Dilek Neşe Açıker ile son romanı Yanardöner’in Sıradan Mucizesi odağında yapmış olduğum söyleşide bir hikayenin ezberlediğimiz hikaye aktarım biçiminin nasıl da dışına çıkarılıp, bozularak, kalıpları yok edip anlatımı sıradan olandan uzaklaştırıp nasıl da sıra dışı hale getirilebildiğini konuştuk. Gözü kara insanlardan bahsettik. Gözü karalar listesinde kadınların çoğunlukta olduğu gerçeği bizi hiç şaşırtmadı. Aynı zamanda gözü kara insanların sıradan olayları mucizelere dönüştürebilme yeteneklerinin bir hikayeyi nasıl değiştirebileceği gerçeği en esaslı gerçek olarak karşımıza çıktı. Dilek Neşe Açıker ile yapmış olduğum söyleşi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Müzik sektörü, söz yazarlığı ve besteciliği, televizyonda metin yazarlığı ve proje yöneticiliği, spor yazarlığı… Edebiyatla olan temasınızın ilk ne zaman gerçekleştiğini merak ediyorum. Ve tabii tüm bu uğraşlardan ve ilerlenen yollardan sonra edebiyatın bu denli merkeze gelmesi ve odağa yerleşmesini nasıl yorumlarsınız?
Dilek Neşe Açıker: 16 yaşında evden ayrılıp arkadaşım Elif’in odadan bozma evine yerleştiğinde başladı benim yazma hikâyem. Daire küçücüktü ama ön cephesinde yerden tavana kadar yükselen – pencere demek haksızlık olur – camdan bir duvar vardı. Manzaranın büyük kısmını çam ağaçlarının koyu yeşili ve İstanbul Boğazı’nın eşsiz – o zaman binalarla bu denli boğulmamıştı – güzelliği oluşturuyordu. Gezip tozmayı sevmez, bütün gün cam duvarın önünde oturur yazmaya çabalardım. Aslına bakarsanız o günlerden bu yana hep yazdım ama paylaşacak cesareti bulmam geç oldu. Aklıma bununla alakalı güzel bir söz geldi. “Birini sanatçı yapan şey cürettir, yeteneği değil.” Julia Cameron’a ait bu söz içinde yaşadığımız çağı çok iyi ifade ediyor. Aslında ilk romanımı yazdığımda sene 2002 idi ve onu kimseye okutmadan çöpe attım. Sonraki birkaç denememin akıbeti de aynı oldu. Kendimle yarışım ve kavgam ebediyete kadar sürecek sanıyorum. Yayınlanan ilk kitabım ortak bir proje olmasa belki de bu maceraya hiçbir zaman cüret edemeyecektim. Yazdığım şarkıların da katkısı oldu diyebilirim.
Aynur Kulak: Yeni romanınız Yanardöner’in Sıradan Mucizesi ile buluştuk. Denizin Hikâyesi (2014), Gündüz Kelebeği (2015) ve Şarkısı Güzel (2018). Aitlik hissinin odakta olduğu konuları odağa alan bir yazar olarak üç romandan sonra Yanardöner’in Sıradan Mucizesi’ni yazmaya sizi götüren yollar nasıl oluştu? Romanınızı yazarken nasıl bir süreç başlamıştı, ne tür değişimler olmuştu da siz Yanardöner’in Sıradan Mucizesi’ni yazmaya başlamıştınız?
