Bir kuklacı dükkanında marangoz masasının arkasındaki raflarda dizili kitaplara bakıyorduk. Kitapların çoğu spiritüel konularla ilgiliydi. Kukla yapımcısı kitapların eşine ait olduğunu söyledi ve bu söylediğini şöyle bir cümle izledi: “Bir şey arıyor ama ne olduğunu bilmiyorum.” Evet, bazılarımız bir süredir bir şey arıyorduk. Bu rengarenk dünyanın içinde bize sunulanlara bakıp yeterli bulmuyorduk.
Çoğun, her şeyin siyah ve beyaz olduğu söyleniyordu. Bu iki rengi karıştırıp, gri bir alana çekilenler de vardı. Peki, kim neden kalacaktı ki bu gri, arafı andıran, tek renkli dünyada? Belki de ilk sorular buradan çıkmıştır. Ne de olsa, ağaçlar boyu yeşil, engin gökyüzü kadar mavi, çevresinde çember olunan ateş yalımlarıyla kırmızı, güneş gibi sarı değil miydik? Kentler dolusu insan, sokaklar boyu farklılık… Bir şey var. Bildiklerimizin, bize sunulanların tam olarak cevap vermediği bir şey. İnsanın kendi doğasına kulak vermesi, nesneden, özneye geçişi, türüne özgü oluşu, bilinci, mizahı, yaratım özellikleriyle bütünleşmesine dair bir şey ya da şeyler belki. Cevap herkese göre değişir. Hem neden bir cevap vermek zorunda olalım? Derken efendim, gösteri toplumu girdi devreye, her şey ucuzladı. Tabii ki fiyat olarak değil, içeriğin boşalması ve safsatanın çoğalması yönüyle.
Sorular havada asılı kaldı. İnsanlar arasındaki duvarlar kalınlaştı. Böyle bir toplumsal iklimdense, “gönülden, gönüle bir yol vardır görünmez,” dediği gibi halk ozanımızın, insana, ne olduğumuza dair bilimsel bakışın verilerinin beslediği spiritüel alana dair bir şeyler yazmak istedim.
Dil değişirse düşünce değişir
“Amerikalı psikoterapist Thorn Hartmann’ın, düşen bir çocuğa ne denilebileceğini tartıştığı bir örneği var. Küçük bir kız düşüp yanında dizini incittiğinde ilk tepkisi ‘Off, çok acımış olmalı!’ demeye hazırlanmak olmuş, ancak bunu tam söyleyecekken, bunu aslında çocuk değil, kendisi için, kendisini rahatlatmak için söyleyeceğini, çocuğun bu sözden hiçbir fayda sağlamayacağını fark etmiş. Küçük kızın dikkatini olumsuz acı yerine olumlu iyileşmeye yönlendirmeyi denemiş. Acı her an azalmakta olan bir şey olduğu için, ‘Hmm, şimdi çarptığı andan daha az acıyor olsa gerek,’ Kız tam ağlayacakken, bunu duyunca durup düşünmüş. Şaşırarak ve ciddiyetle, ‘Evet, gerçekten de daha az acıyor,’ demiş.”
Konuya İncognito’dan bu alıntıyla başlama nedenim, çoğu durumda hassas olduğunu kabulden uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış insanlar olarak bizlerin sözcüklerle yapabileceğimiz büyük değişimlerin ve iyileşmelerin farkına varmamızı gösterir nitelikte olması ne de olsa yine kitapta belirtildiği üzere:
“İnsanlar birbirleri ile sadece bilinç düzleminde etkileşim içinde değillerdir. Aynı zamanda ve aslında çoğunlukla da metakomunikatif -duyu ötesi- bir iletişim kurarız her birimiz. Yani bilinçdışı bir sistem daima devrededir.”
