“Yeşil ve gönüllülük, günümüz dünyasında en çok kirletilmiş iki kelime.” Aylar önce bir forumda okuduğum bir cümle böyle söylüyordu. Yeşilin ne kadar kirletildiğini görse, Özdemir Asaf da o ünlü dizelerini yeniden düşünürdü belki. Peki, neden bu kirlenmişlik?
60 ve 70’li yıllarda ilk kez kitlesel başarılar elde etmeye başlayan küresel çevre hareketleri her geçen gün büyüyüp seslerini daha çok duyurmaya başladı. Başlarda biraz cılız çıkan ve bu yüzden kulak arkası edilen bu sesler, günümüzde o kadar yükseldi ki; artık siyasetçilerin, ekonomistlerin, işverenlerin de gündeminin bir parçası haline geldi. Tüm bu iyi haberlere karşın ne yazık ki çevre hareketinin amacına ulaşmaya yaklaştığı her saniye, onu amacından uzaklaştıran yeni sorunlarla burun buruna gelmekteyiz.
Bu sorunlardan biri “sahte çevrecilik”. İnsanların doğaya, sürdürülebilirliğe, doğal yaşama karşı duyarlılıkları arttıkça “yeşil” de her konuşmanın, her demecin, her firma vizyonunun bir parçası haline gelmiştir. Dünyada sayıları giderek artan çevreci siyasi partilerin yanı sıra, var olan siyasi partiler de yeşili ve çevreyi parti propagandalarının bir parçası haline getirdi. Partilerin dikeceği ağaçlarla, doğayı koruma amaçlı yapacakları yatırımlarla ilgili vaatleri ise ne yazık ki çoğu kez ya sözde kalmakta ya da başka bahara bırakılmakta.
“Yeşil”, insanları cezbetmede sihirli kelime haline geldiğinden beri, büyük kuruluşlar bu kelimeyi atacakları her adımı, yapacakları her yatırımı insanların gözünde meşrulaştırmaya yönelik bir araç olarak görmekte ve her grup kendi fikrini empoze etme yolunda bu sihirli kelimeyi alabildiğine sömürmekte. Proje sahiplerinin, siyasetçilerin, iş adamlarının yeşil demeden cümleye başlayamadığı bu yeni trende en ironik örneklerden biri de ülkemizde süregelen nükleer santral tartışması olmuştur.
Öte yandan, özel şirketler için “yeşil” artık bir pazarlama sloganı haline geldi. Serbest piyasa rekabet üzerine kurulu olduğundan, şirketler sürekli kendini yenileme ve alıcılara piyasadaki rakiplerinden daha fazlasını önerme yarışı içinde. Bu anlamda çevrecilik, piyasadaki şirketlerin, organizasyonların en yeni gözde market ürünü oldu. Gerçekten çevreci birkaç kuruluşun piyasaya girişiyle başlayan bu akım, sonrasında diğer kuruluşlar üzerinde çığ gibi büyüyen bir çevrecilik dalgası yarattı. Günümüzde çok sayıda şirket ve kuruluş kendisini çevre dostu olarak tanıtmakla kalmayıp bunu ödül, belge, sertifikalarla tescillemekte. Çünkü artık ne kadar kuruluş varsa o kadar da çevreci onay merci türedi.
Kendilerini doğa dostu olarak tanımlayan bu kuruluşlar zamanla çevreci tişört, çevreci bardak, çevreci şapka adı altında kendi maskotlarını taşıyan ve hiç de çevre dostu olmayan ürünler çıkararak ürün yelpazelerini de geliştirme imkanı buldu. Hatta “yeşil” ve “çevre dostu” gibi etiketler bu sahte çevrecilik piyasasında yeterli gelmediğinden olsa gerek “yüzde 100 çevre dostu”, “tamamen doğal” ürünler raflarda yerlerini almıştır.
İnsanları tüketime teşvik eden bu benzeri görülmemiş çevrecilikle ilgili en can sıkıcı taraf ise belki yanlış nedenlerle de olsa doğru önlemlerin alındığı, çevreye duyarlılığın arttığı bir iş dünyası yaratılabilecekken, alınan önlemlerde bile sahtelikten öteye gidilememesi. Bu sahte çevreciliği ve ürünlerin çevre dostuymuş gibi gösterilmesini anlatmak için İngilizce’de ortaya atılan yeni bir kelime vardır: “Greenwashing.” Ürünleri “yeşile boyayarak”, onlara çevreci bir imaj yükleyerek piyasa değerlerini artırmayı amaçlayan bu pazarlama stratejisiyle ilgili daha detaylı bilgi için The Sins of Green Washing‘in internet sitesine bakılabilir.
Bu internet sitesi “greenwashing’in 7 günahı” adı altında firmaların, insanlardaki “yeşil” hassasiyetini bir ürün pazarlama tekniği olarak nasıl sömürdüğünü anlatmakta. Örneğin; sitenin 2010 raporuna göre, inceledikleri piyasa ürünlerinden sadece yüzde 4’ü bu pazarlama günahlarını işlememekte. Üstelik, 2009’dan 2010 yılına kadar “yeşil” etiketini taşıyan ürünlerin sayısı yüzde 73 oranında artmış. Oysa bu “yeşil” olarak tanıtılan ürünlerin yüzde 95’i bahsi geçen yedi günahtan en az birini işlemekte.
Bu sonuçlardan da anlayabileceğimiz üzere politik partiler, şirketler, kuruluşlar ve piyasa ürünleri arasındaki yeşillenme furyası alabildiğine devam ederken “yeşile boyanmış” ürünleri, sloganları, vaatleri gerçekten çevre dostu hareketlerden ayırt etmenin önemi her geçen gün artmakta. Bu noktada bize düşen bu kuruluşları yeşilci politikaları hakkında daha şeffaf davranmaya zorlamak, gerçekten güvenilir kurumlarca onaylanmış ve sertifika kazanmış ürünleri tercih etmek, yüzde 100 çevre dostu gibi etiketlere aldanmamak ve gerekirse bu konuda üşenmeyip uzun süreli araştırmalar yapmak çünkü ne yazık ki çevreci hareketlerin dünya çapında yakaladığı her başarı, çıkarları doğrultusunda çevreye zarar veren grupların da yeni hileler geliştirmesiyle karşılık bulmuş ve “greenwashing” gibi hileler sonucu kirletilmemiş bir yeşile ulaşmak daha uzun süren çabalar gerektirir oldu.