Orta Çağ’dan Rönesans’a doğru yaklaşırken; kadınların nasıl bir karanlıkla boğuşmak zorunda kaldıklarını ve verdikleri var olma, görünür olma ve anlaşılma mücadelelerinin içinde her türlü eril otoriteyi karşılarına almak zorunda kaldıklarını hemen hemen herkes biliyordur. Herkesin bildiğini sanıyorum, şu an 2022 yılındayız ve beklediğimiz bu farkındalığa halen ulaşmadığımızı düşünenler, maalesef “yanılmıyorlar” demek çok üzücü.
O dönemlerde de kadınlara uygun bulunan sıfatlarda büyük bir değişim olmamıştır, Orta Çağ’ın o akıl almaz zihniyetinin ürünleri olarak. Düşünün ki, dünyanın evrenin merkezi olmadığını söyleyen bilim insanlarını yakıp, sonra da “afedersiniz, haklıymışsınız. O halde yakıldığınız yere heykelinizi dikelim” diyen bir zihniyet, kadına neleri uygun görmez ki?
Entrikacı, cadı, şeytani duyuların cisimleşmiş hali veya sofu ve kendini “kadınlığından vazgeçerek” Tanrı’ya adamış kadınlar? Kadın, kısacası, gücü asla ele geçirmemesi gereken tehlikeli varlıklar olarak görülürken, diğer bir taraftan korunmaya muhtaç, itaatkar ve iffetin değerli unsurları olarak toplum tarafından ötelenmişlerdir. Böyle bir çerçevede, devrimsel bir hareketi temsilen, Batı Avrupa’ya adeta bir “kadınlar saltanatı” yaşatan, tarihin sıkça andığı kadınlar varlık göstermişlerdir. Catherine de Médicis, İspanya Kraliçesi Isabelle, Anjou’lu Marquerite, Bavyeralı Jacqueline bir dönemin unutulmaz kadın siyasi kimlikleri olarak incelenmişlerdir. Bu kadınların, doğuştan sahip oldukları imkânların dışında, konumları gereği özel eğitim aldıklarını, hemen hemen hepsinin Yunanca, Latince hatta İbranice bildiklerini, yabancı dillerde yazılmış eserleri okudukları gibi, kendilerinin de retorik sanatını, şiiri sevdikleri ve edebiyat alanlarında eserler verdikleri bilinmektedir.
Aydınlanma’nın beraberinde getirdiği entelektüelleşmenin ilkelerine uygun profiller çizdikleri, dönemlerine bıraktıkları izler sayesinde fark edilmektedir. Demek oluyor ki, bizleri ve otomatik olarak ülkelerimizi kurtaracak tek çare var: Eğitim!
Aydınlanmacı politikalardan yola çıkarak, kadınların bu dönem özellikle siyasi platformlarda belirleyici olduklarını bildiğimiz bazı tarihi anlar mevcuttur:
Prenses Sophie von Anstalt-Zerbst büyük bir Alman prensliğinin mensubudur, Çar III. Petro ile evlenerek St. Petersburg’a ulaşmış ve II. Katerina (Büyük Katerina) adıyla hüküm sürdüğü dönemde eşi benzeri olmayan bir aydınlanmacı programla, tüm Avrupa’yı kendine hayran bırakmıştır.
Büyük Katerina olarak bilinen Sophie, 1762-1796 arasında Rusya’yı yöneterek ülkeyi canlandırmış, sınırlarını genişletmiş, Avrupa ve Asya’nın önemli bir gücü haline getirmiştir. Eğitimini esas olarak Fransız bir mürebbiyeden ve de onun yetiştirdiği öğretmenlerden almıştır. Katerina “erkek fatma(!)” olarak kabul edilen genç bir kadındır ve “Fike” takma adıyla tanınmıştır. Aydınlanmacı bir eğitimin, kadın veya erkeğin hayatında bir vizyonunun gelişmesini ve hatta çağdaşlarından bir adım öteye çıkmasını sağladığının en belirgin halidir.
