Düşünüyorum da acaba neden yazıyoruz?
Hele ki günümüzde hiç kimsenin doğru dürüst okumadığını bilirken… O halde sadece kendimizi tatmin etmek için mi yazıyoruz? Yoksa bu, karşı koyamadığımız bir içgüdü mü? Neden yazıyoruz?
Okumamak için insanların o kadar çok bahanesi var ki… Zamanım yok, kafam dolu, sıkılıyorum, başım ağrıyor, sevmiyorum gibi birçok haklı ya da haksız gerekçe… Kimseyi suçlayamayız. Okuyan bir avuç insan ise ya riske girmeyerek belirli yazarları okuyor ya da pazarlama kültürünün etkisiyle popüler yayınları tercih ediyor.
Genelde ise gerçek olan şu ki pek fazla okumuyoruz. Çünkü okumak, yorucu bir şey. İnsanların farklı bir şey söylemediğine inanıyoruz belki de. Ya da gün içerisinde o kadar çok laf salatası dinliyoruz ki bünyemiz daha fazlasını kaldırmak istemiyor. Rutin ve sıkıcı hayatlarımızı daha da boğacak birkaç sayfayı okumak belki içimzden bile gelmiyor. Hatta “başkalarının hayal gücünü neden okuyayım ki” diyoruz kimimiz. Hem hangi birini takip edeceğiz artık, hangi birini okuyacağız? Sayfalar süren kelimelerin sonucunda hele ki hiçbir şey olmama ihtimali varsa…
Okunmuyorsa yazdıklarımız, görülmüyorsa eserlerimiz, bu zorlu ve acımasız yolda neden ısrarla yürümeye devam ediyoruz? Sanatla uğraşan insanları ya anlamıyor ya çok geç anlıyor ya da zaten onları hiç tanıyamıyorsak, bu kimin ayıbı? Bizim mi, sanatçının mı yoksa bu saçma sistemin mi?
Yalnız acı bir gerçek daha var belirtmek istediğim. O da şu: “İnsanlar genelde sizin yaptıklarınızı takdir etme eğiliminde olmuyor, çoğunlukla başkalarının sizi takdir etmesini takdir ediyor.”
Bu da günümüzdeki başarı tutkusunun temelinde yatan kaygının belki de en önemli sebebidir. Sonuçta çok güzel eserler kaleme alsa da bir insan, keşfedilmediği, fark edilmediği veya görünür olmadığı anda kendi kendisiyle konuşan bir deli gibi beyhude bir çaba içerisinde çırpındığını hissediyor ya da bu, o kişiye hissettiriliyor.
Sanatla ilgili herhangi bir üretim çabası içerisinde olmak eskiden de zor bir süreçti, şimdi de öyle… Ne var ki çağımızda sosyal medya gibi bir olanak sayesinde insanlara ulaşabilmek daha kolay. Fakat bu sefer de sorun, çok fazla insanın kendini ortaya koyma çabası varken, fark edilmenin hâlâ oldukça zor olması…
Her şeyin ötesinde aslında sanatta temel yoksunluk, galerilerin, yayınevlerinin, dergilerin, küratörlerin, keşfetmek veya sanata artı değer katmaktan çok satışa odaklanmalarıdır. Çünkü bu, genelde tanınmamış, popüler olmayan veya belirli bir konumda var olmayan sanatçıya çok fazla yatırım yapılması gerektiğine, bunun da hem zaman hem de maliyet kaybına neden olacağına inanmalarından ötürüdür. Bir tür kumar oynamak gibi… Bu yüzden de satışı garanti veya en azından yüksek olan sanatçıya olanak sağlamak çok daha kârlı bir yatırım olarak değerlendirilir. Bu yanılgı da sistemi tıkar. Hep aynı isimlerin tekrarına dayalı bir sanat alanı oluşur.
Ve bildiğiniz bu klasik hikâye en çok da sanat kapitalizmine hizmet eder. Çünkü her zaman birileri birilerini belirli çıkar uğruna destekler. Herhangi bir tarafta durmayan, sadece sanatıyla ayakta kalmaya çalışanlar ise birer gölge gibi zaman denilen en büyük yargıca güvenerek üretmeye devam ederler.
Yine de o kadar fazla isim söz konusudur ki az sayıdaki sanatsever veya okuyucu da ister istemez bu sanat tekelinin çarkı içerisinde dönüp duranlara odaklanır. Yine de bir şekilde zamanında yıldızı parlayan fakat insanların asıl sevgi ve saygısının sanatına değil, sadece başarılı olmasına yani sadece şöhret olmasına bağlı olduğunu anlayan ve bu sahtelikten kaçmak için kendini insanlardan soyutlamaya başlayan Salinger gibi sanatçılar da vardır.
Salinger, “Çavdar Tarlasındaki Çocuk” kitabı yayımlanıp uluslararası başarı sağladıktan sonra sadece üç kitap yazarak inzivaya çekilmiş, kimseyle görüşmemiş ve ömrünün sonuna kadar sadece yazmış, yazdıklarının hepsini de yok etmiştir.
Kafka ise 1924’te hastalandığında ve öleceğini anladığında, arkadaşı Max Brod’dan son bir dilekte bulunmuş; yazdıklarının yakılmasını istemiştir.
Robert Musil ise ömrünü yazmaya adamış ama geçimini bile sağlayamamıştır. Buna rağmen çok kötü şartlarda yaşasa da yazmaya devam etmiştir.
Bazı eserler defalarca kez yayınevleri tarafından reddedilmiştir. Mesela; Adam Faver’ın Olasılıksız kitabı 50 yayınevi tarafından, George Bernard Shaw’ın eserleri ise 60 yayınevi tarafından reddedilmiştir. Yüzüklerin Efendisi ve Harry Poter kitapları “asla satılmaz” diye uzun süre basılmamıştır. John Kennedy Toole, başyapıtı olarak gördüğü “Alıklar Birliği” eserinin defalarca reddedilmesine dayanamayıp 32 yaşında intihar etmiş ve yazarın ölümünden 12 yıl sonra eseri Pulitzer ödülüne layık görülmüştür.
Nitekim yazdıkları yıllarca yayınevleri tarafından reddedilmiş, bugünse gerek aldığı ödüllerle gerek satış rakamlarıyla insanı şaşırtan birçok eser vardır. Mesela; Marcel Proust (Kayıp Zamanın İzinde), George Orwell (Hayvan Çiftliği), Kant (Pratik Aklın Eleştirisi), William Golding (Sineklerin Tanrısı), Margaret Mitchell (Rüzgâr Gibi Geçti), Balzac (Cromwell), Sylvia Plath (Sırça Fanus) gibi…
Peki, bunca şeye rağmen neden inatla sanat eseri üretmeye veya yazmaya devam ediyoruz?
Kim bilir, belki de Tezer Özlü gibi yeryüzüne dayanabilmek için… Belki de deliliği kelimelerle yenmeye çalıştığımız için…