbone Ol