Zannediyorum her insanın hayatında muhakkak bir kez yüz yüze kaldığı histir çaresizlik. Eli kolu bağlılık ama sağa sola dönüp, feryat figan edip karşılık bulamamanın ötesinde sanki bir karabasanın boğazına çökmesinden ötürü ses kısılması hali. Fakat kimileri için bir yerden sonra hep aynı nokta- dönüp dolaşıp gelinen değil de o yerde kıpırtısız çakılı kalarak anlamanın ve anlatmanın beyhudeliğinin bilinciyle sessizce durulan. Bekleyerek ancak iyi hiçbir şeyi beklemeksizin. Çünkü yeryüzündeyiz ve bunun çaresi yok.
Bütün coğrafyalarda insan aynı insan çürümüşlük ve kötülüğün yüzü değişse de. Bütün coğrafyalarda acının dili aynı. Bedenin değil ruhun parçalanması-mütemadiyen: Toprağın üstünde olmak, yaraların başladığı yerde. İlk düşüş ve ardından binlerce. Sonrasında hep benzer ağırlık: Uykusuz geçen her gecenin sabahında ölüm uykuları istemek. Kimi için kaçış, kimi için kurtuluş. Kimisi için ise ölümün de ötesinde, yok olmak; hiç var olmamış olmayı dilemek. En ufacık uğraşa girişmeden bile fark edilmeyecek kadar olamamak ile bu eksik oluşu örtbas etmek için girilen çabaların arasına sıkışmak. Varlığı, varlıkla gizlemek-mi… Bilmem. Ama her başarısız girişimin de ardından şöyle dua etmek: Olanlar oldu tanrım/ Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!*
Ne olursa olsun dün, bugün ve yarın için biliyoruz ki, çok şey oldu ve hiçbir şey-di her şey. İnsanlar öldü, insanlar doğdu. Kavga ettiler, nefret ettiler. Sevdiler. Dövüştüler. “Dövüşmeyi öğrenmek istiyor. Oysa bir hayvan bile dövüşebilir ama şiir okumak işte o insana inanç katar. Öğrenmek istiyorum şiir okumayı, bir yıldız neden kayar, rüzgâr ne taraftan eser öğrenmek istiyorum.” dedi Spartaküs ama yine de bazısı inanmadı. Şiir okumak yetmedi. Öldürdüler. Sonra Süleyman güneşin altında yeni bir şey olmadığını söyledi. Bunu söylerken yeni bir şey demedi.
Ölümler devam etti. Kavgalar, iç hesaplaşmalar. Çiçekler köşelerde tüm güzellikleriyle gizlice açtılar. Lâkin insanlığın beklediği bahar ya yakıcı bir yaza dönüştü ya da gelmedi. Kimisi beklemeyi bıraktı. Kimisi de devam etti yoluna. Her şeyin hızla değiştiği ve hiçbir şeyin elde sıkıca tutulamadığı zamanlarda şimdi biz hangi mevsimdeyiz, neredeyiz-bilinmez ama yoldayız- belki yol yok. Bazen çıkıp bir şeyler söylüyoruz- belki beyhude. Yine de yaşamak yakalayınca bizi bir yerden, onunla birlikte sürüklenip duruyoruz. Ve tüm olanlara ve olmayanlara rağmen rüyaların kâbusla karışık yerlerinde lütfedilen o sevilenlerin yüzleriyle özlemi bastırarak hayata direnmeye çabalıyoruz.
Günden güne daha iyi öğrenerek sevmeyi, kavrayarak sevginin kıymetini. Öte yandan kendine de direnerek, umut etmenin en son kötülük olduğu zannına kapılmamaya çalışarak. Sevmeyi hiç bilememek korkusunun sevgiyi silme eğiliminde olduğu yalnızlık anlarına itilmekten çekinerek. Bir de tüm korkuların üstünde elde olmadan insanların arasına yerleşen “yüzyıllık zaman ve yüz yıllık yolların” dayanılmazlığına göğüs gererek.
Ne olursa olsun insanız ve bilemiyoruz. Belki çoktan geçtik en güzel günleri. Bilemiyoruz az evvel gördüğümüz sevdiğimizi son kez görmüş olabileceğimiz ihtimalini. Ölümle yahut bazen ölümden beter uzaklıklarla ayrılacağımızdan bihaber olduğumuz için gözden kaçırdığımız detayları. Ruhundan size doğru yükselen ve sizi saran ev huzurunun bir anda yerle bir olma ihtimalinin havada asılı olabileceğini.
Elindeki yara izine dokunmadan sizi uğurlamasına izin verdiğiniz otobüs durağında, “seni göreceğim” demesine güvenerek yola koyulduğunuz zamanlarda planların boşunalığını. Kimimiz için bunları düşünmek yersiz endişe, kimininse bağrına çoktan düşmüş bir kor. Ölüm yeryüzünü hiçbir zaman terk etmedi elbette fakat ölüm hiçbir zaman bu kadar alçakça birikmemişti yeryüzünde. Bu yüzden her ne olursa olsun, kim umutsuzluk ve kötülük tohumlarını çağın korkunç hızına uygun şekilde saçarsa saçsın, hayatımızda sonsuz etkileri olan o her kısacık an ve o anlar içerisinde irademizle yahut bilinçsizce yöneldiğimiz yollar lütfen sevgiye ulaşsın.
İnsanı içten içe zehirleyen nefreti bırakalım. Nefret edeceksek de şayet Mihail Nuayme’nin dediği gibi zalimden değil, zulümden nefret edelim. Zalimden nefret edersek şayet, onun gibi zalimlerden oluruz. Ve seversek onu eğer, adaleti tanır ve zalimi ona teslim ederiz.** Çünkü biliyorum en büyük bedbahtlık yeryüzündeki cehennemin ateşinde çaresizce yanmaktan çok, bir gün o ateşi tutuşturanlara dönüşmek.
Güneşin altında harcanan onca emekten tek kazancımız sevgi olacak. Sevelim ve sevilelim- şefkatle.
* Madak, Didem (2015). Ah’lar Ağacı. İstanbul: Metis Yayınları, s.15.
** Nuayme, Mihail (2003). Tanrıya Dönüş Azığı. İstanbul: Babil Yayınları, s.50.