Ana SayfaKültür & SanatEdebiyatEdebiyat tekeli ve kırık kalemler

Edebiyat tekeli ve kırık kalemler

-

Ülkemizde okuma alışkanlığının çok fazla olmadığını biliyoruz. Bunun için çevremize bakmamız bile yeterli ama gelin sayılara da bir göz atalım.

  • TÜİK’in 2023 yılında yaptığı araştırmaya göre son bir yıl içerisinde 15 yaş ve üzeri fertlerin yüzde 69’u hiç kitap okumadı, yüzde 31’i en az bir kitap okudu. Bunun en büyük nedeni ise gelir durumundan bağımsız ‘ilginin olmaması” idi.
  • Ülkemizde, günde sadece bir dakika kitap okumaya zaman ayrılıyor. Günlük televizyon izleme süremiz ise 4 saat 33 dakika. Türkiye, bu televizyon izleme süresi ile dünyada en çok televizyon seyreden ülkeler arasında.
  • Kitap satın almak, ülkemizde tüm ihtiyaçlar içerisinde 235. sırada.
  • Türkiye, kitap okuma oranı açısından 180 ülke içerisinde 140. sırada.
  • 2022’de önceki yıla oranla bandrol verilen kitap sayısı yüzde 14 oranında düştü.

Türkiye’de okumaya olan ilgisizliğin bir sonucu olarak kitap yayınlatmak da artık neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Yayınevleri çoğu zaman kitabın satmayacağı ve kâğıt-baskı masraflarının çok artmasından ötürü zarar edeceği kaygısıyla kitap basma konusunda pek iştahlı değil. O yüzden de riski en az, yani zarar ettirmeyecek kitapları yayınlamayı tercih etme noktasındalar.

Kitap okuyan sayısının bu kadar az olması ve kitap yayınlamanın çok maliyetli olması gibi birçok soruna rağmen son yıllarda parayla kitap basan yayınevlerinin sayısının inanılmaz sayıda artması ise ilginç bir çelişki. Kitap okumayan bir toplumda kitap yazanların bu kadar çok sayıda olması da açıkçası biraz ironik.

Sonuç olarak para ile kitap basılması, potansiyeli yüksek kitapların da artık parasız basılamaz hale gelmesini sağladı. Yayınevlerinin tüm yükü ve riski yazarın üzerine yıkmaya başlaması yayınevlerinin çoğunu sadece matbaacı konumuna getirdi. Belli başlı büyük yayınevleri dışındaki çoğu yayınevi artık sadece parayla kitap basar hale geldi. Kimisi bunu açık açık söyleyerek müşteri toplamanın derdine düşmüş durumda. Evet, yazar değil; müşteri! Bir de parayla kitap bastığını ilk aşamada gizleme çabası içerisinde olan yayınevleri var ki bu en kötüsü. Kitabınızı göndermenizi istiyorlar ve daha 24 saat geçmeden yani kitabınızı bile okumadan sadece sayfa sayısını hesaplayıp size tutarı iletiyorlar. Birçok insan da bu tuzağa düşüyor.

Yayıncılık bu değil elbette. Fakat piyasa maalesef potansiyeli yüksek ve yetenekli yazarları da zorunlu olarak bu yola itmeye başladı. Sonuç ise okumayan bir toplumda oluşan edebiyat tekeli.

Bu kadar çok sayıda kitap varsa edebiyat tekeli nasıl olabilir diye düşünebilirsiniz. Bu noktada ise şu soruları sormamız gerekiyor: O kadar kitabın içinden kaçı ikinci veya üçüncü baskıyı görüyor? Bu kitapların yazarları en fazla bir iki kitap daha yayınlatıp bu zorlu mücadeleden vazgeçiyor mu? Sonra aynı süreci yaşayan yeni yazarların birkaç denemesinden sonra aynı şey devam mı ediyor? Kaç yazar, sadece yazarak hayatını idame ettirebiliyor? Kaç yazar kitaplarından telif alabiliyor?

Siz yıllarca edebiyat diye yanıp tutuşurken, çok küçük yaşlardan beri elinizden kâğıt ve kalemi düşürmeden belki de milyonlarca kelime yazıp kitabınızı yayımlatmak için kapı kapı dolaşırken, hayatında tek bir öykü bile yazmamış birinin kitabı biraz editör desteği ile hızlıca basılabiliyor. Çünkü o kitabın satma olasılığı yüksek, yazarının tanınmış biri olması yeterli. Kitabın kötü veya iyi olması da pek o kadar önemli değil. Editörler kitabı ona göre ele alıp düzenliyor. Hem zaten kime göre iyi? Kime göre kötü?

