Yaygın kanıya göre; zenginlik arttıkça bilinç artar ve bu da doğa koruma yaklaşımlarını olumlu yönde etkiler. Nitekim doğa tahribatına değinilirken, eğitimsizliğe ve geri kalmışlığa dem vurulması bu sebeptendir. Oysaki, gerçekler hiç de öyle değil.
IUCN (Uluslararası Doğa Koruma Birliği) adlı kuruluşun listesini tuttuğu ve belli periyotlarla yayınladığı verilere göre, 2014 yılı itibarıyla nesli tehlike altında olan tür sayısı tüm dünyada 42.573 adet olarak bildirilmiştir. Bunların yaklaşık %32.3’lük bir kısmını (13.766 adet) bitkiler, %18,5’ini (7.861 adet) yumuşakçalar dışındaki omurgasızlar, %16.4’ünü (6.962 adet) balıklar, %9.6’sını (4.078 adet) kuşlar, %7.8’ini (3.338 adet) memeliler,%5.5’ini (2.343 adet) yumuşakçalar, %4.5’ini (2.317 adet) amfibiler ve %4.4’ünü (1.898 adet) de sürüngenler oluşturmaktadır.
Nesli tehlike altında olan bu türlerin ülkelere göre dağılımı da dikkate değer. Bu türlerin en fazla bulunduğu ülke Ekvator iken (2.299 adet), en az olan ülkeler ise birer adet ile San Marino ve Vatikan olarak bildirilmiştir. Bu iki ülkenin en az sayıda tehlike altında olan türe sahip olmasının nedeni sizin de tahmin edebileceğiniz gibi yüzölçümleri ve sahip oldukları biyolojik çeşitliliktir. Ekvator’un bu kadar fazla sayıda tehlike altındaki türe ev sahipliği yapmasının nedenlerin başında ise ormansızlaşma geliyor. Ormansızlaşmanın temel nedeni ise tarım alanı açma faaliyetleri. Bunun yanında kıyı kullanımı ve aşırı balıkçılık gibi faaliyetler de biyoçeşitliliğin tehlike altına girmesine neden olan faktörlerden. Ekvator’u sırasıyla ABD, Malezya, Endonezya ve Meksika takip ediyor. Türkiye’de bu listede 364 tür ile 30’lu sıralarda yer alıyor. Ancak IUCN’ye göre kuşlar memeliler ve amfibilerin dışında kalan canlı gruplarının sayıları net değil. Çünkü birçok tür hakkında sağlıklı veriye erişilememekte. Bu da onların koruma statüsü hakkında herhangi bir fikrimizin olmamasına neden oluyor.
Buna paralel olarak bakıldığında çeşitli tüketim alışkanlıkları ve doğa kullanım şekli baz alınarak hesaplanan ekolojik ayak izi denilen ve tüketimin belirteci olan bir ölçü var. Bunun belirlenmesinde de fosil yakıtı tüketimi, enerji verimliliği, şehirleşme, tüketim alışkanlıkları gibi belirteçler kullanılıyor. Küresel Ayak İzi Ağı’nın yayınladığı verilere göre 2014 yılı itibariyle ekolojik ayak izi en büyük olan ülkeler sırasıyla Kuveyt, Avustralya, ABD, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kanada olarak belirlenmiştir. Bu 5 ülkenin ortalaması 8,1. Dünya ortalamasının 2.7 olduğu düşünüldüğünde, bu 5 ülkenin ne kadar büyük bir ayak izi bıraktıklarını anlayabilirsiniz.
Diğer bir indeks de İnsani Gelişmişlik İndeksi (HDI). Birleşmiş Milletler’in ortaya koyduğu bu indeks, yaşam standartlarının bir göstergesi. Bu indeks 0.67’nin üstündeyse eğer, o ülkeler yüksek standartta insani yaşama sahip anlamı çıkmaktadır. Bu indeksin en yüksek olduğu ilk 5 ülke ise Norveç, Avustralya, Hollanda ve İsviçre. Ancak bu sıralama tartışmalı olan bir sıralama çünkü Libya gibi bir ülke 0.75 gibi bir değere sahip. Buna ek olarak harita incelendiğinde dünyanın büyük çoğunluğunun gayet iyi bir standarda sahip olduğu ortaya çıkmaktadır ki bu bile bu indeksi şaibeli hale getirmeye yetiyor gibi.
Bununla bağlantılı olarak bir de GSMH var ki artık siyasilerimiz sayesinde bilmeyen kalmadı. Kalkınmanın ve zenginliğin bir göstergesi olarak sunulan bu indeks aslında bir bakıma, sömüren ve sömürülen ilişkisinin resmini veriyor. GSMH sıralamasında sırasıyla Norveç, İsveç, Avustralya ve Danimarka ilk 5 ülke durumunda. Son sıradaki ülkeleri ise Fransız Polinezyası, Malawi ve Brundi gibi ülkeler oluşturmaktadır.
