Kibele’den İnanna’ya, Frigg’den Gaia’ya dünya denen koca küre kadınların kucaklarında. Dişil enerjinin ruhu eserken tabiatın rüzgarı değer bacaklarımıza; biz ki ormanın çocukları bu ayaklarımızı topraktan kesen, bizi galaksinin en büyüğü hissettiren de neyin nesi?
Yunan mitolojisinin derinlerinde, Khaos adlı boşluğun meydana getirdiği Gaia, yeryüzünün en güzel temsiliyken, biyosfere bağımlılığımızın bir ilişkili teorisidir. Olimpos’un derinlerinden evrene saçılan tanrıların tanrıçasının saçları, James Lovelock’un ilhamı olmuştur.
Gaia Teorisi, dünyanın tek vücutluğunun daimi sürecinde gezegenimizdeki yaşamı canlı bir organizmayla eşleştirir. Lovelock’un ilk defa Gaia: A New Look On Earth adlı kitabında bahsettiği fikri, en dolu hislerle baktığımız dünya penceresinden içeri düşmemizi kutlar. Lovelock’a göre yerküredeki kara parçaları Gaia’nın kemikleri, okyanuslar, denizler ve ırmaklar ise dolaşım sistemidir. Atmosfer dünyadaki yaşamın solunum sistemi iken, üzerinde yaşayan canlılar onun sinir sistemini oluşturur. Ayrıca dünyanın herhangi bir yerinde yaşanacak yıkımın ve canlılığa gelecek zararın her yerde etkisini göstereceğini savunur.
Gaia Teorisi’nin karşısında duran insanlık bir bütünün parçası olduğunun farkındasızlığında izlediği yanlış “hümanist” tavrıyla övünürken, egosuyla harap ettiği tabiat, neslini tükettiği her canlı ile bu narin organizma içerisinde var olma şansını yok ediyor. Görmenin o kadar güç olmadığı bu gerçek, öncelik sırasını çoktan başka şeylere vermiş. Gezegen meselesi futbol müsabakalarından, namus belalarından ve siyasal mücadelelerden sonra geliyor. Kirletilen her ırmak ile kendi kovanına çomak sokan biz, bir yaramaz çocuk vukuatlarından çok daha fazla felakete sebep oluyoruz.
Toprağın kokusunu unutmuşken, gerçekte evimiz olan doğaya geziler düzenlememiz asla affedilemeyecek suçumuz. Tüm bu binalar, akarsuların üstündeki beton yığınları, asfaltları bezeyen egzoz dumanı; doğuran, besleyen, barındıran büyük annenin şarkısını susturmak değil de ne? Kardeşimin demirler içerisinde tutsaklığının adı hayvanat bahçesi ve ben metaller içerisindeki konservelerde arıyorum doyma hissini. Ortak hüznümüz bütün tahakküm.
Kloro- floro karbonların atmosferi zehirlediğini keşfettikten sonra hava kirliliğini ölçmek için gerekli aracı ilk icat eden James Lovelock’un özgün “Gaia Teorisi”, gelenekçi bilim insanlarınca, ‘Bu bilim değil, yeni çağ dini’ eleştirilerine maruz kalsa da dahiyane hipotezi, mikroskop merceğinden kaçan büyük resmi görebiliyor. İndirgemeci bilimin kör tarafını örtmeye yeter mi bilinmez ama bütünsel bakışı dünyanın kurtuluş serüveninde büyük bir yer ediniyor.
Teoriye göre dünyanın kendine özgü bir bağışıklık sistemi var. Güneşin yüzde 25 daha ısındığı vakitlerde bizi kavrulmaktan esirgeyen işte bu. Gaia’nın sahip olduğu işleyen oto-kontrol sistemi sayesinde atmosferin ısısı korunabiliyor. Ekosistemlerin yok edilmesi ile bu bağışıklığın faal konumu durmadan sarsılıyor.
Lovelock yaşamın atmosferle olan etkileşiminin geçmişine yoğunlaşmaya başladığında, yaklaşık üç milyar yıl önce, bakterilerin ve fotosentetik deniz yosunlarının atmosferden karbondioksit almaya ve atık madde olarak oksijen üretmeye başlamalarını odağa aldı. Bu işlem, organizmaların oksijen zehirlenmesine uğradıkları bir noktaya gelininceye dek atmosferin kimyasal içeriğini değiştirmiştir. Durum, ancak oksijen tüketerek hayatta kalabilen organizmaların ortaya çıkışı sayesinde çözüme ulaşmıştır. Bu etkileşimlerden dünyanın yaşayan bir varlık gibi davrandığını anlayan Lovelock süreç sonunda dünyanın süper bir organizma olarak nitelendirilebileceğini öne sürdü.
Komşusu da olan roman yazarı William Golding ile yaptıkları bir gezinti sırasında, Lovelock bu fikrini açtı ve bunun için bir isim önermesini istedi. Golding ise yeryüzü tanrıçası Gaia ismini teklif etti. Böylece Gaia hipotezi doğmuş oldu.
Bitkilerin canlı olduklarından kimsenin kuşkusu yoktur; fakat Dünya’nın yaptığı kadar karmaşık işlevlerin neredeyse hiçbirini yapmazlar.
İncittiğimiz ”Gaia’yı” konuşan ”Gaia Teorisi”, tanrıçanın ellerinden düşmüş gibidir, onun başucunda durur. Tabiattan zerre anlamayarak kurulan rezidanslarda yaşama hayallerinin çürümesi dileğindedir. Besin piramidi görülen doğa ile ilişkimizdeki hiyerarşiyi yıkarak büyük resimdeki minik piksel oluşumuzu fark edişimizdir. Kendimizi hükmeden hissetmemizdeki illüzyonu kırmalı ve ekosistemi duyup yaşam için birbirimize bağlılığımızı duyurmalıdır.