Birçoğumuz aşkın serbestisini modern dönemlerin sonuna, post-modern dönemlerin başlangıcına yaslar. Aşk öncesinde sanki hep baskı altındaymış, hep kurallara dayalı yaşanmak zorunda kalınmış gibi görülür.
Genç olan kuşak konu aşk olunca önceki kuşağı genellikle bağnaz, gerici ya da geleneksel farz eder. Ama bunun sebebi, her ne kadar çoğunluğu bunları okumamış ya da duymamış olsa da, bir 12’nci yüzyıl peri masalı olan Tristan ve İsolde efsanesini yahut Dünya Hatun’un arzunun sayfalarından o denli taşan öyküsünü bilmiyor olmaları değildir. Sadece her genç kuşak böylelikle kendi aşkına hiçbir kuşakta olmadığını sandığı bir bağımsızlık yükler ki, bu da o kuşağa ziyadesiyle bir özgürlük alanı açar. Ve sadece aşk, her dönem aynı dinamiği sil baştan tekrar ederek, kendisini yeniden ve yeniden var eder. İşte bundan ötürü de bir yeniliğe ihtiyaç duymaz.
Aşkın dinamiği bir yeniliğe ihtiyaç duyması da değildir. Her yeni doğanın, en farklı elbisesini kuşandığını sandığı, hep bilinen, o tanıdık, bildik dinamikle yaşatılan tekerrür halidir bir yerde aşk. Kamasutra’nın binlerce yıl geçse de popülerliğini korumasını ya da Bin Bir Gece Masallarının sürekli yeniden gün yüzüne çıkmasını sağlayan da insanın içerisinde kendisini sürekli tekrar eden bu kısır döngü, bu yeniden var oluş düzeneğidir bir yerde. Kısır döngünün doğası da odur zaten. Bir şeyin kendisini noktasına ve virgülüne dahi dokunmadan tekrar ve tekrar var etmesi…
Tolkein boşuna “dünyayı ve yaşamı basit insanların her gün yaptıkları dönüştürür…” dememiştir ya da Bernardin de Saint – Pierre, “insanı insanlığın üstüne yükselten” bir kusursuz aşkı 1789 Devrimi’nden hemen sonra öylesine yüceltmemiştir.
Klasik çağda Fénelon her ne kadar, “aşk tüm deniz kazalarından daha korkutucudur…” dese de ya da on sekizinci yüz yılda mahremiyet devrimi icat edilse de Don Quijoteler, dağları delen Ferhat hikâyeleri, samanlıklarda, çayırlarda bile yeşeren özgürlük bu baskıyı sürekli delmiş ve her seferinde “devlet bile daha fazla insanla dolmuştur.”
İronik olarak aşkın tekrarı ya öldürür ya dönüştürür. Ama karşısına çıkan yeni olanın baskın halini çıktığı haliyle bırakmaz. Yine ironik bir dizgeyle kendisini var etmek için yeninin baskısından beslenir. Her yeni, bir acı kültürüyle doğar ve acı aşkın kaosu, arkhesi, ana kaynağı olur. Bu da aşkın kaotik var oluş halidir.
Babil’in asma bahçeleri, Kanuni’nin Hürrem’e dizdiği şiirleri, Cem Sultan’ın gözlerinden onca yıl kaldığı Avrupa’dan yansıyan romantizmi aşkın o hep bilindik yansımasından ötesi değildir. Ve nihayetinde sanki ebediyete kadar hiç tamamlanamayacak tüm o yarım kalmışlık kokan yasalarına rağmen devletler de aşka ihtiyaç duymuştur. Haçlı seferlerinde kutsal ordunun arkasında yürüyen bir fahişe ordusundan söz edilir örneğin. Yahut aşk savaşmak için vatan aşkına, ölüm arzusuna dönüştürülür. Ne de olsa herkes ebedi aşkını, ya da yüreğini sonsuza kadar gömeceği ebedi ikametgâhını başkasının yüreğinde bulabilecek denli şanslı değildir. O halde birçoklarının yüreğinde bu bir şehadete ya da Tanrı aşkına neden dönüştürülmesin ki? Görünen o ki aşkın bu yıkıcı gücü onu elde edemeyen milyonlarcasında işe de yaramıştır.
Velakin, dönem dönem aşka karşı yasaklar bekâret kemerleriyle taçlansa, hadımla vahşileşse ya da gece kontrolsüzlüklerine karşı Victoryen dönem halkalarıyla tasdiklenmeye çalışılsa da kadın ve erkeğin bireyselliğinin asaleti göğü delen haykırışlarıyla kendi üzerinde baskı kuran her gücü, onu örten her kubbeyi parçalamayı başarmıştır. Bugün dönüp hâlâ bunları yaşayabiliyor ya da yazabiliyorsak bunun bir anlamı olmalıdır elbette.
