Yapay zekanın ve algoritmaların telefonlarda ortam dinlemesi yaptığı hepimizin bildiği ama çokça dile getirilmeyen ya da tartışılmayan bir durum halini aldı. Varsayalım, arkadaşlarımızla konuşuyoruz: “Ne hediye alsam? Cüzdan mı yoksa parfüm mü?” Ardından telefonu elimize alıyoruz. Cüzdan ve parfüm reklamı yağmuru başlamış bile. Bunun bir tür hizmet olduğunu düşünenlerdenim. Yapay zekanın işleri kolaylaştırdığını ve gelecekte daha da kolaylaştıracağını umuyorum. Hediye almakla örneklediğim durumda zaten dinlenen biz değiliz, bir şey alabilme potansiyelimiz. Dinleyen birisi de yok. Sadece algıda seçicilik benzeri bir durumla algoritmaların seçilen sözcüklere uygun içerik yönlendirmesi var. Bu durum, algoritmaların bizi ekrana bağlama ve tüketimlerimizi yönlendirme biçimlerinden sadece birisi. Kişisel veri mi? Özel hayatın gizliliği mi? Algoritmalar bu ve benzeri kavramlarla çalışmıyor. Peki, “serbest piyasaya!” ne oldu? Serbest piyasa diye bir şey var mıydı ki şimdilerde ona bir şey oldu?
Bu kadar manipülatif bir ortamda kişiselleşmiş ekranlarımızda görebileceklerimizi belirleyen zihnimizin içini de belirliyor aslında ama kim kendi zihnini kendisinin belirlediğini iddia edebilir ki? Toplumsal varlıklar olarak hepimiz bir tür kültürlenme çıktısıyız. İşte tam bu noktada 2021’de raflarda yerini alan Öngörülemeyenler kitabından bahsetmek istiyorum.
Öngörülemeyenler
Öngörülemeyenler, tanık ettiği yaşam öyküsüyle dijital dünyanın içinde söz söyleyenlerden birisi olarak bizi bu yeni dünyayla ilgili sorular sormaya çağırıyor. Büyük veri, algoritmalar, yapay zeka, hayatımızın bir parçası olmuş, bizi bizden daha iyi tanır ve yönlendirirken yazar Akan Abdula’da teknoloji duayenlerinin kapıldığı panik duygusu hissedilmiyor. Kendi aralarında yeni bir dil geliştirdi diye bilgisayarların fişini çekecek bir yönelimde değil sanki kendisi. Yaptıkları saha çalışmalarından edindikleri sonuçları da okurla paylaşmayı ihmal etmiyor. Bunlardan birisini özellikle sizlerle paylaşmak istiyorum.
Türkiye Hayal Haritası
Türkiye Hayal Haritası sahada yürütülen farklı çalışmalardan biri, bilinçaltı ya da metafor çalışmaları gibi ilgi çekici. Bu projenin sonuçlarına göre:
“Sonuçlar beklediğimden daha dramatik ve üzücüydü. Nüfusumuz gençti ama hayallerimiz daha yaşlıydı. Hayal kurmayı bilmeyen çocukların ülkesi haline gelmiştik. Türkiye’nin çocukları hayal kurmuyordu. Çocuklarımızın sadece yüzde 49’u hayallere sahipti. Yaş ilerledikçe hayal kurma daha da azalıyordu. Yetişkinlik yaşımıza geldiğimizde, sadece yüzde 14’ümüz hâlâ hayal kurabiliyorduk. Orta yaşlara geldiğimizde hayal kurmaktan neredeyse tümüyle vazgeçiyorduk.
Öncelikle hayalden ülkemiz ne anlıyordu?
Hayal denince aklımıza maalesef meslek geliyordu. Hayali olduğunu söyleyen her on katılımcıdan beşinin en büyük hayalinin sadece meslek sahibi olmak olduğunu elde ettiğimiz verilerde görmüştük. Hayali olduğunu söyleyenler de verimli hayaller kuramıyorlardı. İnsanımızın hayale meslek odaklı bakmasının tabii ki temel nedeni geleceği güvence altına alamamaktan kaynaklı kaygılarıydı.
Sonuçlar aynı zamanda kadınların hayal kurmayı erkeklere göre daha çok sevdiğini ortaya koymuştu ancak evlilik sonrası bu da dramatik şekilde azalıyordu.
Ülkemizin hayalleri bireyselleşme, aile baskısı ve evlilik üçgeninde sıkışıp kalıyordu. Geleneksel yapıdaki ailelerde yaşayan çoğunluk ile yaptığımız görüşmeler, aile baskısının, bireyselleşememenin, müdahalelerin kişisel bağımsızlığın önünde engel olarak görüldüğünü gösteriyordu. Bundan dolayı gençlerimiz evliliğe bir çıkış noktası bir nevi özgürlük bileti gözüyle bakıyor ve evlendiklerinde hayatın gailelerinden dolayı hayallerinden hızlıca vazgeçiyorlardı.
