“..Çok hoşgörülüler fakat sizi kırmamak adına doğruları eğip bükme eğilimleri yok. İşte bu tanımladığım cüretkar yeni gençliktir. Saçlarını boyatmak için punk olmalarına gerek yoktur…”
Maslow’un ihtiyaçlar piramidini bilenler bilir; bu, kişinin kendini gerçekleştirme noktasına giderken aldığı yoldur. Bu piramit evrimle örtüşmektedir. Nasıl ki evrimin ana-kurallarını uygulamak için bir önceki kuralın gerçekleşmiş ve yeni aşamaya geçilmek için gerekli zemin oluşmuş olması gerekiyor ise Maslow’un ünlü piramit betimlemesinde de aynısı söz konusu. Örneğin karnını doyurmadan, barınma sağlamadan çoğalmak mümkün değil ise bu durum burada da söz konusu. Gene bu piramide göre sırası ile tüm imkanlara kavuşan kişi sonunda ‘kendini gerçekleştirme’ fırsatına sahip olur. Kendini gerçekleştirme aslında olmak istediğin kişi olmak, kendi idealine ulaşman durumu. Bunun için tabii ki kendine yatırım yapman gerek. Yatırım her zaman her anlamda maliyetlidir.
Burada kilit nokta bu yatırımı yapma imkanımızın olup olmadığı. Örneğin Agah Aydın’ın da dediği gibi ‘Adana’da pamuk tarlasında ırgat olarak çalışan çocuk işçiyi ”Z” kuşağına nasıl dahil edebiliriz?’. Z kuşağı tanımlamasının topluma daha verimli biçimde satış yapmak isteyen küresel firmalar tarafından getirildiğini de hatırlatarak devam edelim.
Antik-Yunan’da birçok filozof tarafından dahi kölelik doğal karşılanırdı ve çoğunun kendi yerine günlük işlerini yapacak köleleri vardı. Yani filozofların felsefe yapabilecek zamanları ve imkanları vardı. Bu nedenle ilk filozoflar soylulardan çıkma durumunda idi. Nasıl ki evrim yolunda beden, beyni oluşturmaya ateşin keşfi ile gıdadaki besinin genleştirilerek maksimize edilmesi sayesinde imkan buldu ise insan da felsefeyi oluşturmak için gerekli zemini bulabilmeliydi. Geri dönüp baktığımızda doğu felsefesi ve mistisizimi öncülerinin büyük kısmının gene soylulardan/zenginlerden geldiğini görmek mümkün.
Peki, bu imkanlar bize her zaman ileriye gitme fırsatı mı verir? Örneğin her zaman herkes rahata erdiğinde oturup felsefe mi yapar? Anadolu’da pek öyle olmuyor.
90’ların sonunda Türkiye şimdi olduğu gibi derin bir ekonomik çaresizlik yaşıyordu fakat durum bu kadar kötü değildi. O zamanlar insanlar kendini ifade edebiliyor ve bunun sonucunda hapse girmiyordu. Sansür neredeyse yoktu. Kürtler için durum her zamanki gibi kötü olsa da sesleri yüksek çıkabiliyordu. 90’ları hazırlayan 80’lerin siyasi-entelektüel birikim idi. Darbeler kişilerden siyasi birikimi alıp entelektüel birikimi bıraktı. Türkiye’yi savaşlara dahil etmek hiç kolay değildi ve Türkiye, ABD’nin istediği savaşlara katılmadığı için ABD tarafından ekonomik yaptırımlarla cezalandırılıyordu. Bunun sonucunda AKP, ABD desteği ile kurulmuş ve ABD’nin her talebine evet diyen bir hükümet sağlanmıştı. ABD hem Ortadoğu hem Afrika hem de Türkiye gibi ülkelerde Adalet ve Kalkınma Partisi ismini verdiği partileri aynı anda kurarak bu partiler üzerinden Büyük Ortadoğu Projesini başlattığında artık söz konusu ülkeler ABD’nin istediği hükümetler tarafından yönetiliyordu.
90’ların sonunda ve 2000’lerin başında Türkiye IMF’den yardım talep etti ve IMF’nin de bazı şartları vardı, bunlar uygulanırsa Türkiye’ye yatırım akacaktı ve AKP’nin seçilmesi ile IMF söz verdiği yatırımları akıtmaya başladı. IMF’nin güvence verdiği ‘yatırım yapılabilir’ dediği ülkeler yatırımlar için güvenli olarak görülen ülkelerdir ve o ülkeye yatırım ‘akar’. Tabii ki bu akışta o ülke zararlı çıkacaktır fakat batmayacaktır.
IMF’nin politikalarından AKP yararlandı, Kemal Derviş ile kurulan sistemin getirilerini üzerlerine aldılar ve ardından liberal politikalar izleyerek Türkiye’ye ait fabrikaları ve arazileri sattılar. Şimdi bu satılan yerlerden kimlerin para çaldığını anlamak için hangi AKP’lilerin ne kadar servet artırdığına bakmak yeterlidir. Sonuç olarak AKP’liler öcü olarak lanse ettikleri IMF’den en çok yararlanan kesim oldu.