Katerina keskin zekalı bir kadındır ve kocası III. Petro’nun kendisine olan düşmanlığının da
farkındadır. Petro, ilk sevgilisi Elizabeth Vorontzov’u unutamamıştır. Öte yandan Petro’nun Almanlaşma politikası, milliyetçileri oldukça kızdırmıştır. Alman uyruklu Rus Çariçe ise kocasına karşılık, tam bir Rus vatanseverdir ve Rusya’nın özellikle eğitim alanında güçlenmesini sağlayarak ülkesinin her anlamda öne çıkacağının farkında olan bir lider gibi davranmış, halkın güvenini ve sevgisini kazanmıştır. Petro, sevdiği kadın Elizabeth’i de alıp ülkeden kaçmaya çalışınca, Katerina orduları örgütleyerek Petro’yu tutuklatmıştır.
Hapsedilmesinden kısa bir süre sonra, Petro hayatını kaybettiğinde, artık tek güç Büyük Katerina’dadır. Aydınlanma hareketlerinden esinle, gücü eline alır almaz, milliyetçilik akımının dalga dalga yayıldığı Fransa’nın kültürünü ve devrimci fikirlerini esas alan ve de en önemlisi işçi haklarını kollayan “Yönetme Kuralları”nı yayınlamıştır.
Pek çok eseri kaleme aldığı bilinen Katerina, ancak bilgilenme ile halkların kaderini değiştirebileceğini biliyordur; fakat toprak sahibi soylular Katerina’ya karşı bir ihtilale hazırlanınca geri adım atmak zorunda kalmıştır. Bu gelişmeler ışığında, Aydınlanmanın da sınırlarını çizen ve reformlarına ket vuran yine nobilitenin ta kendisidir. Katerina, bir Alman hukukçunun danışmanlığı ile “Eyaletlerin Statüsü” eserinde, vizyoner bir bakış açısıyla ülkenin yönetim sistemini değiştirmeyi amaçlamıştır. Ülkesine kazandırmak istediği, oligarşik yapıdan fiilen özgürleştirip, emeği ve işi ön plana çıkartmaktır. Bu amaçlarla kaleme aldığı ideolojisine göre, her eyaletin kendi yönetimi ve mahalli mahkemeleri olacaktır. Bu reformlar 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar uygulanmaya da devam etmiştir. Katerina; vizyon sahibi, sağ duyulu ve öngörülü, halkına hizmeti esasa alan güçlü bir lider olmayı başarmıştır.
İkinci Katerina’nın, Rusya’nın milli kültür tarihindeki rolü ise, I. Petro’nun (Büyük Petro) ilkelerini benimsemesinden gelmektedir ve Aydınlanma Çağı’nın açtığı yol boyunca Rusya’nın gelişimini yönlendirmeye devam etmiş olmasıdır. Çariçe, döneminin Rus halkı için bir lider olmanın yanında ülkesinin ve halkının ihtiyacı olan kültürel bir sembol olmayı da başarmıştır. Liderlik kimliğine ek olarak bir yazar ve önemli bir düşünürdür. Kendisini, Aydınlanma Çağı’nın kanun yapıcısı olarak tarihe geçirmiştir. Özellikle tahta çıktığı dönemin ilk iki senesi boyunca tüm emirleri ve yasaları kendi yazmıştır. Katerina, Aydınlanma Çağı’nın Batı’daki öncülerine benzer şekilde, halkı salonlarda toplamış ve onlara konuşmalar yapmıştır; tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi, salonların ideolojilerin belirlendiği merkezler olmasının önemini, Katerina da fark etmiş ve kendi ideolojisini halkına doğrudan aktarabilmiştir. Katerina gibi, ne kadar güçlü ve eğitimli olursa olsun, Aydınlanma hareketinin getirdiği ivme sayesinde, kendinden söz ettirecek kadınlar, görünür kılınmış olsalar da ve haklarında yapılan değerlendirmeler ibresini olumlu yöne çevirse de, cinsiyet
eşitliği hususunda derin tartışmalar devam etmiştir.
İspanyol aydınlanmasının babası denilen Benedikten Benito Feijoo’nun eseri, “Kadınların Savunması” (1739) yayımladığında, İngiltere’de Sophia takma adıyla yazan aydın bir kadın yazar, “Woman Not Inferior To Man” adlı eserinde, cinsiyetler arasında erkeğin kadına üstünlüğünü meşrulaştıracak dikkate değer bir fark olmadığını savunmuş, “onların yarattığı tiranlık”tan kaynaklandığını iddia etmiştir. Ona göre cinsiyetler tamamen eşittir, kadınların düşük statülerinin nedeni olarak eğitim haklarına ulaşamamalarını işaret etmiştir.
