Neden bütün okurlar Kafka’yı sever? Neden 1984 okuduktan sonra içimizde bir şeylerin değiştiğini hissederiz? Neden Shakespeare üstüne çok yazılır? Neden tüm bunlardan bahsetmek bize keyif verir? Neden meraklı bir canlıdır insan?
İnsanı yemek ve içmek dışında ne besler? Eli kalem tutan hemen herkesin yazdığı bu coğrafyada, memleketimizden insan manzaralarına baktığımızda okumak da abur cuburu artırmak gibi bir şey bazen aslında.
Hiç kuşkusuz hâlâ yazmayan kaldıysa da aramızda, yazmak kolay.
Okumaksa…
Dikkat, ilgi ve odağın sürekliliği, soyut düşünceye alıştırmak beyni ve bunu sürdürebilmek; oldukça da geliştirici bir beceriye sahip olmak demek aslında. Zihni eğitmek ve ilkel benliğinden uzaklaştırmak meselesi. Doğal olarak da elli saniyelik Instagram videolarından, kelime sayısı kısıtlı tweetleri okumaktan oldukça da farklı, tadına varıldığında vazgeçilmez bir lezzet.
Oysa kimileri okuyamamaktan muzdarip, herkes telefona bağımlı. Bu bağımlılığın sadece miktarı farklı. Kimi ayrı kalamıyor, kimi bakmadan duramıyor, kiminin de aklı her an cebinde. Bu nedenle belki de kitaplar raflarda beklemekte.
Kitaplar da tür tür, her birinin okuru ayrı. Shakespeare, Kafka, Orwell, Huxley, Dostoyevski, bir elin parmakları gibi ayrılamıyorlar birbirlerinden. Shakespeare’e, başparmak diyebiliriz. O, oyun yazıyor. Diğerleri, romancı.
Edebiyattan alınan haz da türlere göre farklılaşıyor.
Romana gelince
Her kurgu eser, yeni bir düşünce açar zihinlerde. Daha önce hiç böylesi yazılmamıştır. Farklı bir kapı, farklı bir düşünce evreni bu. İnsanı diğer türlerden ayıran, simgeleri (yani burada yazı denilen harf birimleri birbirine bağlayabilme becerimizi) birleştirerek ayrı bir dünyaya açılan bu kapıdan geçebilmesi, ufkunu genişletmesi için belki de roman yazılıyor.
Şiire gelince
Türler demişken, John Berger’di galiba, “şiir açık yaraya konuşur.” diyen. Benden duymuş olun ama bu aralar, okunmayan türlerden biri de şiir. Ne olduysa oldu şairler dışında herkes bıraktı şiir okumayı. Bir şairler, bir de gizli şairler kaldı. Gizli şairler de aşık olduklarında, şiir olduklarını sandı. Oysa eskiden bereketli bir damardı bu topraklarda şiir. Demek ki bugünlerde herkes yaralarına, “acımadı ki, acımadı ki!” diye yaklaşmakta!
Kitaplarsa…
Kimisi bilimsel, kimisi tipografik, kimisi de bir şeyler öğretir bu hayatta.
Romana dönersek, romansın genişletilmiş ve daha gerçekçi bir benzeridir, diyebiliriz. Shakespeare’nin oyunlarındaki gibi sahne vardır romanda. Oyuncular ve roller de. Ve her ortalama okurun yolu bir gün mutlaka bu saydığım beş yazardan geçmektedir günü gelince. Orwell okuyanın elbet bir gün Huxley de okuyacağından olur bu.
(Yani buraya bir parantez açıp sevgili okuyucu, henüz bu yazarları okumadıysan sana şimdiden iyi yolculuklar diyebilirim.)
Roman, şiir gibi açık yaraya konuşmaz. Peki, ne yapar?
İnsan ne bulur satırlar arasında? Görüp görebileceği sadece kendisi ise. Hadi bunu bir kenara bırakalım.
Hadi insana, insanı anlatma çabası da bir kenarda dursun.
Denmiş de denmiş, her şey koca bir ekolaliye dönmüş günümüzde.
Bazısı anlamsız, bazısı sıkıcı, bazısı saçma.
Okur da okur ama ne bulur bunlarda anlamak mümkün değil.
Hani bir fıkra var
Zamanını iz sürmeye adamış bir avcı, bütün işlerini gören kişiye, yine bir akşam, her akşam olduğu gibi bir akşam, “Haydi domuz pirzolasını kızart. Yanına da şarabımı koy, getir.” demiş. “Sonra da fasulyeni yersin.” Yardımcının o yorgunluğu üstüne bir de yine aynı yemeği yiyecek olması canını sıkmış. Gece, avcı uyuduğunda, kendine büyük bir külah yapmış. Külahın bir ucunu kendi mahremine, diğer ucunu da avcının burnuna dayamış. Fıkra biraz daha uzatılacaksa, avcının ertesi gece, yardımcısının kafasına çok affedersiniz zıçtığı, yardımcının da sabah uyanınca, insan domuz pirzolasını yedikten sonra burnundan zıçıyormuş diye hayıflandığı, eklenir. Sonra yardımcı ne yapsa beğenirsiniz?
Bu böyle devam eder. Kabaca tez, antitez, sentez… Romanın da yazılma nedeni olur.
Bazısı bunu şöyle açıklar: Yazarın bir iddiası vardır. Bunun için kahramanlar ve karşı kahramanlar yaratır. Onların yaşadıkları bize sentezi sunar. Her roman, bize bir şey söyler denmesinin nedeni olur.
Okur
Okur… Nereden geldi şimdi bu aklıma? Sahi sanat, edebiyat, felsefe neyimize bizim bu hayatta? Neyimize müzik, neyimize resim, neyimize roman bizim?
Ve sonra yazayım bari diyor insan, galiba, nasıl olsa kimse okumuyor.
E kim, kime, neyi ve niye yazıyor?
Ah, bir de okudum yalanı var ki, nette kitap özetleri dolanıyor.
Yaz be okur. Sen de yaz. Yazmak lüks değil sonuçta bir ihtiyaç. Birisi okur diye değil. Kendine kendini yaz. Bak bakalım sevecek misin? Kendini, yaşadığın şeyleri?
Ama romansa yazdığın bir düşün be arkadaş, sen şimdi bize ne diyeceksin?
Labirentimiz afilidir, şiiri de cabası. Duvarları kitaplar, sanırsın ışıklı kuleli plazalar parlar. Kaç ömür yetmez, yazılanları okumaya, çalınanları dinlemeye, çizilenlere bakmaya. Boş verip bunları sadece bakacak değiliz ya. Ekranlara ve çevremizde olanlara ya da belki de sözü yine yorumculara bırakmalıyız. Topa kim, kaç numara ayakkabıyla vurmuş? Bu maçta atılan gol sayısı kaçı bulmuş?
Kim, kime, nerede, ne yapmış diye anlatsınlar durmadan.
Ekranlar, ekranlar ya da ekrana bakar gibi hayata bakan insanlar…
Kısaca;
Memleket ortalaması hamiş ve hanimiş insan manzarası.
Neredeyse okunan kitaptan fazla yazılan kitap sayısı.
Buradan bakınca böyle Memleketimden İnsan Manzaraları
O zaman Nazım Hikmet’in bir şiirine benzeterek bağlayayım sözlerimi:
Onlar ki hiç kitap okumasalar da onlara kıymayın efendiler. Bırakın insan olmaktan gelen en güzel özelliklerinden birine yani edebiyattan keyif alma sularına rahat rahat dalabilsinler.