Halihazırda ünlü olanların (yazar olması hiç de gerekli değil) kitapları ile yazar olarak tanınmış yazarların kitapları ikinci, üçüncü ve belki de onuncu baskıyı görebiliyor. Bir kurum, akademi, camia, dernek vb. oluşumların desteği ile güçlü bir PR ve WOM yaratabilen bazı yazarların kitap yayınlatması sürdürülebilir bir hal alıyor.

Çok satan bir yazarın mesela altıncı veya yedinci kitabı çok iyi olmasa da artık bu pek fazla sorun teşkil etmiyor. Sadece o yazarı takip edenlerin kitabı satın alacak olması bile yayınevine yetiyor. Siz de yazarın edebiyat yorgunluğunun kurbanı oluyorsunuz. Fakat bu da artık çok önemli değil.

Parayla basılan kitaplar ise eğer ciddi bir PR bütçesi ayrılmadıysa sadece basılıyor ve internette birkaç yerde satışa çıkabiliyor. Belki yüz, belki en fazla beş yüz adet satılıyor. Geriye kalan kitaplar ya yayınevlerin deposunda çürüyor ya da yayınevi beş-on lira gibi sembolik ücretlerle sırf deposu boşalsın diye kitapları satmaya başlıyor. Edebiyat çöplüğü, ciddi okurları da bu şekilde edebiyat tekeline mecbur kılıyor.

Nedir bu edebiyat tekeli derseniz?

Edebiyat tekeli; tanınmış, bilinen yazarlar ile PR desteği veya başka desteklerle iletişim-pazarlama gücü sayesinde çok satanlar listesine girebilmiş yazarların kitaplarından örülü bir dünyaya okurları hapseden bir piyasa gerçeğidir. Buna ek olarak, kitap dağıtım kanallarını elinde tutan birkaç firma olmasından ötürü maliyetler, ödeme, vadeler konusunda yayınevlerinin ayakta durabilmesini iyice güçleştiren böyle bir sistemde var olma çabasıdır.

Piyasadaki kitaplar veya yazarlar başarısız mıdır? Kesinlikle hayır. Azımsanacak bir sayıdan mı bahsediyoruz? Kesinlikle hayır. Sırf bunları bile okusa bir insan ömrünü mutlu mesut tamamlar. Mevzu kitap kurtları diye adlandırdığımız okuyucu kitlesinin sıkışmış bir ağın içerisinde dönüp durmasından ziyade, yetenek parıltıları gösteren, ileride belki de edebiyat tarihine adını altın harflerle yazdırma potansiyeline sahip nice yazarın, okur kitlesi ile buluşmasını sağlayacak bir edebiyat ortamının asla ama asla oluşamaması veya bunun olma ihtimalinin çok düşük olması. Yetenekli olsa bile arkasında bir desteği olmayan, kitap basımı, PR, pazarlama için de ciddi meblağlar harcayamayacak bir yazarın açıkçası ülkemizde pek şansı yok. İstisnalar var mıdır? Elbette vardır ama adı üstünde “istisna”.

Hiçbir zaman yazarların ve hatta tüm sanatçıların bu zorlu yollardan geçmediğini iddia edemeyiz. Ne var ki çağımızda okumanın artık git gide önemini kaybetmeye başlamasına paralel, popüler kültürün dinamiklerinin de etkisiyle nicelik artarken niteliğin inanılmaz oranda bir düşüş sergilemesi, ciddi anlamda bir yozlaşma sorununu da beraberinde getirdi. Ayaklar baş oldu hesabı, edebiyatın ne olduğunu bilmeyen insanların “yazar” sanılmasından ötürü ortalıkta iki satır yazanı yazar, iki fırça tutanı “sanatçı” ilan eden bir çağın yanılsamalarında gerçek sanatçılar da kendi gölgeleriyle baş başa kalıverdi. Maddiyatın her şeyin belirleyicisi olduğu böyle bir çağda niteliğin bu kadar değer kaybetmesi ise bizi her şekilde fakirliğe itti. Fikir fakirliği, edebiyat fakirliği, sanat fakirliği… Çünkü çevremiz fikir çöplüğü, edebiyat çöplüğü ve sanat çöplüğü ile dolup taştı. Değerli olanları tarih hatırlayacak olsa da bu hengamede birçok insan harcandı. Ve toplum edebiyat çöplüğünde veya sanat çöplüğünde artık değerli olanı medyanın veya başkalarının değer ölçülerine göre belirlemenin derdine düştü. Başarılı olan herkes iyi sanıldı. Aslında bu kocaman bir yalandı. Her zaman öyleydi… Fakat çağımızdaki kadar bir yozlaşmaya bu anlamda pek fazla rastlandığını sanmıyorum.

