Hayattaki duruşumuzu belirleyen “inanç güven yeterlilik” üçgeni ilişkilerimizin tamamında da çok etkin rol oynuyor.
Hiçbir şeye inanmam ben derken, kendimize de inanmadığımızın ne kadar farkındayız sence? Ben de kendimle ilgili bir çalışmam da öğrenmiştim kendime, kendi kaynaklarıma ve donanımlarıma ne kadar inanmadığımı. İnanmamak bir yana, algımın hep eksik bulduğum yetersiz bulduğum taraflarımda olduğunu…
İnanmamak ana başlık. Mevzu inançta başlayıp bitmiyor, keşke öyle olsa idi çözmek belki çok daha kolay çok daha kısa sürede olurdu. İnançsızlık ardında güvensizliği, yetersizliği, özsaygı, özsevgi eksikliğini velhasıl varoluşta ihtiyaç olmayan ne kadar hâl varsa tamamını alıp getiriyor. Bunu fark etmek iyi bir şey, mevzuyu algılamak, kişinin kendine olan inançsızlığını farketmesi ve bunu kabul etmesi bence hayattaki önemli kavşaklarından biri.
Algılamak, durumun farkına varmak paketi görüp kabul etmek işin ilk adımı. Bundan sonraki adım çözmek üzere eyleme geçebilmek çünkü pakette çözülmeyi bekleyen her hal, hayatı engelleyen ve hatta zaman zaman durduran haller. Gelişmeyi ve ilerlemeyi durduran haller. Döngü tam kısır denilen türden; kendine inanmadıkça kendine güven de duymuyorsun ve kendine güvenmedikçe kendini yeterli de hissetmiyorsun. Kendi kaynaklarının farkında olmadıkça, kendi donanımlarının kendi becerilerinin farkında olmadıkça da odak daha çok eksikliklerde kalıyor. Özellikle ilişkileri, uzak yakın kurulan her ilişkiyi aslına bakarsan bu üçgen ekseninde yaşıyoruz.
Epeydir düşünüyorum; insan kendine nasıl inanır, ne olur da inanır? Bu inanç aslında vardı da kayıp mı ettik yoksa hiç yoktu da şimdi bulmaya mı çalışıyoruz? Acaba inancın da derecesi var mı? Mesela kendime on birim inansam nasıl olur hayatım, elli birim inansam nasıl olur? Hiç inanmasam nasıl başa çıkarım kendimle veya tamamen inanıyor olsam hayata nasıl bakarım?
Sanırım -yazının başında da belirttiğim gibi- öncelikle bunu görmek, anlamak ve kabul etmekle başlıyor her şey..
Kendi varlığımıza tamamıyla ve bütünüyle inanmadığımız, varlığımızın gücüne ve yapabilirliliklerine güvenmediğimiz her an kaybediyoruz. Kaybettikçe suçlu/sorumlu aramaya başlarız bir de, öyle ya kurban olmak her zaman daha kolaydır. Kurbanın sonunu da kendini başkalarıya kıyaslayarak ve yetersizliğini görerek kendine üzülmeye ve hatta belki acımaya bağlarız çoğu kez…
İnancın bir birimi, ölçüsü var mı, bilmiyorum henüz. Bildiğim, hayatımızda kendimize inancımızı yitirdiğimiz her an duruyoruz, yaşam enerjimizden çalıyoruz, gelişemiyoruz… Oysa bu dünyaya öğrenmeye gelişmeye geldik, kendimizi durdurmaya değil.
Yaşamımızda hangi alanda ilerliyemiyorsak, nerelerde takılıyorsak ve nerelerda tekrara düştüysek yani “hep böyle olur zaten” veya “yine aynısı oldu işte” veya “tıpkı öncekiler gibi” dediğimiz ne varsa kendimizi durdurduğumuz, ilerleyemediğimiz yer de orasıdır. İşte oralardaki davranış kalıplarına, yargılara, kendimize inancımıza ve güvenimize bu gözle bakmakta, bakmaktan öte görmekte fayda var. Ve tüm bunları yaparken kibrin ardına sığınmamaya da dikkat etmek lazım, zira inanç ve dolayısıyla özgüven eksikliğinin en iyi saklandığı yerdir kibir..
Bir insanın kendine yapacağı en büyük kötülüktür içten içe bildiği hallerini reddetmek ve yokmuş gibi yaşamak.. Hiçbirimiz bunu haketmiyoruz, hepimiz çok daha iyi hallere layığız yeter ki keşfetmeye gönüllü olalım ve cesaretle gidelim tüm hallerimizin üstüne.
İhtiyacımız olan tek şey fark etmek, kabul etmek ve cesaretle çözmek üzere eyleme geçmek… Belki bugün o gündür ne dersiniz?