Aydınlanmanın getirdiği en büyük uyanışlar, eğitim ve bilimle olduğundan, kadınların akademilere girmesi ya da erkekler gibi okullara giderek eğitim alabilmeleri olanaksızlaştırılmıştır. Var olan tabuların yıkımı için bir müddet daha beklemek zorunda olan kadınların en şanslıları, eşleri veya babaları sayesinde özel eğitimler alabilmiş ve kendilerini bireysel çabaları ile geliştirmişlerdir. Aydınlanma öncesi ve süresince yıllarca süregelen (1400- 1700) Querelle des femmes “Kadın üzerine Tartışmalar” kadının kimlik arayışının, erkeklerden aşağı değerlendirilmesinin, aydınlanmacı/entelektüel görüşünün ürünü sayılan bir etkinin hitabetidir.
Aydınlanmanın genel bakışı kadın üzerindeki bu sonsuz tartışmaların sonunu getirmemiştir. Aksine dönemin en aydın sayılan isimleri bu tartışmalara yeni pencereler açarak, adeta onları yeni bir yüzyıla göre güncellemişlerdir. Bu dönemin ileri gelen isimlerinden biri, Jean-Jacques Rousseau’dur. Aklındaki ideal toplum imgeleminde, doğada insanın özgür olduğu, toplum durumuna geçildiğinde ise, ancak toplum sözleşmesi ile insanın yine doğa durumunda olduğu gibi, eşit ve özgür olacağını savunmaktadır. Kadının toplumsal varlığı ise, Rousseau’da tartışma nesnesi bile değildir. İnsanın özgürlüğünden, eşitliğinden tarafa dikkat çekerken, aslında erkeğin özgürlüğü ve eşitliğinden bahsetmektedir.
Erkek ile kadının eşit, görevlerinin de aynı olduğunu belli belirsiz bir biçimde ileri sürmek, tumturaklı boş laflar etmek, buna yanıt verilmedikçe, hiçbir şey söylememiş olmak demektir.
Rousseau’nun bakış açısı esasında, Aydınlanmanın ileri gelenlerinin genel bakış açısını
yansıtmaktadır. Fransız devriminin “Yurttaş ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde başa gelenlerden farklı bir manzara yoktur. Kadınlar, halklarının ve kendilerinin özgürlüğü için mücadele ederlerken, siyasi platformlarda seslerini duyurmaya çalıştıklarında; sonları ya cezalandırılmak ya da giyotine vurulmak olmuştur. Kadınların haklarını savunanlar ise, marjinal bir kesim olarak değerlendirilmekten öteye geçememiştir
Rousseau gibi düşünenlerin tam karşına ise ilk aydınlanmacı feministlerden olan, Mary Astell’den bahsetmek gerekir. Yaşamını, diğer hemcinsleri ve yaşadıkları sorunlar üzerine empati kurarak bu sorunlarını tanımlamaya adamıştır .
Doğa bana izin vermiyor sıradan yollardan
Saraya ya da Devlete hizmet etmeme, ve bu yolla
O çok değerli şöhreti yakalamama.
Türklere ve İmansızlara
Anlatabilirdim sevindirici haberleri
Ve hiçbir emekten kaçınmazdım, değiştirsinler diye dinlerini
Ama, ah şu cinsiyetim, esirgiyor bunu benden…
Bu dizelerinden anlaşılacağı üzere çağdaşlarını “doğa” olarak betimleyip, tıpkı Rousseau’nun
bahsettiği gibi, kadın olmasının getirdiği dezavantajlı durumundan ve hemcinslerine misyoner gibi aktarmak istediklerini yapamamaktan dert yanmaktadır. Dizelerinde Türkler ve İmansızlar diye bahsettiği kesimin, o yıllarda Kilise tarafından aşağı görülen grupların, kadınlara verdikleri değer ve saygının, kendisini nasıl etkilediğini vurgulamak lazım. Bir de günümüzde olup biteni gören Astell, acaba aynı fikirde olur muydu?