Bunların farkındayız zaten ama yapacak bir şey yok diyen çok insan var. Şikâyet edip kafayı kuma gömdüğünde, yani oyunu kurallarına göre oynamadığında, kaybedenler kulübünün zorunlu bir üyesi olmak dışında seçenek olmadığını öne sürenler de çok. Çünkü sistem bunu gerektiriyor. Günün sonunda insanın elinde “ya bu çemberin içindesin ya da dışındasın” veya “ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin” hissiyatından başka pek bir şey de kalmıyor.

Peki, tüm suçu insanlar okumuyor veya kitap basma maliyetleri çok yüksek gibi nedenlere yüklemek doğru mu? Karşımızda çok belirli ve somut nedenler varsa, bunlarla savaşmak için neler yapılıyor diye düşünmemek elde değil. Pek bir şey yapılmadığını gördüğümüzde ise demek ki bu engeller aslında yayınevleri için çok da önemli değil izlenimi uyanıyor. Ne de olsa satışı neredeyse garanti kitapları bastığı veya zaten maddi külfeti yazara yüklediği için sorunlarla da baş etmesine gerek kalmıyor sanki.

Mutlaka sınırlarını zorlayan, bunlarla mücadele etmeye çalışan yayınevleri olmuştur. Tek başına bir yere kadar ayakta durabildiğinden ötürü bu savaştan vazgeçmiş olma olasılığı ise yüksektir. Benzer şekilde bu sorunlarla tek başına mücadele etmeye çalışan bir yazarın sonunda kalemini kırması gibi bir küskünlükle sonuçlanmış çabaların olduğuna eminim. Ve bu insanların ister yayınevi olsun ister yazar veya bir dergi grubu çağımızın şövalyeleri olduğunu söylemek gerekir. Örneğin; yakından takip ettiğim oldukça nitelikli bir dergi ayakta kalabilmek için son nefesine kadar savaşıyor ama maalesef böyle giderse yakında kapanma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunun farkında. Burada da bir tekel içerisinde olan gruplar dışında piyasada nefes almak kolay değil. Aynı yazarların dönüp dolaşıp aynı şeyleri kaleme aldıkları, popüler kültüre hizmet eden içerikleri tekrarlayan, Frida, Kafka gibi ikonik hale gelmiş isimleri kapaklarına taşıyarak, poster, takvim hediyeleri veren sözde edebiyat dergilerinden biri değilseniz, o camia içerisindeki yazarlardan biri değilseniz veya aynı edebiyatı sürekli yineleyen tuhaf bir tayfanın arasında değilseniz, yani popüler kültürün edebiyat modasına uymuyorsanız, şansınız az demektir.

Bu devranı değiştirmek için bir şeyler yapılamaz mıydı? Elbette… Bunun için önce elimizdeki gerçeklere odaklanacaksak, şu sorulara cevap aramamız gerekecektir:

  • Okuma alışkanlığını artırmak için neler yapılabilir?
  • Kitap basma maliyetlerini en aza indirmek ve kitap dağıtım kanallarına alternatifler yaratmak için nasıl bir yol izlenebilir?
  • Popüler kültüre ait dinamikler çağımızın olmazsa olmazı ise, toplumda kitap okuma alışkanlığını artırabilmek adına bu kültüre nasıl yön verilebilir?

Bu sorulara yanıt bulmak ve harekete geçmek için büyük çaplı yayınevlerinden tutun, vakıf, dernek, STK ve kurumlara kadar birçok yapının bir araya gelmesi gerekir.

Elbette bazı dernekler var ama çalışmaları genelde belirli bir çerçeve içerisinde kalıyor. Kamuoyunun büyük kısmının haberi bile olmayan güzel işlere imza atılsa da popüler kültüre dokunacak bir kampanya göze çarpmıyor. Halbuki bu öyle bir konu ki belirli bir kitle için yapılan çalışmalar takdir edilse bile herkese ulaşabilecek potansiyelde değil. Bu kolay değil elbette ama imkânsız da değil. Bunun için bazı büyük kurumların ve yayınevlerinin ellerini taşın altına koyması gerektiği de aşikâr.