Bu bilinçdışı sistemde etkin rol oynamak da belki mümkündür? Olumlama, sevgi, saygı ve şefkat dilini yaygınlaştırmaya çalışma da bu ağda etkili olabilir belki; belki de bunlar sadece kişinin kendisinin ruh halini iyileştirmeye katkı sağlayacaktır. Şuna inanıyorum. Üstünde çalışabileceğimiz yegane malzeme yine kendimiziz. Biraz rahatlamak, gülmek, eğlenmek içsel ve dışsal enerjimizi yükseltecektir. Buna en çok ihtiyacı olan yine biziz, kendimiziz. Frekans düşürerek yapılan ayarlamalara dair komplo teorileri bugünlerde bolca üretiliyor. Bunları bir kenara bırakmak ama yine de frekans konusuna değinmek istiyorum.
Frekans
Frekansla ilgili ilgi çekici bilgilerden biri, duygu, düşünce ve bunlara bağlı eylemlerimizin bir titreşim aralığında değerlendirilmesi olmuştur. Bu, günlük yaşamda, “modum düştü, modum düşük,” dediğimiz yere tekabül eder. Olumlu duygular, yüksek frekans aralığında tanımlanırken, olumsuzlar, düşük dalga boyunda tanımlanır. Ruh halimizi etkileyen her şey, örneğin; toplumsal olaylar, filmler, kitaplar, bireysel bilincimizde frekansımızı etkiler. Aydınlanma, harmoni, neşe, sevgi en yüksek frekanslar olarak tanımlanırken, utanç, suçluluk, acı, keder, düşük frekanslar olarak belirtilir.
Evet, frekansımızı düşürecek pek çok şey duyuyoruz, görüyoruz, yaşıyoruz yine de bunlara teslim olmamak mümkün, İncognito’ya dönersek:
“Her hücre, saniyede 100 defaya varabilen bir hızla diğer hücrelere elektrik sinyalleri gönderir. Beyninizde dolaşıp duran bu trilyonlarca sinyalin her birini tek bir ışık fotonuyla temsil edecek olsanız, elde edeceğiniz genel toplam karşısında gözleriniz kamaşırdı.” der.
“Hücreleri birbirine bağlayan ağ öylesine akıl almaz bir karmaşıklık içerir ki, ne insan dili yeter bunu açıklamaya, ne de mevcut matematik. Genel olarak tek bir nöron, komşu nöronlarla yaklaşık 10.000 bağlantı kurmuş durumdadır.
Milyarlarca nöron bulunduğunu düşünecek olursak, beyin dokusunun tek bir santimetre küpünde, Samanyolu gökadasındaki yıldızların sayısı kadar bağlantı olduğunu söyleyebiliriz.
Kafatasınızın içindeki pembe jöle kıvamlı, ortalama 1400 gramlık organ, aslında alışık olmadığımız türden bir bilgisayımsal (kompütasyonel) malzemedir. Kendi kendini yapılandırabilen minyatür ölçekli parçalardan oluşan bu malzeme, inşa etmeyi düşlediğimiz ya da düşleyebileceğimiz her şeyi rahatlıkla geride bırakacak özelliktedir. Bu nedenle kendinizi tembel ya da kalın kafalı hissettiğiniz zamanlarda, aslında gezegendeki en çalışkan ve parlak nesne olduğunuzu düşünüp moralinizi yükseltebilirsiniz.”
Bu fikrin kendisi, belirleyemediğimiz olayların etkisiyle frekansımızı düşürmektense yükseltmemize katkı sağlayabilir. Kişisel olumlu telkin de frekansımızı, enerjimizi, modumuzu yükseltmeye katkı sunacaktır. Atalarımız ne der bilirsiniz, kırk kere ne söylerseniz o olur. O zaman olumlu içsel telkine ne dersiniz? Belki kendinizi pozitif etkiye açmak için bu yazı bir vesile olur. Bundan büyük mutluluk duyarım. Toplumsal gerçekliğin içinde yaşam enerjimizi yükseltecek konularda başka yazılar da yazmak istiyorum. Umarım iyi gelir. Sağlıcakla kalmanız dileklerimle yazımı bitirirken, çok sevdiğim bir videoyu da sizinle paylaşmak isterim. İyi seyirler.
Alıntılar: David, Eagleman, Incognito Domingo Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 2013, s.49 38, 11’den yapılmıştır.