Aydınlanmanın, henüz aydınlatılamayan kadınlarına ulaşmasına yardımcı olacaktır Astell; evi terk ettiği zaman tanıştığı bir din insanı olan William Sancroft ile yolları kesişecek ve entelektüel bir ortama, kendi gibi düşünen kadınlara onun sayesinde ulaşabilecektir. Tıpkı Condorcet’nin efsanevi devrimci lider, Olympe de Gouges’u desteklediği gibi, Sancroft da Astell’in fikirlerinin duyulması için pek çok aydın insanın yapamadığını yaparak, onun fikirlerine değer vermiş ve desteklemiştir.
Diğer bir taraftan, Aydınlanma Çağı’nın pesimist felsefesiyle tanınan, Alman filozof Arthur Schopenhauer ise, kadınlar hakkındaki katı ve acımasız düşünceleriyle tanınmıştır. Onun kadınlara yaklaşımının temelinde, kadın ve erkeğin birbirlerinden ontolojik olarak farklı oldukları düşüncesi yer almaktadır. Schopenhauer’a göre erkek, aklı ile; kadın ise, içgüdülerine göre davranmaktadır. Bunun sebebi ise kadında “ganglion” denilen sinir sisteminin, erkeğinkine kıyasla çok daha fazla gelişmiş olmasıdır. Bu sistem kadında “zerebral” denen büyük beyin sistemine ağır basmakta, kadının içgüdülerini merkeze alarak hayatta kalmasını sağlamaktadır. Schopenhauer’e göre, eğer türler arasında herhangi bir noksanlık mevcut ise, bu kadından kaynaklanır. Nasıl da tanıdık geldi, değil mi? Kadın kurnazlığı ve içgüdülerinden gelen gücü ile, akıl yolundan uzaklaşabileceğinden, erkeğin kontrolü altında tutulması gerektiğine inanmaktadır.
Kadınlar hakkındaki bu olumsuz düşüncelerinin, feminist bir yazar olan annesi, Joanna ile yaşadığı olumsuzluklardan, annesinin özgür iradesine göre kararlar alarak, Artur’u küçümsemesinden ve hayatına giren diğer kadınların üzerinde bıraktığı olumsuz etkilerden kaynaklandığını biliyoruz. Annesi, kocasının intiharından sonra, rahat bir aşk hayatı yaşamaya başlamış ve Weimar’a taşınmıştır. Schopenhauer ise, annesine sürekli karşı çıkmış ve babasının anısına saygı duyması gerektiğine inanmıştır. Johanna’nın entelektüel hırsı da, anne ile oğul arasında büyük tartışmalara neden olmuştur. Annesi, bir evden iki dâhinin çıkmayacağını söyleyerek, her fırsatta oğlunu küçümsemiştir. Yaşadığı dönemde tanınmayan ve kitapları satılmayan Schopenhauer ise, annesine, geleceğin onu, ancak kendisi sayesinde tanıyacağını söyleyerek, Weimar’dan ayrılmış ve onunla bir daha hiç görüşmemiştir.
Schopenhauer için, kadın ve kadın imgesi, aklında ilk olarak geçmişi canlandığından, eserlerindeki tek olumlu diyebileceğimiz nokta “Maya Örtüsü” ile kırılmaktadır; Schopenhauer’a göre “istenç” tasarımın dayandığı noktadır. “Tasarım olarak dünya”, dünyanın ancak “dış” yönü, daha uygun bir ifadeyle “gerçeğin” gelip geçici gölgesi, onun “Maya Örtüsü”dür. Bu açıdan, Schopenhauer’a göre, metafiziğin temel probleminin, “gerçekliğin” nihai doğasından olduğunu, zaman ve uzamın nesnelerin birliğini gizleyen göz aldatması, yani bir “maya örtüsü” olduğunu fark edebilmektir. Bilimi, ilimi bir kenara bırakıp “örtü”yü kaldırarak kendini keşfe çıkılmasını öğütlemektedir. Bahsettiği bu yolculuk ise, erkeklerin aklına ve kontrolüne ihtiyaç duyan kadınlar için geçerli değildir. Eril bir bakış açısıyla, kendi pesimizminden doğan, dünyaya karşı sofist yaklaşımının bir göstergesidir.