Gelen yatırımlardan kazanılan para parti-devleti ilkesi gereği AKP’lilere aktarıldı, Ortadoğu’da Türk müteahhitlere verilecek inşaat işlerinin %10’u ise Bush vakfına bağış olarak giden rüşvetti. Fakat IMF’nin şartları arasında yüksek teknoloji üretmemek vardı. Bu yüzden Binali Yıldırım ‘Bilişim denilen şeye öyle fazla kafanı takmayacaksın. yoksa sıyırırsın. Alacaksın kullanacaksın’ gibi açıklamalar yaparak bu duruma hazırlıyor ve yol yapmak, köprü yapmak veya dışarıdan motorunu, kamerasını, hedefleme sistemini satın aldığın drone’u monte ederek %100 yerli üretim yalanları ile piyasaya sunmak yüksek teknoloji işiymiş gibi sunulmaya başlandı. Böylece Türkiye’de yaşayan ve cebi para gören insanların kendini ‘gerçekleştirmesinin’ önüne bir set çekmiş olundu.
Sonuç olarak AKP gibi gerici partilerle birlikte öncelikle eğitim bilinçli olarak zayıflatıldı. 3-5 yılda bir eğitim sistemini değiştirdiler, akademisyenleri aşağıladılar, doktorları hastalara dövdürüyorlar. Burada amaç insanların belirli bir kültür ve bilgi seviyesinin altında kalmasını sağlamak ve bilgiye ulaşılmasını engellemek. Fakat internet çok büyük bir pazar olduğu için onu engelleyemiyorlar. İşte AKP’nin ve ABD’nin hesaplarını bozan bu oldu.
Uygulanan bu kültürel-baskılama işinin amacı basit, sömürdüğün toplumları ölmeyecek kadar yaşamasına izin vermelisin ki sömürmeye devam edebilesin, fakat onu sömürmene karşı çıkmayacak kadar da gelişmelerine izin verirsen onları daha verimli sömürebilirsin. Yani ABD üstün güç ise bunu zorla ve devletlerin başına geçirdiği dinci-gerici hükümetlerle başarıyor. Bu sayede Türkiye gibi ülkelerde kendilerine gelecek göremeyen parlak beyinler de Avrupa ve ABD’ye giderek yaratıcılığını o ülkelere sunuyor.
Bu ‘para akışı’nın yanısıra teknolojik atılımlar insanlara kendini gerçekleştirme fırsatı sundu ve insanlar daha düne kadar ilkel ihtiyaçlarını karşılayabilecek vaziyetten bir anda lüks araçlar, altın varaklı rezil mobilyalar, 50 bin TL’lik çantalar ya da uyuşturucu, fuhuş, gibi illegal işlere de yöneldiler. (Şu an Türkiye’de dönen illegal parayı hiçbir kurumun hesaplayacağına inanmıyorum) Çünkü toplumun kendini gerçekleştirmek için parası ve ithal teknolojisi olsa dahi bunun için gerekli entelektüel zemin hazır değildi. Kendini gerçekleştirememiş toplumun neler yaşadığını sabah programlarında izleyebilirsiniz.
Peki nesiller komple başarısız mı oldu? Hayır, bizim nesil ziyan olmuş olabilir. Fakat çocukların pasif alıcı dönemde dahi ellerine sonsuz bilgi edinebilecekleri bir cihaz geçti: cep telefonları. Çocuk artık annesine ve babasına ya da etrafındaki çevreliyicilere muhtaç değildi bilgi için. Böylece ailenin, okulun, devletin dinin ve toplumun çocuk üstündeki bilgiye dair otoritesi zayıfladı. Dahası çocuklar ellerindeki doğrulayıcı cihazlar sayesinde ailesinin onlara söylediği yalanları da test etme şansı buldu. Örneğin 60 kişilik bir yere proje hazırlıyorum eskiden ateist olduğumu söylerken çekinirdim. Fakat bu bahsettiğim işyerinin önemli bir kısmı ateist ve deist gençlerden oluşuyor. Hiçbirinin kimse ile tartışmak gibi bir derdi yok. Çok hoşgörülüler fakat sizi kırmamak adına doğruları eğip bükme eğilimleri yok. İşte bu tanımladığım cüretkar yeni gençliktir. Saçlarını boyatmak için punk olmalarına gerek yoktur. Ya da eşcinsellik onlar için utanılacak bir şey değildir. Savaşlar aslında zenginlerin yararınadır ve tüm devletler katildir. Bunlardan daha fazlasını biliyorlar. Mevcut nesil donanım eksikliği ve bilgiye kapalı olması nedeni ile yerlerinde saydı, yaşından dolayı bile olsa bilgiye aç yeni bir nesil doğdu. İşte ziyan olmuş bir neslin böyle verimli bir nesli doğurmasının arkasındaki en büyük etken bilginin özerkleşmesi ve her yerde ulaşılabilmesidir. Ayrıca uç noktalar törpülenmiş ve hayatın siyah-beyazdan ibaret olmadığını da anlamış görünüyorlar.
Bilginin özgürleşmesinin yanısıra eski neslin yeni teknolojilere ayak uyduramaması sonucu kuşak farkı iyice büyüyecek ve bir süre sonra birbirimizi anlamayacağız. İşte bu açıdan ölüm yararlı bir şey. Yoksa birbirini anlamakta zorlanan, kuşaklar şeklinde bölünmüş bir insanlık olurduk. Üstelik yaşlılar gençlerin kaderini belirlemeye devam ederdi. Daha ilkel insanlar, az ilkel insanlar, insanlar, daha insanlar…..