Öncelikle yapılması gereken kurum, vakıf, dernek, STK ve yayınevlerinin bir araya gelmesini sağlayacak bir oluşum veya iş birliği. Peşi sıra bu, kamuoyunun yararına bir atılım olacağından, Reklamcılar Derneği veya benzeri bir yapı ile görüşülerek onu da bu çalışmanın bir paydaşı haline getirmek, ardından medya kurumları ve PR şirketlerinin kapısını çalmak. Diğer bir deyişle kamuoyunun yararına çalışabilecek kapasitede olan profesyonelleri oluşuma dahil etmek.

Durum tespiti, pazar yani piyasa, iletişim, dağıtım kanalları, hedef kitle analizi vb. birçok konu masaya yatırılıp SWOT analizi yapıldığında tüm resim de aşağı yukarı zaten ortaya çıkacaktır. Elde edilen veriler ve analizler sonucunda ise izlenecek yol haritası belirlenecektir. Fakat günün sonunda şöyle bir gerçek var ki kamuoyunu kitap okumaya özendirmek ve okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla bilinçlendirme çalışmaları yapıp farkındalık yaratmak için önce kamuoyunun dikkatini çekmek gerekiyor. İnsanlar kitap okumayı yeterince sıkıcı bulurken ve bundan kaçarken, kitap okumanın insana kazandırdıklarını anlatabilmek adına onları daha da sıkıcı bir iletişime maruz bırakmak, hedeflenin tam tersine ulaşmaktan başka bir yola götürmez bizi. İnsanların kitap okumayı sıkıcı bir eylem olarak görmesinin önüne geçebilecek bir şekilde hareket etmek, kitap okumanın bilgi edinmek dışında sağladığı faydalara da odaklanmak fayda getirecektir.

Popüler kültürün dinamiklerini kitap okuma alışkanlığını artırmak adına olumlu yönde kullanmak iyi olmaz mıydı? Örneğin; madem Türkiye’de televizyon izlemeye bu kadar zaman ayrılıyor, neden dizi yapımcıları ile görüşülerek uygun olabilecek popüler dizilerdeki karakterlerin kitap okumasına yönelik bazı sahneler dahil edilmiyor senaryo içerisine? Yabancı film veya dizileri izlediğimizde hepsinde olmasa da çoğunda mutlaka bir şekilde kitap, kütüphane veya sergi vs. gibi öğelerin filmlerin veya dizilerin içerisine entegre edildiğine tanık olabiliyoruz. Benzer şekilde, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü veya doğum günlerinde kitap hediye edilmesi adına kampanyalar kurgulanabilirdi. Ayrıca ilgili bakanlıklar ile görüşülerek televizyondaki kamu spotlarının kimisine televizyon seyretmeye biraz ara verip kitap okunmasının teşvik edilmesi adına çalışmalar yapılabilirdi.

Hem neden edebiyat veya kitaplar söz konusu olduğunda yaratıcılık kısmını es geçiyoruz?

Düşünsenize; metroya veya vapura biniyorsunuz ve onlarca insanı elinde aynı kitabı okuyorken görüyorsunuz. Evet, bu bir reklam: gerilla marketing. Bir yayınevi veya kitap tanıtımı yapmadan kitap okuma alışkanlığını artırmak adına kurgulanmış bir şey. Dahası devamında viral kampanyalar yapılabilir, sosyal medya efektif bir şekilde kullanılabilirdi.

Mesela; neden reddedilenler diye bir kitap serisi çıkarmak hiçbir yayınevinin aklına gelmiyor? Neden bu tarz ilginç ama finansal açıdan riskli görülen projelerde kurumlarla iş birliğine gidilemiyor? Ülkemizde neden kitap sponsorluğu yok? Kısıtlayıcı olmasından ötürü mü, yoksa ticari kaygının edebiyata sinmesi korkusu mu? Fakat çoktan bu kaygı sinmiş ki parayla kitap basılabiliyor. Genç bir adamın veya kadının hayat mücadelesini konu alan bir kitapta sabun markasının sponsorluğunu görmek abes kaçabilir ve zaten bu riske ne marka ne de yayınevi girer haklı olarak ama yukarıda bahsettiğim büyük projeler için kurumlarla sponsorluk görüşmeleri yapılabilir. Reddedilenler kitap serisi bir veya birkaç yayınevinin yetenek görse de ticari anlamında risk taşıdığından ötürü basamadığı kitaplardan oluşabilirdi.