Dilek Neşe Açıker: Yazma tecrübemi ifade edebilecek kelimeler seçsem, bunlar; kargaşa, delilik, depresyon, sukutuhayal ve heyecan olurdu. Başından beri bir metodum olmadı. Denemedim değil. Her romanın başlangıcında notlar aldım, tablolar hazırladım, nihayetinde onlardan hiç faydalanmadım. Yazmaya başladığım anda dünyam, benliğim, alışkanlıklarım değişiveriyor. İlk cümleden sonra kelimeler tarafından ele geçiriliyorum ve her seferinden kendimi tasarılarımın, hayallerimin dışında bir hikâye yazarken buluyorum. Sonunu bilmediğim bir macera gibi. Yol beni bir yerlere götürüyor. Zuhur eden bu yeni cümlelerin nerede saklandığı konusunda da bir fikrim yok. Sadece geliyorlar. Denizin Hikâyesi’nden bu yana elbette bazı değişiklikler oldu. Kendime olabildiğince saçmalama özgürlüğü verdim. Yazdıklarım üzerinde düşünmemeyi öğrendim. Düşünürsem mantık ararım ama bence bu benim için tamamen nafile bir çaba olur. Yanardöner’in Sıradan Mucizesi için benim özgürleşmeyi ve kendimi ait hissettiğim yeri bulmaya yaklaşmayı ifade ediyor. Yazarken ilk defa eğlendiğimi hissettim. Sadece geçici bir süre için bu benim. Bunda daha önce çalıştığım, benim için editörden çok bir öğretmen vazifesi gören Vildan Bizer’in katkısı büyüktür. Beynimin içinde keşfe çıkmayı ve bu yaparken hangi araçları kullanmam gerektiğini bana o öğretti. Bu vesileyle ona tekrar teşekkür etmek istiyorum.
Aynur Kulak: Yanardöner’in Sıradan Mucizesi anlatımı, ifade biçimi, kurgusu, karakterleri ile hem diğer romanlarınızdan hem de klasik roman yapısından farklı bir yere konumluyor kendini. Anlatımda mecazın ön plana çıktığı, bu anlamda metaforun bolca kullanıldığı illüzyonlar silsilesinin içine giriyoruz.. Hayatta da olduğu gibi. Metaforun temelinde gizem yatar (bu da dolayısıyla gizemi çözmek için çeşitli illüzyonlar yaratır) sözünden de yola çıkarak; karakterlerin duygularını anlatırken seçtiğiniz mecaz tanımlardan tutalım da, mekânların mecaz tanımına ya da durumların metaforuna, olayların metaforuna varana kadar anlatmak istediğiniz hikâyeyi neden böyle bir yapıda anlatmayı tercih ettiniz?
Dilek Neşe Açıker: Aslında bu bir tercih değildi. Kitabı bitiyorum dediğim yerde, yani sonlara doğru bir anda bir paragraf yazdım. Metnin o ana kadarki diliyle tamamen alakasız, eğlenceli ve muzip cümleler sıralanmaya başladı. Yakaladığım ya da beni yakalayan bu üslup kahkahalar atmamı sağladı. Çok mutlu olduğumu hissettim. Başa döndüm ve kitabı bu yeni dille baştan yazdım. Neredeyse her şeyin illüzyon olduğu bir kurguda böyle bir dile ihtiyaç varmış meğer. Yazarken belli bir bilinç ya da tasarıyla ilerlemiyorum ya da ilerleyemiyorum. Kendiliğinden olan şeyleri seviyorum ve sonuçtan hayli memnunum. Ortaya çıkan ve çılgınca diye tabir edilebileceğim metin herkesin okumaktan keyif alacağı bir metin mi, bundan emin değilim, ama gizemler ve metaforlar dünyasında gezinmek en azından benim için heyecan vericiydi.
Aynur Kulak: Romanda sıradan insanların sıra dışı hikâyelerini okuyoruz aslında ve sıra dışı seçimlerini. Eski trapezci Nida, Nida’nın eski karısı bir tarihi eser kaçakçısı, yeni karısı Mora bir kukla yapımcısı; Mora’nın teyzesi bir kaçık ve en yakın arkadaşı Sedna ise Mora’nın kafasının içinde bir hayalet mi (hayalden ibaret mi) yoksa Mora’nın alter egosu mu, tartışılır. Belki de Mora ile Sedna arasında olanlar ve bunları düşünmemizi sağlayan hissiyat daha önemli. Sıradan insanları sıra dışı yapan, yaptıkları işlerden de bağımsız olarak okuyucuya geçirdikleri hissiyat olabilir mi? Hatta kitaba ismini verir şekilde yarattıkları mucizeler sıradan olsa bile onları sıradan kılmayan özellikleri var. Ne dersiniz?
