O, sen’sin, o; ben’im, o; her şey. Bizler o’nlara anlamlar yükleriz. Bazen O’na anlamlar ve görevler yüklemek için onun gerçekte henüz var olmasına bile gerek yoktur. Çünkü O, bir fikir olarak artık istesen de istemesen de vardır; bir fikir olarak, idealize edilmiş bir kalıp olarak öylece orada durur.
Shakespare, “Beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhu koyup adına ‘aşk’ diyorsunuz…” demiş. Aslında bu şekilde konuyu tek cümlede de özetlemiş.
O eğer gelecekte olmasını beklediğiniz bir sevgili ise kendisi şu an olmasa bile ona hazırlamış olduğunuz kalıp beyninizde hazır halde beklemektedir. Kalıbın şartları çeşitlidir, genelde davranışlarla ilgilidir. Şöyle baksın, bana şöyle davransın, beni böyle öpsün, arkadaşlarımın yanında şu şekil hareket etsin. Bu şekilde O’nu daha henüz o ortada yokken sınırlamış oluruz. O ortada yokken bazen sabırsızlanmak bile söz konusudur. O gelmeli “seni bulmalı” ve mutlu olmalısınız, tabii sizin kafanızda ona yüklemiş olduğunuz görevleri gerçekleştirirse…
Kısacası O, idealize ettiğimiz (aklımızda kusursuz şekilde hayal ettiğimiz) her-şey-dir. Sevgiliyi, eşi, babayı, işi, arabayı, bilgisayarı, kediyi, evi, aklınıza gelebilecek her şeyi idealize edebiliriz. İdealize etmek, kimi zaman gerçek durum dışında bir anlam yüklemektir. Örneğin, o kişi hiç beklediğiniz gibi çıkmamıştır. Çünkü o kişiyi henüz tanımadan ona sıfatlar yüklenmiş. Sonra da o kişi ile bir şekilde tanışırsınız, o size göre O’dur. Beyniniz bu şekilde algılar, çünkü onu daha görmeden tanımlamış bulunmaktasınız. Dolayısı ile onu tanımadan ilk kez gördüğünüz halde ona karşı fikirleriniz yani ön-yargılarınız vardır. Bu önyargılar pozitif manada da olabilir, işte bu durum da idealize etmiş olmanızdan kaynaklıdır.
Aşk halindeyken yalnızca ona değil idealize etmiş olduğunuzdan dolayı O sandığınız kişiyi uzun süre öyle sanmaya devam edersiniz. Daha sonra bazen, onun O olmadığını anlarsınız ve hayal kırıklığı yaşarsınız. Bunun nedeni onla ilgili önyargılarınızdır. Yani idealize ederek ona vermiş olduğunuz kredi, aşk sırasında yaşanan ruh halinin vermiş olduğu yanlış yorumlama durumu ile de birleştiğinde bu yanlış yargı iki katına çıkar ve bundan dolayı doğan yıkımın şiddeti farklı olabilir. Fakat burada onun bir suçu yoktur. Ondan olmadığı biri gibi (hayal ettiğiniz, idealize ettiğiniz) davranmasını beklediniz fakat gerçek bundan çok farklı. Dolayısı ile aşka dayalı ilişkilerde iki aşamalı bir sorun vardır, birincisi idealize etme, ikincisi ise aşk halinin kendisi. Bu ikisi bir arada olduğunda sizi daha güçlü bir sanallık içine sokacaktır. Gerçek dünya bizi asıl etkileyen taraf olduğu için bu dönemde hayatımızın kontrolünü elimizden kaçırabiliriz ve bunun da kötü sonuçları olabilir.