Son olarak da “biyokapasite” olarak adlandırılan ve doğanın kendini yenileyebilmesinin bir ölçüsü olan indeksten bahsetmek gerekiyor. Bu ülkeler sıralamasında da ilk 5, sırasıyla, Guyana Gabon, Bolivya, Kongo ve Moğolistan geliyor.
Bu indeksler ve tehlike altındaki tür sayılarının birbirleriyle olan ilişkileri incelendiğinde ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Haritalar incelendiğinde ekolojik ayak izi en yüksek olan ülkeler aynı zamanda GSMH’si en yüksek olan ülkeler, benzer şekilde biyokapasitesi düşük olan ülkeler aynı zamanda ekolojik ayak izi yüksek olan ülkeler. Yani doğalarının kendilerini yenileme kapasitesi ile ekolojik ayak izleri arasında nispi bir ters ilişki söz konusu. Ekolojik ayak izi büyük olan ülkelerin Yale üniversitesi tarafından hazırlanan 2014 yılı Çevre Performans İndekslerine bakıldığında ise oldukça ilginç bir tablo ortaya çıkıyor. Sıralamadaki ilk 20 ülkenin ekolojik ayak izi ortalamaları 5.3’e denk geliyor. Buradan şu anlamı çıkartabiliriz; Zengin ve çevre bilinci yüksek olan ülkelerin dünya ekosistemini üzerindeki baskıları ortalama bir dünya ülkesinin iki misli düzeyinde. Yani yalnızca çevre bilincine sahip olmak dünya ekosistemine yapılan etkinin azaltılmasına pek fazla etki etmiyor denilebilir. Nitekim ekonomik büyümelerini, petrol ve diğer doğa dostu olmayan endüstrilerin üzerine inşa eden ülkelerin, ortak dünyanın geleceğine yönelik oluşturdukları tehditler vatandaşlarının sahip olduğu çevre bilinciyle oldukça tezat.
Tekrar GSMH ekolojik ayak izi ilişkisine dönecek olursak, ortaya şöyle ilginç bazı durumlar çıkıyor:
- Ekolojik ayak izi ortalaması ile GSMH ortalamasının kesiştiği yerin üzerindeki ülkelerin büyük çoğunluğu, bu kesişimin altında kalan ülkeleri yıllarca sömürmüş ve talan etmiş ülkeler
- Ekonomik olarak aşırı gelişmiş ülkeler aynı zamanda dünyaya aşırı bir baskı uygulayan ülkeler.
- Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu, dünya üzerinde bu kadar ekolojik baskı oluşturmalarının yanında, oldukça ileri bir çevre bilincine sahipler.
- Bu çelişkili durumların ortaya çıkmasının muhtemel iki temel açıklaması mevcut:
1- Ekonomisi gelişkin ülkelerin çevre bilinci yüksek olan yurttaşları, kendi ulusal kalkınma stratejilerinin ve paralel olarak dünya üzerinde, kendi devletlerinin yarattığı ekolojik baskı noktasında fazla etkili değiller. Tabii bazı istisnalar dışındaki bir genelleme olarak kabul etmemiz gerekir bu söylediğimi.
2- Bu tür ülkelerin yurttaşlarının çevre algısı nispeten kendi ülkelerinin ekosistemiyle sınırlı.
Bunun dışında daha birçok gerekçe olabilir ancak bu iki gerekçe benim aklıma gelen temel iki gerekçe. Peki bu durum değiştiremez bir durum mu? Değil ancak bunun değişimi için bazı temel yaklaşımlardan uzaklaşmak şart. Bunların başında kalkınma geliyor. Sırf paraya ve beraberinde meydana gelen zenginleşmeye endeksli kalkınma anlayışı, yerine tüm doğayı gözeten bir kalkınma yaklaşımının hâkim olması gerekmektedir. Çünkü Amartya Sen’in “Özgürlükle Kalkınma” adlı eserinde de belirttiği gibi ekonomik büyüme, doğanın ve insanın refahı için olmazsa olmaz değildir. Ayrıca bu klasik kalkınma yaklaşımının temelinde sadece metalaşmış insan ve metanın kendisi vardır. Tüketimin minimizasyonu, insan popülasyonunun büyümesinin yavaşlatılması, geri dönüştürülemeyen enerji kaynaklarından uzaklaşılması ve doğanın gözetilmesi gibi faktörleri temeline alan bir kalkınma ve ekonomi yaklaşımına geçilmesi şarttır. Dünya liderlerinin ağızlarından çıkan sözlerle fakirleşilen ve zenginleşilen bir dünyanın sürdürülebilir olma şansı yoktur.
Dünya üzerinde yaşadıkları topraklardan, biyokapasitesi, yani kendini yenileyebilme kapasitesi düşük olan ülkelerde yaşayanlar ve yönetenler eksenindeki değerlendirme bir sonraki yazıya kalsın.