Son dönemlerde temcit pilavı gibi ısıtılıp önümüze sunulan kavramlar, tanımlamalar, serzenişler ve geleceğini göremeyen bir toplumun içinde nereye savrulacağını bile kestiremeyen birçok insanın gözünden bakıldığında iyi yurttaş tanımlamasının üzerine eğilmek gerekmektedir.
Belki bir kısmınız Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Çalışma: Kudüs’teki Eichmann” kitabını okumuşsunuzdur. Bu, bir Nazi savaş suçlusu olan Otto Adolf Eichmann’ın portresidir. 1960 yılında Arjantin’de yakalanıp Kudüs’te yargılanan bu kişi Yahudi soykırımı sırasında Avrupa’nın hemen her yanından toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesiyle ve doğal olarak da birçoğunun ölümüyle görevliydi. Mahkemede yaptığı savunmasında tüm her şeyi, “Sadece, yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim” cümlesiyle özetleyerek, kendisinin, dönemin yasalarına uyan iyi bir yurttaş olduğunu belirtmişti. Tüm bu ölümler, yasalar sonucu oluşan bir devlet memuru mantığıydı ve “görevini yerine getiren yurttaş”, yani “iyi yurttaş” söyleminin sıradanlığıyla karşımıza çıkmıştı.
Kimse kendisine ırkçı denmesini sevmez ama bu söylemin arkasında yatan saf bir ırkçılıktır. Sonunda Arendt; Eichmann’ı “bürokratik, sığ ve basmakalıp bir cümle kurmaktan öteye geçemeyen aciz bir insan” olarak tanımlar ve onu suçlu kılan şeyin “asla aptallıkla aynı olmayan saf bir düşüncesizlik” olduğunu söyler. İşte bu Arendt’e göre “yüzyılın savunmasıdır.”
Sorumuzun tehlikeli olan kısmı ise burada karşımıza çıkar. Görevini yerine getiren iyi yurttaşlar olmak insanlık suçu işlemeyi meşru kılar mı? Ya da iyi yurttaş olmak adına susmak, susturulana ortak olmak ve tek bir dil kullanmak ülkeyi gerçekten müreffeh uygarlıklar seviyesine taşır mı?
Yoksa bir ülke farklılıklarının dile getirilmesiyle mi daha güçlüdür?
Şöyle kısa bir örnek vereyim. Sartre’yi bilen bilir. Fransa’nın Cezayir politikalarına karşı en sert muhalefeti yapanlardan biridir. Hatta öyle ki, “Yeryüzünün Lanetlileri”ne yazdığı önsözde sömürgelerin haysiyetleri için savaşmalarını selamlayarak Fransa’nın Cezayir’deki varlığına son vermeleri gerektiğini bile söyler. Sonuçta ne olur? Görevini yerine getirmek isteyen “iyi yurttaşlar” Sartre’nin tutuklanması talebiyle devlet başkanına kadar çıkarlar. Dönemin devlet başkanı Charles de Gaulle’dür ki kendisi aynı zamanda bir generaldir. Bir general olarak şu tarihi sözleri sarf eder:
“Sartre Fransa’dır!”
Şu asla unutulmamalıdır. Herkes Einstein’i, Sartre’yi, Sokrates’i, Marx’ı, Nursi’yi, Farabi’yi hatırlar; ancak kimse onları yargılayanları, içeri atanları, idam edenleri hatırlamaz. Eğer tarihe mâl olacak filozoflar, bilim insanları, aydınlar, entelektüeller istiyorsanız farklı olanın yaşamasına izin vermekten başka şansınız yok. Çünkü Sokrates’in belirttiği şekliyle onlar bizi derin uykumuzdan uyandırsın, rahatsız etsin ve uyutmasın diye gönderilen at sinekleridir. Hayyam gibi söyledikleri dönemini ne kadar huzursuz ederse etsin onlar bizi sonumuzdan koruyan değerlerimizdir. Sonunda kendi yalnızlığımız içinde kaybolmak istemiyorsak onlara sahip çıkmaktan başka şansımız yok! Çünkü etrafınızdaki sesler ne kadar susarsa sizi saran çember de o kadar daralır ve sonunda nefes alamaz hale gelirsiniz. Ve ileride çocuklarımız tüm bunlar olurken sen neredeydin diye sorduklarında “ben her zaman iyi yurttaş oldum” demenin ötesinde bir cevabımızın da olması gerekir.
Şunu da söylemeliyim ki, bu durum sendikal tespitler ya da serzenişlerdeki haklılık payı için de geçerlidir. İyi olanın tanımlanma sınırsızlığı içinde her şeyin iyi olabileceği tehlikesi…
Başlık görseli: Charlers Cham