Mehmet’le rüya gibi bir gecede Mozambik’te bir sahilde tanıştık. Dilbilimciydi. Epeyce içtiğimiz bir gece, yanından hiç ayırmadığı çantasından papirüsü andıran bir tomar çıkarıp “Bizden yüzlerce yıl önce yaşamış bir savaşçının güncesinden kalanlara bakıyorsunuz.” dedi. Heyecanlanmıştık. Yazıyı okumayı başarmış mıydı? Cevabı evet oldu. Ondan bizimle paylaşmasını istedik. Ruloyu büyük bir titizlikle açıp, gözlüklerini taktı.
“Dağları ufukta bıraktıkları çizgilerden görüyorum. Geriye kalan her şey, gri, geçirmesiz bir sisin ardında kaybolmuş. Büyük efendimiz için kurban edileceğimiz gece çevremizi bir uğultu sarmış. Lacivert bir aşılamazlık içinden bize bakıyorlar. Biraz sonra öldürüleceğimizi biliyor ve maskelerin ardında yüzlerini gizliyorlar.
Benimse içimde dağların ardına doğru çekilen bir şeyler var. Uzaklaşmak isteği, kaçmak ve kurtulmak isteği, davulların sesini bastıracak bir şiddetle kanımın atışını tutuşturuyor. Bu birazdan sonlanacak faniliğimden soyunmak istemeyen ruhumun derimi bir tutkuyla sahiplenmesinin sesi olmalı…
Kurtlar, filler, geyikler… Sürüler… Hiçbir sürü, liderinin ölümünün ardından onu öte dünyada koruyacak ölülere ihtiyaç duymuyor. Hiçbirinin öte dünyaya geçerken ardında koruyucu savaşçıları yok. Yanan ateşlerden gözlerim kamaşırken yan yana dizilmiş bekliyoruz. Birazdan kurban edilecek olan kırk savaşçı, krallığın geleceğini güvenceye almak için dizildikleri sırada büyük ayinin ortasında sallanıyor, atılan çığlıklarla sarsılıyor ve titriyor.
Bense, bu arada, sıranın dışında kaldığımı, safımı kaybettiğimi görüyorum. Bir adım atmalı ve yerime dönmeliyim. Oysa sanki mıhlanmışım, bir kayaya dönüşmüşüm, kımıldayamıyorum. Orman, hemen ardımda yumuşacık serinliğiyle beni çağırıyor.
Gözlerinden süzülen yaş, bence efendimizin ölümü için tutulan yastan değil. Belirsizliğin geçmesi için duyulan özlemin bir parçası. Kimsenin kralın öte dünyada yapacağı yolculuğu önemsediğini sanmıyorum. Krallığın gücünün öte dünyada sürmesi kimseyi ilgilendirmiyor. O çevresinde yanan ateşlerle bir kaidenin üstünde yatıyor. Yalımlar bedenini sardıkça, kadınların yas çığlıkları şiddetlendikçe, koruyucularının titremeleri, soluksuz ve çirkin görünüyor.
Ancak bedenim bir ağaca çarptığında ormanın sınırında olduğumu anlıyorum. Kimse görmeden ormana süzülüyor ve kaçmaya başlıyorum, derinliklere doğru, sessiz ve hızlı.
Efendimiz öte dünyada bizi tanısın diye alnımıza beyaz bir halka çizilmişti. Biz bu dünyada olduğu gibi öte dünyada da ona sadık kalacaktık. Seçilmişlerdik. Krallığın gelecekteki varlığı bize bağlıydı. Kötü ruhlardan onu koruyacak, krallığın geleceğinin müjdecisi olarak kurban edilecek kırk savaşçı. Çığlıklar, ağıtlar ve davulların sesi geride kaldığında bir ırmağın kenarında durup yüzümü yıkadım. Alnım, benim olana kadar yıkadım. Kralımızı ve krallığımızı geride bırakana dek yıkadım.”
“Hepsi bu kadar.” diyor Mehmet.
“Aman Tanrım hem çok korkunç hem çok etkileyici, bir hazine bulmuşsun, ödülleri toplarsın artık, müthiş.” diye birbiri ardına aklımızdan geçenleri söylerken yüzlerce yıl önce kralı için kurban olmamayı seçmiş bu savaşçının neredeyse bizi büyülediğini düşünüyorum. Prometheus’a benziyor ama onun gibi bir efsane değil, gerçek. İnsanlığın öncülerinden biri. Kadehlerimizi onun için kaldırıyoruz. Büyük bir coşkuyla tebriklerimizi sıralarken Mehmet’in dalgınlığı gittikçe artıyor. Bir süre sonra dayanamayıp aklından ne geçtiğini soruyoruz.
“Biliyor musunuz?” diyor. “Çeviriyi bu haliyle yayımlamak istemediler. Tırnak içinde, bu kadar vahşi bir toplumda bula bula bunu mu bulmuştum? Bu nedenle günce hâlâ bende ve ben hâlâ buradayım.”
“Olsun,” diye gülümsüyoruz. “Senin alnın açık. Yaptıklarının acısını öte dünyada çekecek olanlar onlar.” Mehmet’in öte dünya diye bir inancı olmadığını biliyorum. Söylediklerimiz onun için hiçbir anlam ifade etmeyecek. Olsun. Elindekini milyonlara satabilir, çok rahat bir hayat yaşayabilir. Yine de yapmayı düşündüğünün bu olmadığını anlaşılıyor… Bir süre ne söyleyeceğimizi bilemeden kendimizi gecenin sessizliğine bırakıyoruz.
Mehmet bir sigaraya yakıp tumbaların oynak ritimlerine eşlik eden birkaç tıngırtı çalıyor. Aklından geçenleri düşündüğüm sırada, “Bulduğum günceden yüzyıllar sonra ben de başka bir biçimde kurban olmayı seçmediğimden ve bir yalanı da kabul etmediğimden şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Eskiden yüzünü yıkayıp biraz uzağa giden kurtuluyormuş. Şimdiyse gerçek diye sunulan yalan rüzgarından kaçmak neredeyse imkansız ama yine de bir şey bulacağım.” diyor.
Hint Okyanusu Mozambik Boğazı’nın yakamozlu suları her zamanki gibi kıpırdanırken savaşçının kendinden yüzyıllar sonra bir insana yol açtığı Mehmet’in duruşundan bile okunuyor.