Ne inanılmaz! Aşk ve özgürlük aynı bedende bütünleşmiş iki muhteşem kavram! Boşuna aydınlanma çağı aşk ile erdemin, bedenin zevki ile ruhun yükselişinin bağdaştırılabileceğine inanmamıştır. Ne de olsa “sevmesini bilen kişi büyüklük konusunda da yetkindir ve benzerlerine ilerleme yolunda öncülük eder.”
Romantikler, anarşistler, gerçeküstücüler, hippiler hep bu düşüncenin ürünü değiller midirler? Hugo, düşünme özgürlüğünü daha 1860’ta sevme özgürlüğüne yüceltip; “biri kalbe ilişkin, diğeri akla ilişkindir: bunlar bilinç özgürlüğünün iki yüzüdür. Hangi Tanrı’ya inandığım, hangi kadını sevdiğim kimseyi ilgilendirmez, hele yasayı hiç ilgilendirmez!” diyebilecek kadar samimi bir âşık olmamış mıdır?
Ve şimdi daha özgür bir dünyada yaşayan bizlerin bile Hugo’nun onur ve erdem kavramlarının Victoryen kurallarla yüceltildiği bir dönemin ertesinde kadınlara söylediği, “kocanızdan başka bir adam mı seviyorsunuz? Öyleyse ona gidin! Sevmediğiniz kişinin yanında onun fahişesi olursunuz, sevdiğiniz kişiyleyseniz onun karısı…” kadar açık sözlü bir kararlılıkla evliliğin bilinen klişesini ne denli sarsma yanlısı olabiliriz?
Çünkü aşk, özgürlük olmadan olmaz! Yaprakları savuracak olan çöpçünün süpürgesi değil, rüzgârın esintisidir ancak. Onun için bu işte bir Tanrısallık vardır ya! Onun için Casanova, “kadınları delicesine sevdim. Ama özgürlüğümü hep onlara yeğ tuttum…” diyebilmiştir ya! Ve yine onun için iki temel kavram arasında ideali oluşturan eşitlik olsa da insan hep özgürlüğü uğruna mücadele etmiştir ya! Çünkü idealden ödün verilebilir ama zorunluluktan asla!
Eşitliği birey nezdinde vazgeçilebilir kılan hâlâ bir ütopya gibi durması, romanlardan ziyade ütopyalara konu olması ve yaşamın içerisinden değil de hep bir üst perdeden konuşmasıdır. Ama dostlarım! Özgürlük öyle midir? Ah! Olympos Dağı’nın dili olsa da konuşsa, İshakpaşa Sarayı’nın duvarları haykırsa, Adonis Nehri’nin suları coşsa ya da Fırat – Dicle nehirleri tüm ovayı kaplasa ortaya çıkacak tek gerçek, özgürlük istencini baki kılan aşk olur. Ve tarih boyunca da güzele anlamını veren kadında bedenleşir. Düşünün! Neden özgürlük motifleri genellikle hatta elzem olarak hep kadındır? Neden kadın hakları insan haklarından önce gelir ya da daha az rahatsız edici bir ifadeyle kadın hakları insan haklarını önceler?
Mustafa Kemal’i dünyada bu anlamda bir devrimci yapan da bunu fark etmiş olması değil midir? Kadın haklarını ilk yasalaştıran liderlerden biri olmasının önemi de burada yatar. O, özgürlüğün kadın bedeninden geçtiğini fark etmiştir.
O halde, Mona Ozauf’un yaptığı gibi biz de “sınırı mümkün olan ile mümkün olmayan arasına” koyup, Emile Armond gibi “daha 1914’e gelmeden”, “ikiyüzlülükten ve kıskançlıktan kurtulmuş, cinsel çoğulculuğa dayalı bir aşk arkadaşlığı” fikrinde mi birleşelim?
Gördüğünüz üzere sanıldığı gibi değil sevgili bayan ve bay okuyucular! Aşkı nasıl yaşadığınızdan öte aşkınızı nasıl ifade ettiğiniz önemli. Aşkın bireyselliği toplumsallığımızı doğurur. Aşk toplumları bir arada tutan inançlardan daha güçlü bir tutkaldır bizler adına. Ve yine onun için Wilhelm Reich toplumsal devrim ile kişisel devrimi birbirinden ayırmayı reddeder ve sonunda “cinsel yaşam özel bir mesele değildir.” der.