Âşık olduğumuz kişinin o idealize ettiğimiz, hayalini kurduğumuz ve hayallerimizdeki gibi davranmasını beklediğimiz yani bizim tatmin olmamız için özgür hareket etmekten mahrum olmasını dilediğimiz kişinin (sevdiğimizi iddia ettiğimiz kişi) O olmadığını kısa süre sonra anlamak çok kolaydır çünkü bu kişi ile yoğun bir iletişim içindeyizdir ve bu kişiyi gene yoğun bir gözlem altında tutarız. Bu da idealize etmenin zararlarının aşk hali ile birleşmesi durumunda daha şiddetli olsa da daha kısa süreceği anlamını verebilir. (bu arada iki tarafın da birbirini idealize ettiğini unutmayalım bu durumda da siz karşı tarafın O’su olmayabilirsiniz)
Peki daha az gözlemlediğimiz ve idealize ettiğimiz kişiler ne olacak? Peki idealize edip bir daha gözlemleme ihtiyacı duymadıklarımız? Mesela annemiz için idealize ettiğimiz kişilik bellidir, amcamız için ve arkadaşlarımız için. Bu kişiler için “yok canım o öyle yapmaz” deriz. Çünkü onu o şekilde idealize etmemişizdir.
Anneler “benim oğlum öyle şey yapmaz” diyerek daha çocukken akıllarına işlenen çocuk yapma fikrinden dolayı çocuğunu çoktan idealize etmiştir. O’nun çocuğu asla öyle yapmamalıdır, çocuğunun öyle yapma özgürlüğü bulunmamalıdır. Aksi halde o kişi artık o kadının idealize ettiği oğul olmaktan çıkıp özgün bir oğul olacak ve anne oğuldan soğuyacaktır. (nedeni annenin bu durumu çocuk üzerindeki otoritesini yitirdiğini yorumlaması olabilir) Kimi anneye göre oğlu yakışıklı olmalıdır, delikanlı olmalıdır, mert olmalıdır hatta kimi anneye göre onun beğendiği artiste benzemelidir. Anne çocuğu o şekilde idealize ettiği için yani çocukla ilgili çocuktan önce fikri olduğu için çocuğa karşı pozitif önyargısı vardır ve bu da çocukla ilgili yanlış yargılara varmasına ve gerçek değil sanal bir anne-evlat ilişkisi yaşamasına neden olabilir.
İdealize eden yalnızca kişinin kendisi değildir.
Toplumun ortak-yönelmişliğine (bilinç gibi görünen fakat bilinçsiz, şartlara göre davranan) baktığımızda toplumun da kişileri idealize ettiğini görürüz. Toplumsal cinsiyet rolleri bunların en önemli kanıtlarındandır. Her kadından anne her erkekten baba olmasını bekleyen toplum, bebeklere kötü muamele yapıldığında çıldırıyor. Çünkü idealize ettikleri anneler ve babalar bunlar değil, toplumun hayalleri yıkılıyor. Hemen bu kötü muamele yapan kişi ötekileştiriliyor; “bunu yapan insan olamaz”, “bunlar nasıl Müslüman”, “hayvanlar”, “orospu çocukları” gibi uzuyor gidiyor. Burada yapılmak istenen şey bunu yapanları toplumdan ayırarak toplumdaki insanların ait olduğu toplumun aslında böyle şeyler yapanları ihtiva etmeyen bir topluluk olduğunu vurgulamak. Burada insanlar idealize ettikleri toplum algısının kırılmasından dolayı sinirleniyorlar. Yaşamak istedikleri toplumun bu olmaması gerektiğine inandıkları için.
İnsanlar toplumlarını, milletlerini, devletlerini, ülkelerini soykırım yapmayan, ayrımcılıktan uzak duran, adaletli, dik duran olarak idealize ederler. Bu nedenle bir devleti soykırım ya da başka türlü ayrımcılıklarla itham ettiğinizde o devletin tabi olduğu bireyler size karşı saldırganlaşırlar. İdealize ettikleri devlet algısını kırdığınızdan. Bunu bir düşmanlık olarak algılarlar, idealize ettikleri “mükemmel” ülkelerine karşı. Fakat gerçeklik bunlardan çoğu zaman farklıdır kabul etsek de etmesek de.
Aynı şekilde ümmet, mezhep, gibi kümelerin içinde yer alan insanlar da kendi kümelerini idealize edebilirler. “Müslümansa namusludur, taciz etmez”, “islamcıysa zarar gelmez”, “imam hatip’ten terörist çıkmaz” gibi sanal cümleler bizim onları idealize edişimizi simgeler. Her yerden, herkesten her şey çıkar, beklenebilir. Örnekleri çoğaltabiliriz hatta örnek lafı bile buna örnektir. Çünkü örneklemek her zaman gerçekten var olan bir örneği gerektirmez.
