Egemenin öldürmekte hiçbir sakınca görmediği, bedeni rahatlıkla parçalara ayrılabilen, yaşam hakkı elinden alınanların tarihi kapkara ve hala bu şekilde kanla, sömürülmeyle, dışlanmayla, yok sayılıp aşağılanmayla yazılmaya devam ediyor. Yani bu, sadece eski günlerden fırlama bir tarihin yazısı değil, güncel bir tarihle şekillenen türcülüğün ve sağlamcılığın kesiştiğini gören ve deneyimleyen bir yazı. Zira çok açık ki gaz odaları şekil değiştirdi, mezbahalar ise hala yerinde duruyor…
İnsan üstünlüğüne inananlar, hayvanı aşağı bir varlık olarak görenler bu yazıyı ve kesişimsellik konusunu sevmeyebilir ama ben engelli kadın kimliğini taşıyan bir birey olarak hayvanlara yaşatılanlar ile ortaçağdan bu yana engellilerin maruz kaldıkları ve benim de karşılaştıklarım sonucu fark ettiğim bu kesişimselliği yazmak istedim.
Türcülük ve sağlamcılığın kesişimi her zaman güçlü bir sınıf, tür, normallikler yaratan patriyarkal kapitalizmin varlığı ile ortaya çıkıyor. Sistemin yarattığı bu kesişimsellik, tarih, medya, eğitim gibi pek çok yolla bireylere taşınırken bazı insanları mücadelede veya hayatın içinde görmek isteyip engeli olanı dışlamak hatta öldürmek ile bazı hayvanların başını okşarken bazılarını aynı hissedişe sahip olsa da yemek olarak görmek ‘normal’ hale geliyor.
Engizisyondan, neredeyse 70’lere kadar devam eden öjenik uygulamalara, günümüzde şekil değiştiren ve nefreti de içinde barındıran dışlayıcı politik söylem ve toplumsal yaklaşım, engelli bireyleri bazen yaktı, bazen kısırlaştırdı, bazen gaz odalarında boğdu. ‘İdeal’ ve egemen güç, aynısını aşağı tür olarak gösterdiği hayvanlara da yaptı. Kafeslere hapsetti, mezbahalarda katletti, ‘yük’ adını önüne ekleyip tüm ağırlığını üzerine bindirdi, hayvanat bahçeleri inşa edip tahakkümü ve dışlanmışlığı normalleştirdi.
Gaz odaları uygulandığı dönemlerde olması gereken olarak karşılandı. Bu Nazi Almanyası’na ait bir uygulama olduğu için di’li geçmiş zaman kullansam da bugün de farklı tekniklerle benzer istekler mevcut. Sağlamcılar, yüzünü ekşitmeyle başlayan bir yaklaşımdan, aynı ortamda bulunmaktan kaçınmaya ve ara ara daha da sertleşen söylemlerle dışlamayı ve yok saymayı her türlü yolla uygulamayı ‘normal’ olarak görüyor.
Nazi Almanyası’nın bilim insanları, politikacıları ve toplumun belli bir kesimi için engellilerin öldürülmesi, öjeni ve gaz odaları normal olandı tıpkı mezbahaların, hayvanat bahçelerinin, at yarışlarının normal görülmesi gibi. Oysa hayvanlara yapılanlar egemenin kendisi gibi olmayanın özgürlüğünü çalmasından başka bir şey değil. Hayvanları, hissediş ve bilinçlerini görmezden gelerek aşağı ilan etmek ve sömürmek kendini üstün ilan eden gücün ideal ilan ettiği dünyanın bir parçası. Türcü yaklaşım, Çin’de köpeklerin yenmesine kızarken burada koyunların yenmesinden rahatsız olmuyor. Halbuki ikisi de can acıtan ve bir yaşama son veren uygulamalar.
Kesişimselliği farklı bir noktadan bakarak görmek de mümkün. Öyle ki sakat insanın öldürülmesi, atın vurulması, ineğin kesime gönderilmesi de tastamam türcülüğün ve sağlamcılığın bir başka açıdan kesişimini gösteren bazı örnekler. Normal olan ise ‘ideal ve mükemmel’ bir bedene sahip olmak ya da hayvanların yenmesi değil. Bana öyle geliyor ki eğer başka bir dünya mümkünse bu, herkesin eşit olduğu, kimsenin ezilip öldürülmediği, türcülüğün, sağlamcılığın ve elbette üstün güç yaratan tüm ayrımcılıkların bittiği noktada mümkün olacak.