Dilek Neşe Açıker: Karakterleri sıra dışı yapan şeylerden biri gözü kara tipler olmaları. Hiçbirinin dilinin kemiği yok. Neticenin kötü olacağını bile bile sinir uçlarını kaşıyor, dünyayı tersine çeviriyor ve kötülüğün olağan olmayan, en bencil, en bireysel halini gözümüze sokuyorlar. Sedna ve Mora arasındaki simbiyotik ilişkide hayatın olağan akışındaki hadiseler ve hisler tarafından bastırılmış kötücül hisler gizli ve arada bir başlarını çıkarıp küçük ısırıklar alıyorlar. Ta ki devasa bir ağız hepsini yutana kadar. Sedna’ya gelirsek, Mora’nın alter egosu olmayı seçmiş diyebiliriz. Bazı ilişkiler böyledir ve bu tip ilişkiler bir gün mutlaka can yakar.
Aynur Kulak: Mora karakterine ayrıca değinmek istiyorum.. Mora’nın anlamı “hayat değiştiren”. Diğer karakterlerin hayatlarına etki etmiş ve onların hayatlarını değiştirmiş olan Mora’nın aslında kendi değişiminden hemen önceki zamanlarına şahitlik ediyoruz. Uyanmak üzereyken tanımaya başlıyoruz Mora’yı. Mora karakteri için kendi hayatının gerçeklerine uyanmış bir karakter diyebilir miyiz?
Dilek Neşe Açıker: Gerçekte Mora isminin böyle bir anlamı yok. Metin içinde uydurduğum şeylerden biri. Sebebine gelince, sizin de dediğiniz gibi Mora’nın hikâye içindeki sürekli değişimini ifade eden destekleyici unsurlara olan ihtiyaç olduğunu söyleyebilirim. Kendi hazırladığı kurgu içinde, kontrol alanı dışındaki müdahalelerin de tesiriyle hayatı farklı algılamaya başlaması. Aslında bütün sıra dışılıklara rağmen ben Mora’nın olduğundan da sıradan biri olmaya çabaladığını düşünüyorum.
Aynur Kulak: Sedna& Mora ilişkisi romandaki kadın karakterlerin varlığı açısından önemli bir yerde duruyor. Bir tür birleştirici unsur ve aynı zamanda gölgeleyici bir yapı. Sedna Mora’nın uyanmasını sağlayan bir hayal aslında ve bu tarafından bakınca son derece güçlü de bir hayal. Bu anlamda romandaki kadınlar birbirlerini gölgeleyen unsurlar olarak resmedilmiş. Romanın gizem içeren bir tarafının olması da bunda etken olabilir elbet fakat Mora’nın Sedna ile ve bu iki karakterin diğer kadınlarla daha fazla çarpışmasını isterdim, bir okuyucu refleksi olarak belki de. Romandaki kadın varlıklarını açabilir misiniz?
Dilek Neşe Açıker: Hikâyedeki neredeyse görünmez, incecik ipi tutup çekmişsiniz. Muhteşem. Notlar alıp taslak üzerinde çalışmaya başladığımda Sedna, Mora’nın alter egosu olacaktı. Sonradan bütünü fiziksel olarak ayırmaya ama zihinlerini bağlı bırakmaya karar verdim, çünkü Sedna beni buradan çıkarın diye bas bas bağırmaya başlamıştı. İlk versiyonun otuzuncu sayfasına geldim ve yine çöp kutusuyla bakışmaya başladık. Neyse ki yazdıklarımı silme hususunda çok rahatımdır. Bence hikâyedeki kadınların en dikkat çekici ve ortak özelliği – Kartanesi hariç. İyilik onun naturasında var – iyi insan olmak için bilhassa çaba harcama endişesi taşımamaları ve kendileri hatalarıyla kabullenmeleri. Bir sürü sahtelik içinde rahatsız edecek kadar gerçek oluşları. Birbirlerinin arkasından iş çevirirken en azından kendilerine karşı dürüstler. Bütün kadın karakterler bu anlamda ikiyüzlülükten uzak. Gerçek hayatta, hemen her insan bu çok zordur. En çok kendimizi kandırırız. Mora, Sedna ve Narel’in böyle bir kaygısı yok. Tabii bunun öncesinde hepsinin geçmişte nasıl incindiğine de şahitlik ediyoruz. Ağır travmalar her birinde farklı şekillerde tezahür ediyor.
