Ana Sayfaİnsan ve ToplumTek kişilik azınlık

Tek kişilik azınlık

-

Sürekli bir şeylere yetişme çabası… Hep geç kalmışlık hissi içerisinde geçen günler…

Düşünmeye bile zaman bulamayan insan selleri… Düşünmek bile istemeyen ve bundan kaçmaya çalışan bireyler… Günün kaosu içerisinde birkaç saat de olsa kafasını dağıtmak, beynini boşaltmak için aptalca şeyleri ekran karşısında izleyip var olduğu gerçeklikten kopmaya çalışan yorgun mizaçlar…

Dingin bir şekilde çalan Blues Cousins’in «The Shadow» şarkısını bölerek araya giren x marketin sanki arkasından atlı kovalıyormuşçasına bağırarak anons ettiği indirimli ürünlerinin reklamına beş saniye bile zor tahammül ederek «reklamı atla» kısmına basmak zorunda kalmak… İnternetten müzik dinlemenin bedelini ödemek… Dinginliğe olan kaçınılmaz tecavüze katlanmak…

Bir yazıyı okuyabilmek için bile buradaki bir sürü anlamsız reklamın varlığını görmezden gelmeye çalışmak… Rahatsız etse de sistemin bireye dayattıklarını normalleştirmek… “İşine gelmiyorsa yazma, okuma, bakma kardeşim” diyerek aslında “biz de meraklısı değiliz ama ne yapalım zorundayız, yoksa dükkan dönmez” diyememenin isyanı içerisinde, bu gerçeği karşı tarafın bilmiyormuşçasına sitem etmesine tahammül edememek…

Hoş, zaten artık kimsenin kimseye tahammül edememesi de tuhaf bir gerçeklik değil mi? Yoksa bu, çağımızın dipsiz çaresizliğinin anlamsız sağırlığı mı? 

Elindeki telefona esir olmuş bir çağın insanıyız biz…

Sürekli çalan bir telefon… Mesajlar, bildirimler, mailler, hatırlatmalar… Sürekli maruz kaldığımız reklamlar… İnsanların bitmek tükenmez dertleri ve saçma sapan boş lafları arasında geçen ömrümüz… Birilerini mutlu etmeye çalışırken en mutsuz kişi olduğumuzu fark etmek… Kendimizi boş hayallerle avutmak…

Asla bir çözüme kavuşmayan ve genelde masada kalan sohbetlerimiz… Çoğunlukla kimsenin bir şey öğrenemediği, hiçbir şeye çözüm olmayan laf ebeliğinden öteye gidemeyen muhabbetler… Kendi fikrini ortaya koymaktan ziyade kendini onaylatma çabası… Anlamsız, kayıp saatler…

Halbuki mutlu olmamıza kafayı takmış bir sistemle karşı karşıyayız. Şahsımızı pek de önemsemeyen sistemin mutluluğumuzu bu kadar düşünmesi biraz tuhaf değil mi? Yoksa aslında ilgilendiği bizim mutluluğumuz ya da mutlu olma istencimizin ona sağlayacağı fayda mı? Böylece daha fazla sisteme bağlanır, daha fazla tüketir ve dayatılan mutluluk nesnelerini daha kolay kabullenebiliriz. Mutsuz bir toplum yaratarak mutlu olmayı bir pazarlama stratejisi gibi sürekli insanlara dayatıp onlara nasıl mutlu olabileceklerinin birer de reçetesini yazan sistemin çarkları şu şekilde işlemektedir: Ya içindesindir çemberin ya da dışında! Dışındaysan eğer vay haline!

Sonuçta insan, kendi hırslarının kölesi olduğu kadar kendi acizliğinin de mahkumudur. Her çağın bir zorluğu, her insanın bir bahanesi vardır. Fakat her şey değişse de değişmeyen tek şey, bu dünyadaki sınırlı ömrümüzdür. Bir diğer deyişle; memento mori! Sorun değil, onu da bir tişörte basıp tüketir ve ona yüklenen anlamı hafifletirken biz de biraz hafifleriz. Anlamsızlaştırmanın dayanılmaz cazibesine kim karşı koyabilir ki!

Üstelik artık “bilgi çağı”ndayız ya! Bence bilgi çağında falan değiliz, sadece teknoloji çağındayız. Bilgiyi yüceltirken değersizleştiren teknoloji çağındayız… Bilgiye kolayca erişebileceğimiz gerçeğinden başka bir şey yok elimizde çünkü günümüzde bilgi bile işimize yaramadıkça anlamlı değil. Nitekim bilgiye ulaşmak artık kolay ama öğrenmek zaman isteyen bir süreç. Süreç ise sabır, emek, çaba, fedakarlık demek ve günümüzde bu da bir zaman kaybı çünkü herkes koşarken biz emekleyemeyiz. Ne var ki koşanların çoğu cebine koydukları üç beş bilgiyi de o telaşla kaybettiğinin farkında değil. Bu yüzden de yarım yamalak bilgilerle her şeyi bildiğini sanan insanların boş gevezelikleriyle dolu ya dünyamız…

Artık herkes biraz sanatçı, biraz atom fizikçi, biraz tarihçi, biraz filozof… Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir çağda bilginin değerinden söz etmek neye yarar! Kimsenin öğrenmeye zamanı yok ama birkaç bilgi kırıntısıyla ahkâm kesmeye gelince çok fazla ses var. Sadece ses… İçi anlamdan yoksun sözcüklerden örülü bir kafes…

Herkes dürüstlüğü över ama hiç kimse doğruyu söylemez.