Yetişkinlerimiz ise hayallerinden korkuyorlardı. Her on yetişkinden dokuzu hayalleri gerçekleştirmenin çok kararlı olmayı ve sabır göstermeyi gerektirdiğini ve bu süreci hayli stresli bulduklarını ve kendilerinde bu kararlılık ve sabrın olmadığını söylüyorlardı.
Biz bu noktaya nasıl gelmiştik?”
Evet, kitapta halimizin ahvalimizin bir kısmı böyle görünür kılınıyordu ve daha da pek çok şey vardı anlatılan; bir yaşam öyküsü eşliğinde, geçmişe, Doğu Bloku ülkelerine, çağımıza, büyük veriye, algoritmalara dair. Tüm bunlar her okurun anlayabileceği ve sorular üretmeye davet eden bir üslupla yazılmıştı.
Anlatmayı Seçmek
Öngörülemeyenler’de şöyle diyor yazar Akan Abdula:
“Ben hikâyelerini nadir olarak anlatan o insanların olduğu diyarlardan geliyorum ve galiba bu kez anlatanlardan biri olacağım.”
“Doğu Bloku ülkesi, komünist rejimle yönetilen Yugoslavya’da doğdum.
Her sosyalist-komünist ülke gibi, Yugoslavya da dünyaya yeni bir sistemin var olabileceğini öğretecekti. Farklı bir sosyalizmin mümkün olacağını gösterecektik dünyaya.
Bunun için yetiştirilecektik ve buna tüm kalbimizle inanmıştık.” diyor yazar. Çocuk kalbini kandırmak kolay ve tüm o masum kalplerin inandığı milyonlarca ayrı ayrı yalan… Birkaç paragraf sonra şöyle devam ediyor.
“Ülkemiz dünyaya muhteşem bir geleceğin sözünü veriyordu ve bizler sekiz yaşındaki hallerimizle bunun ispatı olacaktık. Yeni bir insanlık mümkündü. Sınıflar olmayacaktı. Muazzam devletimiz bizim için her şeyi planlamış olacaktı. İşimizi, gücümüzü, ailemizi, evimizi, geleceğimizi, kısaca her şeyimizi, en ufak şeyimizi bile…
Peki ya hakikat? İşte orası biraz karışıktı.”
Gerçekliğin, güvenli gelecek inşasından oldukça farklı yürüdüğünü de anlatıyor. Yeni neslin hemen hiç bilmediği başka bir dünya burası, bizim hayal meyal hatırladığımız soğuk savaş dünyası.
Neler oluyordu bu dünyada; Noel babalar bile ayrımcılığa zorlanıyorsa
“Rejimin bizi sistematik olarak aldattığı yalan bir dünyada yaşadığımızın, bir balonun içinde gerçekdışı bir boyutta süzüldüğümüzün farkındaydık ama değilmiş gibi yapıyorduk. Anlatılan yalana inanmış gibi davranıyorduk. Sistem gerçekte inanmadığımızı biliyordu ama inanmış gibi yapmamız da yeterli bir asgari uzlaşma zemini idi.
Susuyorduk.”
Yakın geçmişte yaşananlara içten tanıklık, yüksek eşitlik idealinin bile bir yalan ve baskı aygıtı olabileceğini kitabın satırlarında okuyunca Doğu Bloku ülkelerinin Orwell’ın 1984’nü aratmayacak gerçeklikler yarattığını hayretle görüyorum. Ödenen onca yüksek bedeliyle tüm bunlar; baskı ve tiranlığın, insanlığın macerasında tutmadığını gösteriyor. Fakat, tüm bunların ırkçı katliamlara yol açtığı, baskılarla hayatları karartılan insanların yaşadıkları, kişisel ve ulusal belleklerde yaşıyor. Bireylerin ve toplumların davranış örüntülerini belirliyor.
Akan Abdula, Yugoslavya’da babasından dolayı sistemin sakıncalı bulduğu bir ailenin çocuğu olarak uğradığı ayrımcılığı, sistemin hiçbir şey vermediği çocuklara büyük bir sevinç kaynağı olan bir Noel şenliğinde tüm çocuklara Noel hediyesi dağıtan bir Noel Baba’nın kucağından hediyesini aldıktan sonra Noel Baba’nın uyarılması sonucu, fotoğraf çektirmeden hızla uzaklaştırıldığında kırılan kalbiyle anlıyor. Küçük bir çocuk için büyük bir kırılma. Dünyada çoğu çocuğun kucağına oturup, parasını ödemeden hediye alabileceği bir Noel Baba yok. Açlığın, susuzluğun; şatafat ve har vurup harman savurmanın yanında yaşandığı dünyamızda kaynaklar, büyük veri, algoritmalar ve uzay yolculuklarına harcanıyor. Çocukların bir kısmı kırılmayı öğrenmeden yok olmayı öğreniyor ama suyun başında duranların yatağa aç giren ya da temiz suya ulaşması sorunu olan bu insanları umursadığı yok. Marsa koloni kurmak için dolar saçmakla fazlasıyla meşguller.
