17 Ağustos 1999, hatırlarım, elbet birçoğunuz gibi. Henüz uykuya dalmışken gerçekleşmişti. Gecekondu tip evde yaşadığımız için herhangi bir zarar görmemiştik ama korkmuştuk tabii. Bahçemizde yaşayan köpek Judy de korkudan bacaklarının vücudunun altına almış biçimde yere kapaklanmış, kıpırdamadan duruyordu. Birlikte yaşadığımız kediler ise kendilerini korumak için saklanmışlardı. Sabah bir akrep gördüm, gökyüzü kızıldı. Fırınlarda ekmek kuyruğu vardı.
Gerisini biliyorsunuz, devletin rant için doldurduğu sahiller denize göçmüş, devlet tarafından insanlara satılan binalar onlara tabut olmuştu. Denizin içinde cesetler yüzüyordu. Medya gene ölü sayısını düşük verdi.
Birkaç gün sonra annemin baktığı bakkal dükkanına bir kamyon geldi. Deprem bölgesindeki büfeleri ve marketleri soymuşlar, bize ucuz, toptan sigara satmayı teklif etmişlerdi. Annem tabii ki onları reddetti. Türkiye’de yaşayan insanların bir kısmının bu kadar fırsatçı olması bu topraklarda yaşayan insanlar hakkında kötü düşünmeme sebep olmuştur. Birileri canını kurtarmaya çalışırken ya da can verirken, birileri onlardan kalanı gasp ediyor.
Sonuç olarak devlet ve millet birbirini bir şekilde tamamlıyordu. Ormanları, doğayı yok edip hayvanları katleden, kumsalları doldurup insanları bu tabutluklara doldurarak öldüren devlet ve devletlerin ölümüne sebep olduğu insanları soyan insanlar. Ormanların katledilmesi demek her yeni nesil için yeni salgın hastalıklar olması anlamına geliyor, ormanlar azaldıkça civarda yaşayan insanların yaşam kalitesi* de düşecektir.
“Seçim vaadi olarak kaçak yapılanmaya izin verilmesi” argümanına girmeyi düşünmüyorum çünkü devletin şu an birçok yerde yaptığı binaların sellerde nasıl su ile dolduğunu görmek mümkün. Devletin kendi yaptığı binaların nasıl çürüdüğünü ve zayıf olduğunu görmek mümkün. Yani millet ve devlet aynı şeyi yaptığı için milleti suçlayacaksak devleti de suçlamalıyız. Sonuç olarak bu ülkede hızlı tren öncesi bilim insanları ulaştırma bakanını uyardığında ya da Çernobil faciasından sonra çay konusunda uyarılan devlet kendilerini uyaranlarla dalga geçmiş, millet ise devletin tarafında yer alarak kendi sonlarına giden yolda hız kazanmıştı.
Devletin ve milletin bir kısmının deprem fırsatçılığı bitmiyordu. Örneğin, devlet deprem vergisi adı altında herkesten vergi almış ama bu gelir deprem için değil devletin başka giderleri için kullanılmıştı. Bunun dışında bazı devlet memurları kendilerinden prefabrik ev talep eden kadınlara yatma teklifinde bulunuyor, kadınların çaresizliğinden yararlanarak onlara bir nevi tecavüz** etmeye çalışırken gizli kameralara yakalanıyorlardı. Gördüğünüz gibi devlet ve millet bir yandan deprem için romantik şarkılar çığırırken diğer yandan para kazanmaktan tutun da tecavüze kadar her türlü pisliği gerçekleştiriyordu. Ayrıca organ mafyası yaralı insanları, çocukları kaçırıyordu. İşte devlet, millet, mafya ve belki başka saymadığımız unsurlar depremden böyle yararlanırken aslında depreme üzülüp üzülmediklerini nasıl bilebilirdik? Bu suçluların depreme üzüldüğünü söylemek mümkün müdür?
Peki, çok popüler bir soruyu sormak isterim: Ders çıkardık mı?
Yukarıda verdiğim örnekler bence ders çıkarılmayacağının kanıtı idi ki çıkarılmadığını şimdi size detayları ile anlatmak isterim. Gerçekçilik çok önemlidir, eğer bir yandan depremzede kadınlardan yararlanıyor, depremden sağ kurtulmuş çocukları kaçırıyor, depremzede yaralıların organlarını çalıyor ya da yıkılmış dükkanları soyuyor veya deprem vergisi adı altında kendi doldurduğunuz sahillerde ölmüş insanları kullanarak vergi topluyorsanız ve hâlâ utanmadan deprem romantizmi yapıyorsanız zaten bir ders çıkarmayacağınız bellidir.
Biz şimdi gerçekten üzülenler için yazalım, deprem şu anki teknoloji ile önceden net bilinemiyor. Fakat önceden bilinen toplu ölüm sinyalleri var. İşte bunlar için bir şeyler yapılabilir.