Daha da güzeli yayınevlerinin potansiyeli olduğuna inandıkları yetenekli ama ismi hiç duyulmamış yazarların kitaplarını basabilmeleri adına fon alabilecekleri bir oluşum söz konusu olamaz mıydı? Bazı kurumlar veya vakıflar buna ön ayak olamaz mıydı? Ülkemizde imkansızlıklardan veya fırsat tanınmadığı için kalemi kırılmış yetenekli yazarları keşfedebilmek gibi bir fırsata neden gözlerini kapamayı tercih ediyorlar? O yazarları Türk edebiyatına kazandırmak gibi bir vizyonu neden edinemiyorlar?

Yarışmalar düzenleyen yayınevleri, vakıflar, kurumlar var zaten diyeceksiniz. Bu yazarlar eserlerini oralara gönderebilir, o kadar yetenekli iseler mutlaka keşfedilirler diye de düşünebilirsiniz. Elbette bu çok önemli ve gerçekten de işe yarayan bir şey. Ne var ki binlerce yazardan sadece üç veya beş kişi için geçerli. Üstelik yeraltı edebiyatı diye adlandırdığımız tür veya fantastik edebiyat, bilimkurgu gibi türler için de buraların kapılarının pek açık olduğunu söylemek mümkün değil. Yani bu yarışmalar genelde belirli bir çerçeve içerisinde kalan eserlere öncelik vermektedir. Dolayısıyla ülkemizden bir Tom Robbins, Charles Bukowski veya Haruki Murakami çıkması bu yarışmalarla olacak iş gibi durmuyor.

Ayrıca her yazarın her kitabı da muhteşem olacak diye bir kural yok. Bazı kitaplar muhteşem olmaz ama yazarları gelecek vaat ederler. O yüzden yazarın okur kitlesini oluşturabilmesi adına bu aşamalardan geçmesi de önemlidir. Fakat maalesef yazarların böyle bir şansı ülkemizde çok fazla yok.

Mesela; neden ilk kitap fuarı diye bir şey yok ya da yeni yazarlar fuarı? Sadece ilk kitabı veya en fazla birkaç kitabı çıkan yeni yazarları tanıtmak ve desteklemek amaçlı yapılacak böyle bir fuar, aynı zamanda yeni yazarlar keşfetmek isteyenleri de kendisine çekmez miydi? Bu fuara sponsor bulunamaz mıydı?

Neden büyük yayınevleri, hele ki arkasına kurumları almış olan büyük yayınevleri ülkemizde okuma alışkanlığını geliştirmek için ve adını duyuramamış, desteklenememiş onca yazara kucak açmak için bazı projeleri hayata geçiremiyor?

Neden usta yazarlar bu yetenekli insanlara destek vermiyor, onlarla ortak projeler yaparak keşfedilmelerine katkı sağlamıyor? Mesela; neden Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Hakan Günday, Ayşe Kulin gibi tanınmış yazarlarla, henüz adı duyulmamış ama gelecek vaat eden yazarların eserlerini bir araya getirilebilecek bir kitap projesi yapılmıyor? Hakan Günday’ın bir yere kadar getirdiği öyküyü başka bir yazarın tamamlaması harika olmaz mıydı? Ya da belirli bir kavramdan yola çıkarak o kavram odağındaki öykülerden oluşan bir kitap yayınlanamaz mıydı? Hakan Günday’ın yalnızlığa dair öyküsü ile Ahmet Ümit’in öyküsü ve ardından adını duyma fırsatımız olmayan yetenekli yazarlarımızın bakış açısıyla yalnızlığın öyküsünü okuyamaz mıydık?

Belki de buna benzer bazı çalışmalar yapılmıştır fakat eğer okuma alışkanlığını geliştirme adına bilinçlendirmekten ve farkındalık yaratmaktan bahsediyorsak, bu projelerin tek atımlık değil, sürdürülebilir bir şekilde olması en önemli etkendir.

Ütopik veya idealist bir bakış açısı sanılan bu tarz fikirlerin, tekelin tekerine çomak sokmak olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat aslında bunun, edebiyat fakirliğini bitirmek için bir adım atmak ve insanları daha fazla okumaya özendirme adına farkındalık sağlamak için ezberleri bozmanın bir yolu olduğunu düşünürseniz eğer, aslında her tarafın kârlı çıktığını anlayabilirsiniz.