Koca koca insanlar, koca koca yalanlara inanıyor ve gerçeklik koca bir saçmalığa dönüşüyor. Bu saçmalığın yarattığı Doğu Bloku’nda olanlara bakmaya devam edersek;
Doğu Bloku’nda
Arnavutluk’da: “Gerçeklik ötesi öyle bir seviyeye varmıştı ki dış dünya ile hiçbir bağlantısı kalmamış Arnavutlara, dünyanın en önemli güçlerinden biri oldukları anlatılmış ve buna inandırılmışlardı. Buna inandıkları dönemde, Arnavutluk’un şehir otobüslerinin camları yoktu.”
Ülkenin kadınlarının bebek doğurmaya zorladığı Romanya’da: “Devlet çocuklara bakamadı. Dünyanın en korkunç yetimhanelerine imza attı. Çocuklara bakacak yeterli görevli olmadığı için, çocuklar tüm gün yatağa bağlı, insan dokunuşundan uzak, kişilik bozuklukları geliştirerek büyüyorlardı.” Romanya’nın yetimleri, “insanlık tarihinin en korkunç olgularından biridir. Kendisi iktidardan düşünce, Batı bu çocukların çoğunu kaçırdı ve Batılı ailelere dağıttı. Romanya yetim çocuklarını bile koruyamadı. Romanya bu çocukların travmasını bugün de yaşamaktadır.
Romanya gizli polisi Securitate, kasıtlı olarak yalan haberler üzerinden halk arasında sürekli korku uyandırıyordu. Örgüt 700.000 kişiyi yarızamanlı muhbir olmaya zorlamıştı. Arşivler açılınca eşlerin dahi birbirini ihbar etmek zorunda bırakıldığı ortaya çıkmıştı. Kocası karısını ve karısı kocasını ajanlara ispiyonluyordu. Yanlış anlaşılmayalım, aynı ailenin karıkocasından bahsediyoruz. Bir çift, aynı anda birbirini ihbar ediyordu yani.”
“Yugoslav savaşlarının en dehşetlisi ve savaş suçlarının büyük çoğunluğunun işlendiği cumhuriyet, Bosna Hersek oldu. Bu bir savaştan çok etnik bir temizlikti ve her yönden barbarcaydı.”
Çok da uzak olmayan geçmişe dair kitaptan birkaç not aktardıktan sonra yazarın şu haklı sözünü de sizlerle paylaşmak istiyorum; “kişisel gelişim konularını biraz hakkaniyetsiz bulurum. Sistemin getirdiği tüm dengesizlikleri ve eşitsizlikleri göz ardı edip, her şeyi bireyin sırtına ve sorumluluğuna yüklediği için. Sistemler vardır ve bu sitemler bireyi ezebilirler. Bazen başarı da tamamen şans eseri ortaya çıkabilir.” diyor yazar.
Çıkmaya da bilir. Bırakın başarıyı, Bosna Hersek’te etnik kıyıma uğrayan bir çocuğun yaşama şansı bile olmayabilir. Evet, bunları bilmek acı vericidir. Bazen çaresizlikle izlediğiniz dünyanın vahşetinden mideniz bulanır ama bazen tüm bunlara rağmen bir şeyler söylemeniz gerekir. Mesela, bu kadar para endeksli bir dünyada başarı ölçütüne saplanmanın da bir karmaşa olabileceği gibi. Sonra hayat akmaya devam eder. Haber bültenlerinde belki duyduğumuz ya da şimdiye dek hiç duymadığınız olaylar yaşanır. Yazarın aktarımıyla olanlara bakmaya devam ettiğimizde…
İnsan Algısı
Yine kitaptan devam etmek isterim. İnsan, 1938’de neydi aslındaya güzel bir örnek. Beyaz perde icat olduğunda ekranda üstüne gelen tren görüntüsünü görünce bu görüntüden sağa sola kaçıp kendini oraya buraya atan insanların birkaç on yıl sonraki haliyle ilgili şunu anlatıyor yazar:
“Yıl 1938. Orson Welles, Dünyalar Savaşı adlı eseri radyoda canlandırmaktadır. Columbia Broadcasting System’in radyo ağı üzerindeki 30 Ekim 1938 tarihli pazar günkü yayınıdır. Cadılar Bayramı günüdür ve saat sekizde gerçekleştirilen program canlı olarak yapılmaktadır.