Sırf mastürbasyonun kendisi bile kitlesel intiharların önündeki en büyük engeldir. Martimer Granville’nin histerinin bir hastalık değil tatminsizlik olduğunu kanıtlaması bile yeterince anlatmıyor mu şu yazdıklarımızı?
Unutulmaması gerekir ki toplumun güvenliği kadınların ve erkeklerin mutluluğundan geçer ve tatminsiz bir toplum mutsuz bir toplumdur. Midedeki sancının özgür bırakılması gerekir. Çünkü denge uyuma, uyum ise özgürlüğe bağlıdır. Bu günün İstanbul’unun altında yatan sır da fetihler dönemi değil, Lale Devri’dir. Damdan dama atlarken ölümü göze alabilecek şairler kentidir burası.
O halde Freud’dan korkmak niye? Kavramından önce kendisini “yüceltmek” gerek… Çünkü yozlaşmış olanın kurulu düzenini yıkacak olandır beden.
Bırakın yaylar gerilsin, oklar çekilsin! “Seni seviyorum”, Deleuze ve Guatari’nin yüzyılın ilk yarısında belirttiği gibi yerini “seni istiyorum”a bıraksın! Özgürlükten başka ne zararı var?
Eğer her şey siyasiyse siyasetin en saf halidir aşk! Baltacının Katerina karşısındaki halini unutmamak gerekir ya da Kleopatra’nın Sezar karşısında Roma’yı sarsan halini. Helene’nin Truvayı yıkan zarafeti ve güzelliğini. Ama durun! Asıl unutulmaması gereken metresin kral karşısındaki halidir. Neydi metres? Kadın efendi. Kralın sevgilisi, danışmanı, güvenebileceği tek kişi… Karısının bile güvenilmez olduğu, oğlunu tahta geçirmek için kocasını feda edeceği, danışmanlarının kendi çıkarları uğruna kralları bile harcayacağı bir arenada kaderleri birbirlerine bağlı iki insandı kral ve metresi. Siyasetin göbeğindedir aşk ve yine unutmamak gerekir ki yarım kalmış coğrafyalardaki savaş olgunlaşmış coğrafyalarda yerini aşka, tutkuya, sevgiye bırakır.
Ne demişti Don Marquis;
“belli ki insan ırkı
Elinden gelenin en iyisini yapıyor
Ama cehennem haykırıyor
Bunun bir bahane değil
Yalnızca bir açıklama olduğunu”
Tuhaf olduğu kadar hoş bir hikâye geliyor aklıma; “Guillaume (1071 – 1127) İspanyol – Arap aşk şiirini ve aşk felsefelerini gayet iyi bilmekteydi. Karısına pek ilgi gösterdiği söylenemese de Aragonlu Philippa’yla evliydi. Kendisini bir şehvet ve baştan çıkarma yaşamına bırakmıştı. D’Arbrissel adında bir vaiz gelene kadar da bu yaşam tipinde ne bir sakınca görmüş ne de sınırlamayla karşılaşmıştı. Ama bu vaiz onun yaşamını ciddi bir şekilde baltaladı. Çünkü adı yukarıda geçen bu vaiz sarayındaki hanımları ve zinacıları cehennem ateşinin beklediği yönünde vaazlar veriyordu. Sonunda bu kısıtlama şairin şiirlerine de yansıdı ve şiirlerinde erotizmin yerini İbni Hazm’ın yüceltici aşkı aldı. Böylece aşk alçalış değil, Freud’u önceler gibi bir yücelişe; utanç verici bir günahtan ilahi bir gizeme dönüştü. Aşkı hediye etmeye muktedir olan kadınlar tapınılması gereken tanrıçalardı. Aşk eskisi kadar erotikti ama bir farkla; çok daha zarifti.
Böylece çok eski bir soruyu saklandığı dehlizden yeniden çıkarmayı da başardı tutarsızlaşan dünyanın arsız keşmekeşi; “Soylu bayım, hangisini tercih edersiniz: karınız hakkında kötü konuşulmasını, ama sizin onu iyi bulmanızı mı; yoksa iyi konuşulmasını ama sizin onu kötü bulmanızı mı?”
14’üncü yüzyıl Fransa’sının bu sorusuna verilen yanıtlar dönemden döneme değişse de şunu biliyoruz ki; Vatsyayana’nın Kamasutrası, her genç kadının bilmesi gerekenleri sıralayan (şarkı söylemek, dikiş dikmek, yatak yapmak, bir müzik aleti çalmak, kolye dizmek, dans etmek, yapay çiçekler oluşturmak…) “Hanımların Ev Rehberi”nden (19. yy) çok daha önce yazılmıştı.