Aynur Kulak: Romanın eril yapısına da değinmek istiyorum. Tabii ki Mora’nın ilgi duyduğu Marlin var. Mora’nın vefat eden kocası Nida var. Balıkçı var. Ve romanın sonuna doğru aslında Mora’nın hayatını ciddi şekilde etkilemiş bir baba figürü var. Erkek karakterlerin hepsi neredeyse varla yok arasındalar ama var olmaları (gerçekten var olmaları, var olmalarının gerçekten hissedilmek istenildiği hatta) hep çok istenen bu karakterlere çok ihtiyaç duyulmasına rağmen yoklar. Silikler. Varlıklarını tam olarak hissedemiyoruz. Özellikle mi silikleştirmek istediniz eril karakterleri? Erillik sadece gücün ifadesi olarak karşılığını buluyor, güç de olmayınca silikleşiyor otomatik olarak diyebilir miyiz?
Dilek Neşe Açıker: Silik olsalar bile etkileri çok yoğun. Onların zaafları, acımasızlıkları ya da sevgilerinin bu üç kadın üzerindeki tesirini hissedebiliyoruz. Mesela Narel’e bakalım. Akademideki erkek egemen yapıdan mustarip. Onları birer karakter değil ama devasa bir topluluk olarak görüyor ve Narel üzerinden baskıyı hissedebiliyoruz. Sedna’nın babası da öyle ve bu kadınlar baskının kaynağından ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın bir parçasını yanında, içinde gittiği yere götürüyor. Yani izler silinmiyor, gölgeler ve hayaletler bir türlü kaybolmuyor ve canavarın gölgesi şekilden şekle girebiliyor. Marlin’in silik gibi görünmesinin sebebi ise başka. O normal biri. Sıradan bir mucize gibi. Mora’yla birbirilerinin gölgesi değiller, yan yana yürüyorlar. Bir Jane Austen karakteri de değil Marlin. Kimseyi kurtarmıyor, tepeden bakmıyor. Bu anlamda heyecan yaratmıyor olabilir, ama belki de hikâyelerin Marlin gibi erkek karakterlere ihtiyacı vardır.
Aynur Kulak: Rene Char’ın bir sözü vardır. “Yemiş kördür. Ağaçtır gören.” Yanardöner’den biraz bahseder misiniz?Romanın dış yapısını oluşturan metaforik yapıya uygun olarak romanın içinde -karakterlerden bağımsız olarak- yer alan cansız diğer öznelerin varlığı (Yanardöner’i kast ediyorum) insanın sıradan hikayesini sıra dışı gizemler silsilesine çeviriyor diyebilir miyiz? Israrla neden bizi körleştiren şeyleri istiyoruz da görmemizi sağlayan şeyleri görmezden geliyoruz sizce? Yanardöner’in Sıradan Mucizesi romanını ana izleği biraz da gördüklerimiz ve görmezden geldiklerimiz üzerine kurulu diyebilir miyiz?