Welles, kendini oyunculuğa o kadar kaptıracaktır ki Amerikan vatandaşları 6 saatliğine ülkelerinin gerçekten uzaylılar tarafından istila edildiğine inanır. Radyo programını 6 milyon kişi dinler. 1,7 milyon kişi gerçek olduğunu zanneder. 1,2 milyon insan korkudan şok geçirir. Yüz binler silahlarıyla uzaylı avına çıkar. Kiliseler son duasını etmek isteyenlerle dolup taşar.”
Şimdinin beyinleri de gülen bir emojiyle, gülümseyen gerçek insan yüzünü ayırt edecek kadar gelişmiş değil. Araştırmalar bunu söylüyor. Ve yazarın da altını çizdiği gibi manuel dünyaya tanıklık etmiş kuşağın yeryüzü popülasyonunda sayısı her geçen gün azalıyor.
“O zaman onlara” diyor yazar, çevirimiçi dünyaya doğan yeni nesli kastederek, “bu çevirimiçi dünyayı daha hakkaniyetli, daha etik, daha şeffaf ve en önemlisi daha insancıl hale getirmek son jenarasyon olan bizlerin bir borcu.”
Medya Buysa
Kitap diyor ki:
“Sosyal medyanın öncesindeki geleneksel medyada bilginin gardiyanları söz konusu idi ve bu gardiyanlar bilgiyi kendi ihtiyaçları doğrultusunda maniple ediyorlardı. İletişim şeklimiz hiçbir zaman özgür olmamıştı.
Dijitalin sosyalleşmesi ile birlikte, bu aradaki güç ortadan kalkacak ve bizler her zamankinden daha kolay bir şekilde fikirlerimizi paylaşma olanağına sahip olacaktık.
Buna inanmıştık çünkü inanmaya ihtiyacımız vardı. Ne kadar da safmışız.
Dört nesil boyunca insanların zihninden pay çalmak isteyen liberalizmin derdi bizi sosyalleştirmek olamazdı elbet. Zaten 80 yıldır insan zihninin meta olduğu bir dünyada bu ne kadar mümkün olabilirdi ki?
Buralarda bir laf var. Olduğu kadar olmadığı kader, diye. Böylece topu taca atarız. Kimsenin kimseyi umursamadığı, eşlerin birbirlerinin suratına bakmadığı bir dünyada, koluna taktığı saat, su içmesini hatırlatıyor diye saatini insanlardan daha çok seven, saatle ortam dinlemesi yapılıyor diye izinsiz arkadaşlarını dinleyen, bir kadın sesi sorularını yanıtlıyor diye google asistanla saatlerce konuşan, haritaların yol tarifi yapan dijital sesini kıskanan insanlar ve daha pek çok tuhaf şey, yenidünya gerçeğimiz.
Devam eden dünya hallerinden Öngörülemeyenler’e dönersem bu kitabı okumanın her şeyden evvel içinde bulunduğumuz çağa dair bütüncül bir bakış sunduğu aşikar.
Yazılanları okuyup enseyi karartmamak lazım. Bu büyük temsilde bir tatlı nefes alacağımız. Karar vericilerin bize sunduklarının ötesinde belki biraz yeni şeyler düşünüp, biraz hayale dalacağız. Hepimizin birden kendini içinde bulduğu bu dijital dünyada on beğenimizle bizi bizden iyi tanıdığı söylenen algoritmalara dair yeni uygulamalar kurgulayıp, bilimsel verilerin sunduğuna bakılırsa aslında hep yaptığı gibi az enerji, az efor, az düşünceyle şu fani ömrünü tamamlayacak milyarların yaşadığı hayatı biraz daha mutlu ve yaşanılır kılmak için mizah duygumuzu kullanacağız. Artık kim, ne yapmak isterse… Mesela ben sizin için hemen şimdi bir hikaye kurgulayabilirim. Bir telefon uygulaması düşünün: EŞNİ: Eşim Şimdi Ne İster? Yükleyin, eşiniz şimdi ne ister size söylesin. Ve birbirlerini bin yıllardır anlamadığını söyleyen tüm çiftlerin meseleleri birden bitsin. EŞNİ’yle ilişkisini güllük gülistanlık yapan milyarlarca insanın gülümsemesi bilmem sizi de gülümsetebildi mi?
Oldukça öngörülebilecek bir cümleyle yazımı bitirmek isterim. Sağlıcakla kalmanız dileklerimle.
Alıntılar: Akan Abdula, Öngörülemeyenler, 7. Baskı, Destek Yayınları, İstanbul, 2022, s. 121, 8, 62, 25, 71