Aynı şekilde 90’larda nerelisin diye sorduklarında söylediğin memlekete göre karakter analizi yapmış gibi komple genellemek gayet yaygın idi. “S.’lulardan zarar gelmez, X’den adam çıkmaz” (adam ayrıca erkeği ve insanı idealize eden bir kelimedir) Sonra da S’lulardan zarar gelince ekstra şaşırırız, gerçek bir muhasebe yapma kabiliyetinden uzak oluruz.
Peki ya kendimizi idealize etmek?
En yakınımızdaki ve uzağımızdaki canlı ve eşyaları idealize edebiliriz ve bunların farkına varmak zor değildir, asıl zor olan kendimizi de idealize ettiğimizin farkına varmak. Kendimiz bizim O’suyuz, kendimizi çocukluğumuzdan itibaren idealize ettik, kendimizi kendimize idealize ettiğimiz yaşamın içinde idealize ettik. Kendimizi henüz olmadığımız biri gibi düşündük bu da bize kendimizle ilgili pozitif önyargılar verdi.
Kendimizi genelde toplumun bizden beklediği şekilde idealize ederiz, askere gider ve evleniriz. Bunlar bizden toplumun bekledikleridir ve topluma ait olma eğilimimiz vardır (evrimsel süreçte bir arada yaşayarak hayatta kalmış olmamız ve bir arada yaşayanların seçilerek bu noktaya gelmiş olması, dolayısı ile bir arada olmaya doğal eğilimli olmamız) bu nedenle toplumun idealize ettiklerini de kendimiz adına idealize etmişizdir.
Bir de kendi iç dünyamız vardır.
Mesela kendimizi bir şair olarak idealize edebiliriz, bu durumda kimi zaman saçma sapan ve edebi değeri olmayan karalamaları şiir kabul eder, eleştirileri reddeder ve bir şair gibi davranırız. Ya da benim de yaptığım gibi önceden söylenmiş tüm sözleri yeniden burada bir araya getirdiğimizde kendimizi yazarlık yapıyor sanabiliriz. Bunu abartılı olarak yaptığımızda yapmacıklığımızdan dolayı durum daha da belirginleşir. Fakat idealize etmenin hareketlerimize işlemiş yanları da vardır. Mesela bir erkek düşünün ki kendini bir tip “deli yürek” idealize etmiş, toplum bunu seviyor çünkü, bu ödüllendiriliyor, övgü ile bahsediliyor. Bu durumda kendini henüz çocukken idealize etmiş kişi bu şekilde hareket etmeye çalışıyor. Bu da tabii bilinçlilik değil yönelmişlik durumunu ortaya çıkarıyor.
Yaşadığımız toplumda erkeklerin kadınları anlamaktan uzak oldukları ve kadın-erkek ilişkilerinin çok ilkel durumda olduğu tartışma götürmez. Burada sebeplerden biri rol model alınan sağlıklı kadın-erkek ilişkisi örneğinin az olması ve buna ek olarak, küçükken yeşilçam filmlerinde reddedilmesine rağmen ısrarla kur yapmaya, yerine göre taciz etmeye varan hareketleri aktörlerden öğrenmeleri.
Filmlerde baş roller genelde kişinin kendini O yerine koyduğu kişidir. Kişi kendini O olarak idealize ettiği için kendi O’sunu (yarini) de filmdeki “naz yapan” hayır dese de aslında gönlü olan kişi olarak idealize etmektedir. Evet cevabını almak A planı ise reddedilmek de bu filmlerden yanlış etkilenmiş çocuğun B planıdır. Filmlerde kaybetmek yoktur çünkü. Çocuk reddedildikçe şirinlikler, artistlikler, delikanlı-lık-lar, çiftleşme dönemindeki erkek güvercin gibi dikkat çekme ataklarında bulunabilir. Bu da bu filmlerden etkilenerek idealize edilmiş hedeflere sahip bireyler için kötü bir karakter gelişimine neden olur. Hayır’dan anlamamak. Çünkü pek sevdiğimiz yeşilçam filmlerinin maalesef mirası da budur. Maalesef günümüzde taciz noktasına varan yeşilçam etkileşimli “şirinlikler” etraftaki kimseler tarafından şirinlik olarak adlandırılmakta ve tacize sessiz kalmaktadır.