Schopenhauer’a karşılık, Amazon Feministler’i incelemeye alırsak; bu gruptan 1792 yılında yayımladığı eseri “Vindication of the Right of Women” (Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi) ile Mary Wollstonecraft ilk isim olacaktır. Ancak çağdaşlarından Catherine Macaulay, 1790 yılında “Letters on Education” başlıklı eseri ile, Wollstonecraft ile aynı yönde olan bakış açısıyla, kadınlara uygun görülen naifliğin/zayıflığın doğuştan gelmediğini, yanlış bir eğitimin doğal ürünü olduğunu savunmaktadır. Macaulay ayrıca kadınların kendi kişiliklerini saklayıp, Schopenhauer’un dediği gibi, eril bir zihne ihtiyacı olduğu fikrine tamamıyla karşı çıkan isimlerden ilkidir.
Mary Wollstonecraft, Macaulay’ın çalışmalarını takip etmiş ve ona kendi yazdığı “Vindication of the Rights of the Men” (İnsan Haklarının Gerekçelendirilmesi) eserinin bir nüshasını göndererek “hemcinslerimizin dünyada başarılı olması için ne kadar çabalaması gerektiği düşüncem konusunda, siz kendime yakın bulduğum tek kadın yazarsınız” notunu da mektuba iliştirmiştir. Wollstonecraft’a göre kadınsı olmak çoğu zaman yapay, sınıfa dayalı bir oluşumdur. Kadınlar için daha iyi bir sistem geliştirilmesi düşüncesi ile birlikte, 19 yaşına kadar üniversite eğitimi almalarını talep etmiştir. Ancak hemcinsleri, Olympe de Gouges’un da savunduğu gibi, hakları adına Versailles’e doğru yürüyüşe geçince, o kadınlar “sokak süprüntüleri” olarak nitelendirilip, cılız ve çatlak birer ses olarak değerlendirilmişlerdir.
Wollstonecraft, kadınların seslerini yükseltmelerine ve haklarını aramalarına karşı değildir; ancak eğitim yoluyla ve yazınla bu haklara kadınların kavuşabileceğine, radikal tavırlarla uç noktalara gidilerek başarıya ulaşılamayacağına inanmaktadır.
Aydınlanmanın genel portresi, insan aklının üstünlüğü ve gerçeğin tüm diğer yönlerine hükmetme hakkı olduğu iddiası, mutlak kibire ve hatta küstahça bir gurura, tek bir türün şovenizmine götürür demektedir Josephine Donovan.
Aydınlanma Çağı ve sonrasında 19. yüzyılın başına kadar kadınların, annelik ve ev alanında sınırlandırılmaya çalışılmasındaki ortak payda, Orta Çağ ve öncesinde kadınların erkin komutası ve kontrolü altında, dini doktrinlerle tutulmaya çalışılmış olması ve yine mitler ve nesilden nesile aktarımla beslenen bu düşünceyi, Aydınlanma döneminde hafifletmenin kolay olmamasıdır.
İngiliz hukukçu Sir William Blackstone’nun “Commentaries on the Laws of England” (İngiltere Kanunları Üzerine Yorumlamalar) adlı eseri, kadının hiçbir yasal ve kamusal varoluşunun bulunmadığı görüşünü kanun haline bile getirmiştir.
“Evlilik ile birlikte kanun önünde eşler tek bir kişi haline gelmişlerdir: öyle ki evlilik sırasında kadının varlığı ve kanuni varoluşu belirsizdir, ya da en azından onu kanatları altında her şeye karşı korumaya almış erkeğinki ile birleşiktir”
Genel bakış açısı bu yönde olan toplumların, ki halen bu yönde fikirlere sahip pek çok zat-ı muhterem mevcut, farklı coğrafi özellikleriyle de birleşen sözlü kanunları ile, kadının konumu ve kimliği üzerindeki tartışmalarda, aydınlanmacı filozofların, yazarların, bilim insanlarının bakış açısı paralellik göstermiştir. İnsan haklarını savunan hukukçular, devletleri kuran liderler, halka yön veren alimler, konu kadın olduğunda, hem bu tabulaşmış kalıp yargılardan hem de kendi yaşamlarının olumsuz tecrübelerinden ötürü, kadının aklını yetersiz görüp yönlendirilmeye muhtaç varlıklar olarak eserlerinde dile getirmeyi, basmakalıp bir görüş olarak kabullenmişlerdir. Bu gruba karşılık aydınlanma ile birlikte, özellikle milliyetçilik duygusunun yayıldığı Avrupa’da, kadın ve kadın hakları hareketi, kadın hakları yönünden, farklı bir ivme kazandırmaya başlamıştır.