Her şeyden öte tüm bunlar için vizyon sahibi olunması gerektiği aşikâr. Ezberleri bozmadan, sadece düzene göre adım atmak bizi sürünün bir parçası yapar ve en radikal insanlar bile genelde sürünün güvenliğine sığınarak kendi radikal adımlarını atar. Yoksa edebiyat aşkına veya ülkemizdeki bu sorunlara çözüm bulmak adına adım atmak isteyenler için ne okuma oranlarının düşük olması ne de kitap basma maliyetlerinin yüksek olması birer engel olurdu.

Çok yetenekli yazarlarımız var; kendini ifade etmek için fırsata ve desteğe ihtiyacı olan… Büyük yayınevlerinin sırt çevirdiği, kitap başvurularını okumadığı veya reddettiği, diğer yayınevlerinin okumadan direkt sayfa sayısına istinaden bütçe geçtiği, hasbelkader yayınlansa da hiçbir tanıtımı yapılmadığından depolarda çürümeye yüz tutmuş kitapları ile nice değerli yazar…

Edebiyatımız kırık kalemlerin tarihi olmadan umudumuzu korumaya devam etmeliyiz. O yüzden de bu yazıyı kaç kişi okur, kaç yazar, yayınevi, dernek veya vakıf görür; okusa da kaçının umurunda olur, inanın hiçbir fikrim yok. Nitekim diğer yazılar gibi pek fazla okunacağını sanmıyorum. Yine de bu çağrıma birilerinin kulak vermesini diliyorum. Aksi halde her birimiz körler ülkesinde yaşayıp elimizdeki mumlarla kendimizi aydınlatmaya devam ederiz.

Önceki İçerik

SON YAZILAR

İşçi Filmleri Festivali başlıyor

18. İşçi Filmleri Festivali, 14-19 Ekim tarihleri arasında Ankara’da sinemaseverlerle buluşacak. 14 Ekim günü saat 18.30’da Kavaklıdere Sineması’nda oyuncu Gözde Duru’nun sunuculuğunu yapacağı açılışta Sputnik’te...

Kuru Otlar Üstüne: Antagonist olarak dişil enerji

Nuri Bilge Ceylan’ın 2023 Cannes Film Festivali’nde prömiyer yapan son filmi Kuru Otlar Üstüne, yönetmenin sinematografisinde takip ettiğimiz “aydının taşra sıkıntısı” olarak da tanımlanabilecek halini...

Sanat: Kolektif tembelliğin günah keçisi

Sanat, insanın varoluşunu ortaya koymasının en yalın ama çözümü ve anlaşılması en zor çabasıdır belki de. Buna rağmen sanatı ısrarla belirli bir çerçeve içerisine sıkıştırmanın...

Dünyanın Öteki Yüzü: Genç yazardan alışılmışın dışında hayaller kur(dur)an öyküler

EdebiyatHaber’de gerçekleştirdiği Yazarın Odası söyleşileriyle tanıdığımız Meltem Dağcı’nın ilk öykü kitabı Dünyanın Öteki Yüzü, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Yetmiş yaşına geldiğinde ölüm şeklini seçme özgürlüğüne kavuşan kadınlar,...
Derya Gül
Derya Gül
1 Mart 1980 doğumlu sanatçı, on sene boyunca «usta-çırak kültürü» içerisinde yetişti. Sanat ve atölye eğitimleri alırken bir yandan da resim çalışmalarına başladı. Sanatçı, ilk eserlerinde kolaj tekniğini kullandı. Ardından çalışmalarına, kendi oluşturduğu teknik ve üslupla devam ederek buna yönelik eserler üretti. Uzun bir süre sadece portre üzerine çalışan sanatçı, ilerleyen yıllarda soyut figüre yöneldi ve son iki yıldır ise tamamen soyut dışavurumcu resimler yapmaya başladı. Sanatçının ilk dönem eserlerinde «denge» arayışı göze çarparken, son döneme ait çalışmalarında «kontrollü otomatizm ve geometrik soyutlama» dikkat çekmektedir. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve tarihle de yakından ilgilenen Derya Gül’ün “Ayadaki Göz” ve “Ah Şu Cahil Filozoflar” isimli iki kitabı bulunmaktadır.

ÇOK OKUNANLAR

95,278BeğenenlerBeğen
17,593TakipçilerTakip Et
22,156TakipçilerTakip Et
243AboneAbone Ol