Fahrenheit 451, Ray Bradbury’nin 1951’te ilk defa basılan bilim kurgu romanıdır. Baskıcı bir gelecek toplumunun anlatıldığı bu kitap aynı zamanda distopya olarak da sınıflandırılabilir.
Eser, kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, insanların sadece televizyonda beyin yıkayıcı şovlar izlediği ve kitap bulundurup düşünen insanların yok edildiği bir gelecekte geçmektedir. Kitap adını, kağıdın 451 Fahrenheit’ta tutuşması gerçeğinden almaktadır. Aynı zamanda ünlü Fransız sinemacı, François Truffaut tarafından da sinemaya uyarlanmıştır ancak Truffaut kendi yorumunu katmayı tercih etmiş ve kurguda bazı değişiklikler yapmıştır. Bu film Türkiye’de “Değişen Dünyanın İnsanları” adıyla gösterime girmişti.
Bu kitabi ve analitik/objektif bilgiden sonra, kendi kitabımızı açalım bize neler diyor. Fahrenheit 451 bizim içimizde neleri yaktı da bu kadar yer etti? Distopyaların albenisi zaten başkadır. Başka olmasını bir sebebi de, mevcut yaşantılarımızdaki olumsuzlukların entelektüel olarak bizim için bir çeşit pasifize yöntemi olmasıdır. Neyi pasifize ediyoruzda böyle bir albeni/hülya oluşuyor, orası başka bir konu. Okurken zihinsel olarak belli bir yere gideriz o aradaki yaşam örgüsüyle kendi içimizde özdeşleşiriz. Bunu Zamyatin’in Biz’in de yaşamıştım. Özellikle de bedensel hazlardaki mekaniklik karşısında.
Tutunamayan kafalara ait suları kitapların üstüne attığımızda, kitap kabarıyor, hacmi artıyor. Daha sonra kuruduğunda da sayfaların mevcut formları deforme olmuş oluyor. Eski baskılar da mürekkep değişimleri de oluyordu, sayfa okunamaz hale geliyordu. Baksen şu kafaların kitaplara yaptıklarına! Ne kötü.
Distoptik romanların sinema uyarlamaları da harika oluyor. Pek fazla bulmak mümkün olmasa da, bulduğunda hemen ceketin iç cebine atıp, ara ara çıkartıp parlattığın ziynet eşyan oluyor zaman içinde. Gelecekteki bir kurgu ile özdeşleşen entelektüel merkez, bu an’ın içinde olmayan ya da -kendi atalet/cesaret döngüsündeki eksiklikten de olabilir- an’ın içindeki bir olumsuzluğun tüm sistemi sarmış haldeki geleceği sevebilir. Buna İsa’nın gelmesi için “ kötülüğe “ ver yansın yapanlarda dahil edilebilir. Zombi filmleri izlerken kendimizi onların yerine koymuyor muyuz? Dünya’da bir avuç kalmadık mı hiç, biz olsaydık öyle mi yapardık, ilk önce şunu yapardık sonra da bunu … Güzel ve zengin izlenimlerle işlenmiş filmler izleyenler için de izlenim zenginliği oluyor zamanla, çünkü kıyas yaptırıyor varlığa.
Yangının ve ateşin kitapları yok ettiği, incelttiği ve kül ettiği bir zamanda geçen kurgu Fahrenheit 451. Sistem/Totaliter bir rejim halinde elindeki güçle kitap okuyana barındırına yükleniyor kısaca. İnsan sadece zihin ve hareketten ibaret gibi kurgulandığında “ mentat “ gibi işlemesi öngörülüyor, bu çok normal. Fakat duyguları ne yapacağız? Duygu, hareketi ve entelektüel bilme halini de değiştirebiliyor. Bir duygu çekilimi yaşadığınızda sizi o ana kadar gerçek diye tutmuş olan bariyerlere ne oluyor? Puf, hepsi gitti. Çünkü, kitap ve kurgudaki kitapları ezberleyenler birer biyolojik hafıza olarak anılsada, isimlerinden ziyade ezberledikleri kitap olarak anılsalar da, olay aslında duygularda bitiyor.
Bizim hatırlayamadığımız şey duygularımız. Bu işin duygusu ne? Otomatik yanlış yerlere düşmüş izlenimlerden dolayı duygularımız aynı şekilde giriyor. Kızgın surat ne demek biliyoruz filmlerde etrafımızda hep böyle oldu, buysa bu gibi, zenginleşmemiş duygu ifadeleri. Bizde bu olay anı döngüsü içinde ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışıyoruz. Çıkış oluyor mu? Çok yavaş oluyor çünkü mekanik işlerle yatay tesirlerle yaşayıp gidiyoruz. İyi de buraya pat diye düşmedik ki! Bir sonraki nesili oluşturma yükümlülüğü Doğa’nınkinle aynı değil. Başka bir şey var burada.
Ütopyalar ya da distopyalar, bizim için insan formunu inşa eden kurgular. Nasıl bir şey istediğimize dair duygusal çıkışlar. Dünya tarihindeki toplum organizasyonlarında da zaten ortaya konulan bir “ düzen “ anlayışı var. İster katılımcı demokrasi olsun, ister site devletleri olsun, oligarşi olsun konuyu yukarıya, yukarısının ihtiyaçlarına bağlamak bizi geliştirecek olan şey. Yavaş yavaş bu organizasyonlar oluşuyor, geçenlerde bir milyon kişi aynı anda meditasyon yaptı, diğer zamanlarda büyük topluluklar bir araya geldi, artarak giden birleşme yeni bir alternatif gibi görülse de bizim için, aslında çok eski zamanlardan beri olan bir şey bu.
Eski bildiklerimizi ve biriktirdiklerimizi yakmaya. Entelektüel kalıpları, yargıları/tutumları yakmaya. Su dengesi eksik kalırsa, itfaiyeden destek isteyebiliriz. İstanbul gibi bir yerde “ su “ eksiği olmaz ama yinede aklınızda olsun. Yol, bizi içten yaktığı halde doğal bir şekilde ilerleyebilmektir bazen.
Bu arada kitabın yeni çevirisi&baskısı İthaki’den çıkıyor. Değişiklikler için alıp okuyacağım sanırım, cila ciladır değil mi : )
| Giriş Alıntısı | Kapak Görseli |