Sarah Grimké’nin “Letters on Equality” (Eşitlik Üzerine Mektuplar) liberal gelenek içinde, kadının bağımlı konumuna itilmesine karşı geliştirilen en ikna edici tespitleri yapmıştır. Bu radikal mektuplar, Mary Wollstonecraft ve Frances Wright gibi eleştirel düşünmenin yararına inanmıştır; kadınların doğal haklarının erkekler tarafından tanınmadığını, ve kadınlarla erkeklerin, ahlaki ve düşünsel açıdan eşit olduklarını ileri sürmüştür. Grimké, kadınların haklarını sistematik bir şekilde ellerinden alan erkeklerin ve yazdıkları kanunların, doğal haklara ters düştüğünü, kadınlarının bağımsızlıklarını engellediklerini, haklarını çaldıklarını iddia etmiştir. Kadınların özel alana ait oldukları ve kamusal sorunlarla ilgili akılcı düşünmelerinin uygunsuz bulunduğu fikrine açıkça karşı durmuştur.
Aklın cinsiyeti yoktur… zihnin gücünün cinsiyeti yoktur ve … erkeklerin görevleri ve kadınların görevleri, erkeklerin alanı ve kadınların alanı hakkındaki fikirler sadece keyfi fikirlerdir.
Aklın cinsiyetinin olmadığı fikrine karşılık, Aydınlanma’nın en pozitivist isimlerinden olan Immanuel Kant ise, kadının bilgeliğinin akıl yürütmesinden değil, hislerinden ve sezgilerinden ileri geldiğini düşünmektedir. Ona göre, evde kadın da söz sahibidir, fakat aklıyla evliliğe yön verecek kişi erkektir. Kant, güzellik duygusunu kadına, yücelik duygusunu ise erkeğe atfetmiştir. Erkeğe oranla kadın niteliklerinin daha narin, duruşunun ise daha alımlı olduğunu ve kadının karakterinin dostluk, hoşluk ve kibarlığa daha yakın olduğunu ifade etmektedir. Filozofa göre, bir kadının zorlu bir öğrenme sürecine girmesi ve düşüncelerle kafasını yorması, kadınlara uygun bu nitelikleri yok etmektedir. Kadın yaşlanıp güzelliğini yitirdikçe, saygıdeğer hale gelebilmek için, yüce ve soylu nitelikler kazanmaya çalışmalıdır. Yaşlanan kadın kitap okumalı, akli muhakeme ve sezgi yeteneğini geliştirerek, Tanrı vergisi güzelliğinden boşalan yerini, fark ettirmeden, esin perileriyle doldurmalıdır.
Kadının bu süreçte ilk öğretmeni ise kocası (?) olmalıdır. Kant, kadını salt bir obje olarak değerlendirmiştir; bilgilenmesinin güzelliğini söndüreceğine, güzelliği gidince ise, erkeğin saygısını kazanabilmesi için, aklını kullanması gerektiğine kanaat getirmiştir. Kant, bu tanımlarıyla, kadının aklının varlığını ve isterse, eğitime ulaşarak erkek kadar bilge olabileceğinden bahsederek, kadının tanımlanması ve eşit konumlandırılması hususunda dolaylı bir açıklama yapmıştır.
Aydınlanmanın katı ve keskin düşüncelerine farklı bir perspektiften baktıracak, Harriet Taylor Mill ve John Stuart Mill, 19. yüzyılın ortalarında kadın – erkek dayanışmasının güzel ve anlamlı bir örneğini sergileyen en önemli isimlerdendir. Eserlerini yazarken bile, düşünceleriyle savunduklarının paralelliği ve uyumu, kimi zaman eserlerinin kimin tarafından yazıldığının bile anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Toplumsal sorunlar karşısında kadınlarla birlikte hareket edilmesini, çalışma yaşamına kadınların dahil edilerek toplumsal gelişmeye katkıda bulunacaklarını savunmuşlardır. Kant’ın görüşünün tam aksine, toplumun ve doğal olarak kadının, daha güzel ve bilge olmasının, erkeklerin sahip olduğu düzende, toplumun farklı katmanlarında, yer almaları gerektiğini savunmaktadırlar.