Hepimiz mutluluk oyunu oynayan mutsuzlar ordusunun birer askeriyiz. Kendimizi mutlu eden gevreklerle karnımızı şişirip doyduğumuzu sanıyoruz. Halbuki sadece açlığımızı bastırıyoruz. Yeni bir çanta alıyoruz, saçımızı değiştiriyoruz, dolu masalardaki boş sohbetlerle kendimizi kandırıyoruz. Şahsımızı abartıyor, mal varlığımızla, çocuğumuzun başarısıyla, kariyerimizle, evimizle, arabamızla veya içi boş hayatlarımızla sahte değerler yaratıyor, bu sahte değerlere anlam yükleme çabasına giriyoruz. Çünkü hepimiz gerçekleri bilsek de hiçbirimiz doğruları söyleyecek kadar dürüst değil.

Her birimiz sistemin inşa ettiği, gardiyanı toplum olan bir zindanda yaşadığımızdan habersiziz. Kalabalıklar arasında birer gölge gibiyiz. Bir şeyleri değiştirmek istesek de zindanımızdan dışarı çıkmaya cesaretimiz yok.

Unutmayalım ki eyleme dökülmeyen düşüncenin samimiyeti kuşkuludur. Bu yüzden de konuşan ama hiçbir şey yapmayan tepkisiz bir toplum içerisinde “iyilik, vicdan, adalet, eşitlik, özgürlük, sevgi ve dürüstlük” herkesin sahip olduğunu iddia ettiği ama nedense çok az insanın eylemleriyle örtüşen erdemlerdir ki insan eylemlerinden sorumludur. Ve tarih bu eylemlerin bir sonucudur. Bedenimiz toprak olduğunda yaşayacak tek şey olan adımızın kaderi de buna bağlıdır.

Hani Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar adlı kitabında da dediği gibi; “Gerçek cellat, idam sehpasının etrafında toplanmış olan kitledir.”

Satırlarımı Viktor E. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” isimli eserinin son sözleriyle bitirmek istiyorum.

“Güzel olan her şey nadir olduğu kadar da güçtür.” der Spinoza Etika’nın son cümlesinde. Elbette ‘azizler’ derken, kastımızın ne olduğunu sorabilirsiniz. Dürüst insanlardan bahsetmek yeterli değil midir? Bunların bir azınlık olduğu gerçektir. Bundan da fazlası, her zaman azınlık kalacaklardır. Yine de bu azınlığa katılmanın büyük bir mücadele gerektirdiğini düşünüyorum. Dünya kötü bir durumdadır ve her birimiz elimizden gelenin en iyisini yapmazsak daha da kötüsü olacaktır.

Bu yüzden de uyanık olalım. İki şekilde uyanık olalım:

Auschwitz’ten beridir insanın neler yapabileceğini biliyoruz.

Hiroşima’dan bu yana ise neyin tehlikede olduğunu.

“Geçmiş siliniyor, silindiği unutuluyor, yalan gerçek oluyordu.

Belki de deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktır. Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. Bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi.

Ama deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi.


İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu. Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan; doğruya sarıldığın zaman, tüm dünyayı karşına bile alsan, deli olmuyordun.”

* George Orwell’ın 1984 isimli kitabından bir alıntı

SON YAZILAR

Hiçliğe Övgü

Yanılgılarının kıyısındaki sonsuz evrende bilinmezliğe yelken açtın. Ne kovaladığın bir şey vardı ne de aradığın herhangi bir şey… Sislerin arasında yol alırken, güneşe kavuşacağını ummaktan...

Bazen gitmek gerek

Bazen gitmek gerek. Uzaklara… Fiziksel olmasa bile… Gitmek, sadece ayakların vazifesi değildir ne de olsa. Bazen çekilmek gerek. Vazgeçip de çözemediklerimizi halının altına süpürmekten ziyade düşüncelere boğulan beynimize...

Nedir bu normal?

Normal, Latincesi normalis olan “gönyeli, ölçüye uygun” sözcüğünden gelmektedir. Ayrıca Fransızca normale de “kurala uygun, kurallı” sözcüğünden alıntıdır. Norm, Fransızca norme "kural, standart, ölçü" sözcüğünden gelmektedir...

Kayıp, yas ve ötesi

Aslında hepimiz yaşam kadar ölümün de kaçınılmaz olduğunu biliriz. Tıpkı kazanmak kadar kaybetmek gibi. Ancak birçoğumuz kazanılan başarıları, doğumları, elde edilen kazançları coşkuyla kabul ederken;...
Derya Gül
Derya Gül
1 Mart 1980 doğumlu sanatçı, on sene boyunca «usta-çırak kültürü» içerisinde yetişti. Sanat ve atölye eğitimleri alırken bir yandan da resim çalışmalarına başladı. Sanatçı, ilk eserlerinde kolaj tekniğini kullandı. Ardından çalışmalarına, kendi oluşturduğu teknik ve üslupla devam ederek buna yönelik eserler üretti. Uzun bir süre sadece portre üzerine çalışan sanatçı, ilerleyen yıllarda soyut figüre yöneldi ve son iki yıldır ise tamamen soyut dışavurumcu resimler yapmaya başladı. Sanatçının ilk dönem eserlerinde «denge» arayışı göze çarparken, son döneme ait çalışmalarında «kontrollü otomatizm ve geometrik soyutlama» dikkat çekmektedir. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve tarihle de yakından ilgilenen Derya Gül’ün “Ayadaki Göz” ve “Ah Şu Cahil Filozoflar” isimli iki kitabı bulunmaktadır.

ÇOK OKUNANLAR

95,278BeğenenlerBeğen
17,593TakipçilerTakip Et
22,156TakipçilerTakip Et
243AboneAbone Ol