“Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya…” demiş Gülten Akın bir şiirinde oysa çok şey de yok elimizde; gözlerdeki gülümseme, birlikte söylenen şarkılar, beraberce yapılan işler, daha iyi olabilecek şeylere duyulan özlemle kurulan düşler ve benzerlerinden başka. Evet, 8 Mart’la ilgili bir yazı yazıyorum. Bu bir cüret mi demeliyim yoksa bir serzeniş mi? Bilemiyorum. Muhabbet demek en iyisi galiba ne de olsa şunun şurası kaç kişiyiz 8 Mart’ı önemseyen insanlar arasında? Baktığında nüfusun yarısı ama çoğunun belki de haberi bile yok eşit ve özgür olduğu konusunda..
Savaşlarla sınanan yeryüzünün insanları, güzel bir türküyü dillendirir gibi, baharı müjdeler gibi, keşfe çıkar gibi, çözüm bulur gibi ve hevesle, daha henüz emekliyor güzel gelecek günlere. Elbet benimki bir inanma isteği yoksa tarumar edilmiş nice toprağına bakınca yeryüzünün, nice vatansıza, nice göçmene, nice işsize, nice evsize bakınca, temiz su, yiyecek aş bulamayan nice insana bakınca umutlanmak oldukça zor ama umutlanmak zorundayız. İçimizin aydınlığı taşsın diye dışarıya ve neden olmasın diyebilmek için en çok da.
Emeksiz 8 Mart Olur Mu?
Dedim ya bu bir muhabbet aslında yıllardır adı değişen 8 Mart’a artık ne diyeceğini bilememekten en çok da. Hepimizin bildiği çok eski zamanlarda başlayan serüven, avcı toplayıcı erkek ve iş bölümüne bağlı değişen, anneliğin getirdiği, kadının üstlendiği roller ve sonrasında bunun bir sömürü aracına dönüşmesi gittikçe, katılaşması ve hapsetmesi cinsleri tabuların arasına. Biz bu anlamda öncü bir kuşağız gürül gürül gelen bir değişime tanık olan. Parçasıyız bu değişimin, içinde yaşıyoruz. Daha öncü pek çok kadın aydınlattı yolumuzu. Kadınların doğru dürüst okula gidemediği yıllarda okudular, kadınların sanat yapamadığı yıllarda sanat yaptılar, kadınların hakları için ömrü mücadeleyle geçen nice kadının açtığı yolda ilerlemekteyiz. Kadınların çoğundan daha erken haklarına erişmiş olmanın şansını bir kenara bırakırsak, cinayetlerle hayattan koparılan kadınların çığ gibi büyüdüğü bir coğrafyada kendimizden bir kendimiz dikmekteyiz.
“Peki neden Emekçi Kadınlar Günü, Kadınlar Günü ya da Kadınların Uluslararası Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü ilan edildi?” diye sormaktayım kendime. Neden bazıları emekçi sözcüğünü sevmedi ve sahiplenemedi? Hizmetkârlı şatolarda, bir eli yağda bir eli yağda büyüyen minnacık azınlığın mı eseri oldu bu işler? Hiç sanmıyorum. Ev içinde harcanan bir ömrü yani kadının görünmez emeğini görünür kılma mücadelesinin içindeki kadınlar, neden sevmedik emek sözcüğünü?
Emek; “Bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü, mesai, zahmet.” demek. “Uzun, yorucu ve özenli çalışma.” Ve öyle ya da böyle hepimiz emeğimizle varız. Kadınlar, ah kadınlar, en çok onlar görünmez emekleriyle varlar aslında. Dünyayı emekten başka ne güzelleştirebilir ki zaten? Ne daha yaşanılır kılabilir? Hayatımızı kolaylaştıran bilim ve teknolojinin, yaşamımıza ruh üfleyen sanatın emeksiz olması mümkün mü? Ne ister insan emekçi olmaktan başka? Bir sülük gibi kan emerek yaşamayı mı? Bir asalak olmayı isteyecek kaç kişi var ki Dünya’da? Düşününce tembellik bile emek ister bazen öyle değil mi? Öyle ya da böyle emeğimizle güzelleşecek yarınlara…
Kaç Farklı 8 Mart
Şimdi alanlara çıkmayı ya da aynı anda, bir arada çıkmayı bile beceremeyen bizleri ve kaç farklı biçimi varsa 8 Mart’ı kutlamanın hepsini kucaklıyorum. Bir yerde hepsi bir ve aynı ne de olsa. Birliğin içindeki çeşitlilikle, renklilikle, farklılıkla, daha eşit, daha adil, daha özgür ve daha yaşanılır, barış içinde bir Dünya için nice 8 Martlar olsun diyerek yazımı bitiriyorum. Unutmadan; 8 Mart 1857 yılında Amerika’nın New York kentinde tekstil sektöründe, ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek için grev yapan ve bu grevde çıkan yangında yaşamını yitiren kadınların anısına saygılarımla…