Mill, “The Subjection of Women” (Kadınların Bağımlılığı) eserinde, bir cinsin diğerine üstünlük kurması, kendi içinde yanlış olmaktan öte, insanlığın gelişiminin önündeki en büyük engel olarak değerlendirmektedir. Kadınların “bağımlılık” hallerini sürdürmelerinin nedeni, geleneksel rolün devamlılığının yanında, erkeklerin kadınları, orada tutma/himaye isteğinden kaynaklandığını dile getirmiştir. Bu yönleriyle, John Stuart Mill ve Harriet Taylor Mill, aydınlanmanın fikirlerine en radikal şekilde karşı duran çift olmuştur.
Aradan geçen onca yıl ve değişmeyen hep aynı fikirler. Yüzyıllardır süren bu eşitlik arayışının, her geçen gün daha da kötüye giden sonuçlarını gördükçe, “pes artık” demekten kendimizi alamıyoruz. Bu işin şakası yok; vizyonun ne kadar belirleyici olduğunu bir kere daha hatırlatmak gerekiyor sanırım. Bunun için Antik Yunan’a, Avrupa’ya vs. bakmaya hiç gerek yok; kendi ülkemizin tarihine bakmak yeterli. Aradığınız cevapları beğenseniz de beğenmeseniz de irdeledikçe bulacaksınız.
Saygıyla…
KAYNAKÇA
Baktemur, Zeynep Aydınlanma Çağı Filozoflarına Göre Kadın: Schopenhauer, Kant ve Rousseau Örneği, İstanbul Üniversitesi Kadın Araştırmaları Dergisi, 2019/I: 1-12
Bock, Gisela, Avrupa Tarihinde Kadınlar, Çev. Zehra Aksu Yılmazer, Literatür Yayınları, İstanbul, Birinci Basım, Kasım 2004
Bousmar, Eric, Dumont, Jonathan, Femmes de Pouvoir, femmes politiques durant les derniers siècles du Moyen Âge et cours de la Première Renaissance, de Boeck, Paris, 2012.
Büyük Katerina, https://www.biyografi.info/kisi/buyuk-katerina John Stuart Mill Harriet Taylor Mill
М. С. Каган, “О Роли Екатерины Великой В Истории России”, Екатерина Великая: Эпоха Российской Истории (Санкт-Петербург: Спб Нц, 1996). M. S. Kagan, “Yüce Katerina’nın Rus Tarihindeki Rolü”, Rus Tarihinde Büyük Katerina Devri Uluslararası Sempozyumu Bildirileri Kitabı içinde, (St. Petersburg: St. Petersburg Bilim Merkezi Yayını, 1996
Donovan, Josephine Feminist Teori, Çev. Aksu Bora vd., İletişim Yayınları, 6.Baskı, İstanbul, 2010
Grimké, Sarah, Letters on the Equality of the Sexes and the Condition of Woman (1838)
Gürsoy Çuhadar, Seyran Aydınlanma, Eşitlik ve Kadın: Rousseau Üzerine Bir Değerlendirme, Emek Araştırma Dergisi (GEAD), Cilt 8, Sayı 12, Aralık 2017
Koç, Emel, Schopenhauer Felsefesinde ‘Ölüm’ ve ‘Ölüm Korkusu’ Üzerine, Dört Öge-Yıl: 7 Sayı: 13 Haziran 2018 Üste, R.Bahar, Hegel-Rousseau, Mill ve Hayek’in Değerlendirmelerinde Toplumda Ötekileştirilen ‘Kadın’ın Konumu,
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/416759 (29/10/2021, 22.12)
Walters, Margeret, Feminizm, Çev. Hakan Gür, Dost Yayınları, Kültür Kitaplığı: 85, Toplumbilim:6, Ankara
Im Hof, Ulrich, Avrupa’da Aydınlanma, Çev. Şebnem Sunar, Literatür Yayınları, İstanbul