Bunun dışında günümüz dizileri ise gayet ilkel biçimde, güç ve para ile eşeysel seçilimde öne çıkacağınız algısı yaratarak farklı ve iğrenç bir kapı açıyor.
Kişi kendini toplumun istediği şekilde idealize ederek kendini özgünlük (kendine has özellikleri bulunan) durumundan çıkarak yönelmişlik durumuna geçmiş oluyor. Bu da robotlaşmayı getiriyor. Tepkiler ne kadar tipik, öngörülür ise yönelmişlik seviyesi de o kadar yüksek oluyor. Bu da birçok insanın aslında yönelmişlik ilkelerine uygun yaşadığını düşünmemize neden olur.
İdealize edilen ben’in, gün gelip idealize edilen O olamadığı anlaşıldığında kişinin yaşayacağı yıkım büyüktür. Sen başkası değilsin ki kendini terk edesin? Kendini çocukken hep kahraman, çok sevilen, örnek alınası, gıpta edilen, eşinin deli gibi sevdiği, çocuklarının taptığı biri olarak sosyal bilgiler kitabındaki gibi idealize eden kişi gün gelip, çok da sevilmediğini, pek örnek alınmaması gereken biri olduğunu, eşinin de onu aldattığını nasıl fark eder ya da kabul eder? Bu tamamen gerçeklik ve sanallık algısının şiddeti ile ilgilidir.
Kişi kendini idealize ettiği başarılı, sevilesi kişi olamadığı için sevilmediğini kavrayabilecek midir? Kendini o şekilde idealize eden kişi onun karşılığında O şekilde yaklaşım ve yaşam talep etmektedir. Bir taraf o kişiye o yaklaşımı sunduğunda o da bizden kendi idealize ettiği yaşamı bekleyecektir (ilişkilerde beklentilerin karşılıklı olması) Fakat karşı taraf onun o yaklaşımını hak etmediğini, yani idealize ettiği kişi olmadığını, ya da idealize ettiğimiz şekilde kendimizi sunduğumuz kişi olmadığımıza karar verdiğinde artık bize talep ettiklerimizi vermekten vazgeçebilir. Bu da yıkım getirir.
Canlılar bencil olma eğilimindedir. Evrimsel süreçte de tüm canlılar daha çok işi daha az enerji ile yapma eğilimindedir. Mesela insanın ateşi bulmuş olması az çiğneyerek çok fazla paket enerjiye sahip olmamızı sağlamıştır. (özellikle beyin gelişimi ve ateşin bulunması ve sonrasında bilincin oluşmasında paket gıdanın alımı ile bağıntı vardır). Bencil olmanın karaktere etkisi kolaycılıktır. Kişilik (bilinçli karakter), geliştirmek oldukça fazla enerji gerektiren bir şeydir çünkü daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yapma durumundadır kişi. Kişi kolaycı olursa rol modellerine, toplumsal cinsiyet normlarına bağlı kalır, rol modelini taklit eder, toplumun biçtiği yaşamı yaşarsa bu durumda kişinin benliği yeterince gelişmemiş olur ve daha çok yönelmişlik durumunda kalır.
Kişilik geliştirirken kendimizi idealize etmek zorundayız, çünkü insanın geleceği tasarlama eğilimi vardır. Bu noktada en önemli olan, özgünlüğün yanı sıra gerçekçi olabilmektir. Yalnızca kendi gerçekliğimiz değil toplumun, içinde bulunduğumuz yaşamın şartlarını gerçekçi bir şekilde ele alarak planlamadığımızda, idealize ettiğimiz ben olma konusunda başarılı olamayız. Örneğin maddi durumuna rağmen idealize ettiği sıcak aile ortamına ulaşmak için çocuk yapmak kişiyi hüsrana uğratabileceği gibi belki 50 yıl sonra Dünya’nın son kitlesel yok oluş evresine girdiğini hesaba katmadan çocuk yapmak da idealize ettiğimiz hayatın sonuçlarıdır.