Dilek Neşe Açıker: Meşhur sözde olduğu gibi, hikâyede şehre bir yabancının gelmesi gerekiyordu ve bu hikâyenin yabancısı da Yanardöner. Hikâyenin merkezinde cansız bir nesne. Bahşettiği iddia edilen mucizelerin her biri kişinin kendi çabasıyla elde edebileceği şeyler, ama biz insanlar kolay yoldan sahip olmayı severiz. Yanardöner’in temsil ettiklerinin ilki bu kolaycılık ve insanın kolay yoldan elde etmek için neler yapabileceği. Yanardöner’in ortaya çıkışıyla kahramanlar hakiki yüzlerini çok daha net gösterme cesareti buluyor ve küçük bir ağaç onları sıra dışı olduklarına ya da olabileceklerine inandırıyor. Üstüne üstlük Yanardöner aynı zamanda bir ganimet ve iştah kabartıyor. İçimizdeki açgözlüyü de kolayca açığa çıkarıyor. Yanardöner hepimizin mucizelere inanmaya hazır olduğunu gösteren bir ayna görevi de görüyor ve bu ayna gerçekte sahip olduğumuz kabiliyetleri emiyor. Çabalamak yerine bir mucize beklemeye başlıyoruz ve romandaki bazı kahramanlar bunun ne kadar satılabilir bir ürün olduğunun farkında. Gerçek hayatta da hepimiz sıra dışı olmak istiyoruz. Farklı, sıra dışı ve ilgi çekici… Medya – daha çok sosyal medya – her gün bunu körüklüyor ve kulağımıza üflüyor. Mora da bunun farkında ve diğerlerini nereden yakalayacağını çok iyi biliyor. Görmezden gelir gibi ama olan biteni dilediğinden de fazla görerek.
Aynur Kulak: Dünya pandemiyle nasıl bir sınava tabii tutuluyor sizce? Neden tüm bunlar başımıza gelmiş olabilir? Yanardöner’in Sıradan Mucizesi’ni kapsayan bir üçleme yazmak istediğinizi biliyorum. İçinde bulunduğumuz bu pandemi süreci peşi sıra gelecek ikinci ve üçüncü romanların ana izleğini etkileyecek mi, etkiler mi ya da ne dersiniz?
Dilek Neşe Açıker: Dünyaya ve birbirimize çok kötü davranıyoruz. Maalesef insanoğlu yaşamı eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurdu. Küçük bir zümre kazanıyor ve dünyanın geri kalanı onlar daha çok kazansın diye çalışıyor. Emek kavramı hakiki anlamını neredeyse yitirmiş durumda. Sürekli tüketiyor ve harcıyoruz, çünkü bize mütemadiyen bunu yapmamız gerektiği söyleniyor. Berbat şehirlerde yaşıyoruz. Havamız, suyumuz kirli, yediklerimiz sağlıksız. Tabiatta yarattığımız tahribat tamir edilemez seviyede. Bilimi göz ardı ettik. Geriye dönük haber ve makalelere baktığımızda, bağıran ama sesi duyulmayan, bugünlerin geleceğini söyleyen insanlar görüyorsunuz. Kaçınılmaz olandı ve oldu. Bunun için hepimiz birbirimizi suçlayabiliriz. Pandemi bize dünyada nasıl pamuk ipliğine bağlı yaşadığımızı gösterdi, ama bence – sizin sorunuzda kullandığınız sözden çalıyorum – bunu sadece ağaç görüyor, yemiş hala kör. Pandemi bitince yaşadıklarımızdan en ufak ders almayacağımıza neredeyse eminim. Sadece bizim ülkemizde binlerce insan öldü. İşsiz kalanlar, her şeyini kaybedenler var. Hepimizin yakın çevresinde giderek sayısı artan oranda insanlar bunları yaşıyor. Aylardır bazı zorunlu haller dışında evden çıkmadım. Kendimi şanslı saymalıyım. Bundan ötesi benim için şımarıklık olur. Şimdilik kayıplarım telafi edilebilir düzeyde. Günlük işlerin eskisinden daha fazla vakit alması ve yazmaya ayırdığım vaktin azalması dışında dert edecek şeyleri çok fazla olmayacak kadar şanslıyım. Hayatı küçücük yaşamanın katkısı da var.
Bütün bunlar olurken yeni kitaba da başladım. Henüz yolun başındayım. Marlin’in devam hikâyesini yazıyorum ve ilk kez bir romanımda ana karakter bir erkek. Ortaya en çıkacağını merak ediyorum. Yürümeyi çok severim ve yürürken kafam diğer zamanlarda olduğundan daha çok çalışır. Yürüyüşlerden eve döndüğümde yazdıklarımdan hep memnun kalırım. Şimdi bundan yoksunum. Umarım bugünler tahmin edilenden önce biter ve mutlu olmanın, sorunların üstesinden gelmenin yeni yollarını buluruz.