En basit örnek Dilovası ve Kandıra’daki yoğun sanayi tesisleri nedeni ile oluşan hava, su kirliliği. Bu kirlilik öyle oranlara gelmiş ki annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk kakalarında ağır metaller bulmak mümkün. Bir bebek olduğunuzu farz edin. Yaptığınız tek şey hepimiz gibi var olmuş olmak. Yani dünyaya gelmek. Ama ne oluyor? Sanayiciler para kazansın diye doğuştan toksik atıkları bünyenizde bulunduracak şekilde doğuyorsunuz. Yani sanayicilerin çıkarları için sizin yaşam hakkınızın büyük kısmı gasp edilmiş oluyor. Kocaeli’nde kanser oranı tavan yapmış durumda. Hava ve su kirliliği defalarca belgelendi. Kocaeli’de depremde ölmemiş olanları kanser ve benzeri hastalıklar beklemekte. Yani aslında şu an ve gelecekte olacak toplu ölümler oldukça açık biçimde önümüzde durmakta. Ayrıca gene Kocaeli’nde patlaması durumunda şehri komple yok edebilecek kimya tesisleri var. Bu fabrikalardan bazıları nükleer tesis kadar tehlikeli olabilir.
Devletin ve fırsatçıların deprem konusunda üzgün olmadığının altını çizdik, peki devlet ve millet kanserden dolayı şu an başlangıç aşamasında olan ve çok yüksek seviyelere tırmanacak olan kanser kaynaklı toplu ölümler konusunda telaşlı mı? Hayır! Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu yıllardır bu bölgede fabrikaların atıklarını ve doğaya verdikleri zararlarla ilgili ölçümler yapıyor. Yıllardır Dilovası ve çevresindeki kirliliği halka duyurmaya ve devleti bu konuda önlem almaya çağırıyor. Peki devlet ne yapıyor? Hamzaoğlu’na ceza veriyor. Neden? Cevabı çok basit.
Meclisler genel anlamda zengin insanlardan oluşur. TBMM’deki bakanları ve iktidar partisi milletvekillerinin mal varlığını incelediğinizde hepsinin çok zengin sanayiciler olduğunu göreceksiniz. Bu kimselerin mecliste bulunma amaçları zaten güçlerine daha çok güç katmaktır. Sanayicilerin yarattığı tehlikeyi sanayicilerden oluşan bakanlıklara şikayet ederseniz sanayici bakanlar ve sanayicilerden oluşan lobiler sizin cezalandırılmanız sureti ile sesinizin kesilmesi için her şeyi yapacaktır. Eğer karşınızda tarafsız bir hakim var ise belki kurtulursunuz. Ama Türkiye’nin bir polis devleti olduğunu göz önünde bulundurursak pek ümit yok demektir.
Hatırlatmak isterim ki Karadeniz otobanı denilen doğa katliamına karşı çıkan avukat Cihan Eren öldürülmüştü. Büyük firmalar para kazanmak için, önlerine çıkan herkesi katletmeye hazırdır. Devletin görevi ise büyük firmaların katliamların üstünü örtmektir. Bu doğa katliamına karşı çıkan diğer kişi de hepimizin sevdiği ve özlediği Kazım Koyuncu idi. O ise devletin ‘bizi etkilemez’ dediği Çernobil faciası sonucu ortaya çıkan radyasyonun etkisi ile yıllar sonra kanserden dolayı aramızdan ayrıldı. Bu iki sert muhalifin yok edilmesi sonucu Karadeniz otobanı hızla inşa edildi.
Gördüğünüz gibi Kocaeli’de binlerce insan ölmüş ve binlercesinin şu an ölüm yolunda oluyor olmasına rağmen herhangi bir önlem alınmıyor. Yavaş yavaş (ama bizden daha hızlı) ölenler ölmediklerini sanıyorlar. Bu yüzden Kocaeli halkı da yaşanacak toplu ölümlerin sanal olduğunu sanıyorlar. Oysa bizler, Kuzey Ormanları’nda yol için katledilen hayvanlara karşı medeniyetin işlediği suçun cezasını ödercesine öleceğiz.
Deprem oldu, çok insan öldü. Şimdi daha açık bir tehdit var. Para ve güç hırsı nedeni ile binlerce canlının canını gözlerini kırpmadan harcayan para babaları gözlerini Kocaeli halkının canına dikmiş durumda. Tek dertleri para ve güç olan bu kimselerin bizleri öldürüyor olmasına tepki verilmediği sürece, kimsenin de depremden, selden, şundan bundan ders alacağını söylemek mümkün değildir.
—
*Burada kastedilen konfor değil, temiz hava ve suyun azalması ve ayrıca eko-sistemin bozulması ile biyolojik manada yaşam kalitesinin düşmesidir.
**Bana göre tecavüz yalnızca şiddet ve zor kullanarak yapılmaz. Birini aç veya sokakta kalma tehdidi ile karşı karşıya bırakarak onun sizle yatmasını sağlamak ta tecavüzdür.