Kişinin kendini gerçeklikten uzak bir şekilde idealize etmesinin ardından kişi kendi ile ilgili ön yargılarının farkında olmayabilir. Bu durum, yüksek ego (narsisizim) ya da düşük ego (gelişmemiş benlik) gibi sonuçlar verebilir. Kişinin egosu yüksek olursa kendini toplumdan üstün görür ve iş birliği yapmayı reddeder, hizmet edilmeyi ve övülmeyi bekler. Kişinin egosu zayıf olursa bir tip “eziklik” durumu söz konusu olabilir. Kendini aşağı görme, yetersiz bulma gibi eğilimler içinde olabilir. Bunlar da yanlış idealize etmenin sonuçlarıdır ve uç kısımlardan uzaklaşılarak daha makul bir hale geçilmesi gereklidir.
Fromm bunla ilgili olarak “ne her şeye evet diyecek kadar ‘iyi’ ne her şeye hayır diyebilecek kadar ‘kötü’ olun” demiştir.
Bu durumda en iyi çözüm kişinin kendini gerçekçi bir şekilde idealize etmesidir. Bu daha ulaşılabilir bir gelecek sağlayacaktır. İyi idealize etmenin de iyi analiz edebilme ile bağıntısı bulunur. Gerçekçi olmak da burada gerçek şartlara, verilere dayanarak analiz etmek olarak alınabilir.
Kendimizi idealize etmemiz insani bir durum, doğru şekilde idealize etmek de kişinin kendisinde bitiyor. Başkalarını idealize etmek dışında, analiz etmek daha önemlidir. Birinin nasıl davranacağına karar vermek sadece onu değil, kişinin kendisini de kısıtlamasıdır. Özgün tepkilerle karşılaşmaktan kendini alıkoymasıdır. Kişinin gerçekçi analizi gerçekçi kararlar vermesine ön ayak olur. Kişi ona kimin zarar verebileceğini, kimin kendi tarafında olduğunu bilmesi açısından yararlıdır. Bu sayede “geleceği görmek” de mümkün olacaktır.
İdealize edilen hayat ne kadar hayali ise ona ulaşmak için ya çok kestirme yollar denenecek (illegal yoldan para kazanmak, telif hakkı ihlali, intihal yapmak, oy çalmak, darbe yapmak, torpil kullanmak, kayırılmak) ya da idealize ettiğin benlik ve hayata sahipmiş gibi taklit bir hayat yaşanacaktır. Bunda da en büyük sahnemiz tabii ki sosyal medya oluyor. Sanal ortamda kişiler kendi idealize ettikleri, O olduklarına dair bir kanıtlama yarışı içinde bulunabiliyorlar. Fotoğraflara atılan like’lar da bu durumda bu kişinin idealize ettiği hayatı yaşıyormuş gibi yapışının başarısını gösteriyor olabilir. Bu durumda gerçek bir tatmin söz konusu olamaz. Çünkü fotoğraflarda gösterdiğin idealize ettiğin değil yalnızca öyleymiş gibi yaptığın anlardan ibarettir.
Gerçekler dışarıdan korkunç ve yıkıcı görünebilir. Yaşamaya mecbur ise kişi (intihar etmiyorsa) hayatını bir şekilde yaşamak zorundadır, belki bir übermensch olabilecektir, belki Anadolu’da geçmişte yaşamış binlerce derviş gibi yaşamın gerçeklerini analiz etmekten öteye gidecektir, belki de bizim gerçekliğimiz aslında o idealize ettiğimiz “deli yürek” “polat alemdar” gibi olmak zorunda değildir.
Yaşamak, yaşamı yaşamak ise kişi yaşamı yaşadığı kadar yaşamıştır. (unutma unutulanlar unutanları asla….) Bu noktada kişinin yaşamı yaşayabilmesi için kendisi olmasına gerek duyulmaktadır. Eğer yaşamı yönelmiş şekilde yaşıyorsan, hayatını (senin olan tek şeyi) sen değil yönelme kurallarını belirleyen şartlar yönlendirdiği için bunu söylemek mümkün değildir. Bilinçli canlılarla bilinçsiz canlıları ayıran en önemli özellik budur. Evrimsel süreç sonucunda bilinçli şekilde var olmaya müsait olduğumuz halde, kendimizi toplum tarafından ya da daha korkuncu kendi tarafımızdan yanlış idealize etmemiz sonucunda kendimizi yaşamı yaşamaktan mahrum bırakmış olabiliriz.