Özellikle Holywood sineması, başarı hikâyeleriyle dolu. Bu hikâyelerin her birinin ayrı bir yapısı olmakla birlikte, genel olarak, tüm ”ürünlerin” fabrikasyon süreci benzer aşamalardan geçer. Bu aşamalar, standartlaşmış ve kârın maksimizasyonunu maksimum irtifaya yükseltmek için tasarlanmış, sadece reklam sıfatlarından ve endüstrinin farklı perdelerinden yükselen notalar arasında seyahat eden şarkılardan ayırt edilebilecek ürünlerin içinde şekillendiği bir tezgahtır. Ancak bu yazıda filmlerin değil, daha çok dizilerin üzerinde duracağım. Çünkü diziler, uzun süreli filmler halinde tasarlanmış, dolaylanmış hikâyelerdir.
Bir başarı öyküsü kurgulamak için önce başarısızlığın tasvirini yapmak gerekir. Bu tasvir, aşırıya kaçmadan, hayatın her alanını içine alacak şekilde, bazen hüzün, bazen eğlence, çoğunlukla neşe ve karakterin serüveniyle özdeşleşmiş diğer duyguları içerir. Çünkü, başarısızlık olmadan, başarı düşünülemez. Karanlık-aydınlık diyalektiğinin, endüstriyel bir yansıması yaratılır ve oyunun içindeki taşlar hareket ettirilerek, her adımda maksimum rant sağlanır.
Ancak bir de, bu hikâyenin kahramanlarının seçilme süreci var. Genellikle tek kahramana odaklanan hikâyeler ya da birbirinin zıttı olan ve birbirini tamamlayan karakterler aracılığıyla işlenir hikâye. İkinci şıktaki diyalektik, tek bir kahramanla da sağlanabilir. Bu kahraman, kurulacak olan antagonizmayı (iki karşıt varlık veya mefhumun bir arada bulunması) taşıması gerekir. Zira, anlatıdaki metaforik şizofreni, izleyicinin bir yandan aklını karıştırır, diğer yandan ise görüntü akışının muazzam debisine kapılmasını kolaylaştırır. Karakter(ler)in, taşıdığı antagonizma aracılığıyla yer yer sağlanan durum komedisi, anlatının sindirilmesini kolaylaştırır, izleyiciyi ekrana bağlar.
Başarı öyküsünü kurgulamak için öncelikle başarısızlığın tasvirinin yapılması gerekliliğinden bahsettim. Bir kaybedenin anatomisini resmeden ilk bölümler, hikâyenin omurgasının oturtulduğu tezgahtır. Eğer daha çok komedi dizilerinin bu temayı kullandığı düşünülürse, neden sürekli kaybetmenin işlendiği anlaşılabilir. Kaybetmek güldürür, hüzünlendirir ve hemhal olmayı sağlar kahraman(lar)la. Sinema endüstrisinin üzerine kurulduğu savunma mekanizması olan özdeşim kurma, hiçbir ekstra çaba sarf etmeksizin uyarılır bu şekilde. Charlie Chaplin‘in düşme sahneleri, Kemal Sunal‘ın sürekli yakalanması gibi görüntülerin aklımıza kazınmasının sebebi, iyi ve saf olduğu halde kaybeden, daha doğrusu, iyi ve saf olduğu ”için” kaybeden karakteri, izleyicinin kendisiyle özdeşleştirmesini sağlaması ve uzun süreli bir bellek yaşantısını garantilemesidir.
Özellikle Amerika dizileri, uzun soluklu ve bol bölümlüdür, bir sezonda genelde 22-24 bölüm, her dizinin en az 7-8 sezonu var. Dolayısıyla, sürdürülebilir bir hikâye gerekiyor. Sürdürülebilir olsun ki, izleyicinin merakını tahrik eden hikâye, kahramanın sürekli seyredilmesi gerektiği güdüsünü yerleştirsin. Dolayısıyla, kahraman ilk bölümlerde ana hedefini ortaya koymalı, sonrasında bunun için çabalamalı, uzun süre kaybetmeli ve en son final bölümlerinde kazanmalı. Ancak, burada da ilginç bir durum var. Hiçbir başarısızlık-başarı filminde veya dizisinde, karakter(ler) ile birlikte, başarının tadını doyasıya çıkaramaz izleyici. Başarının rayihası damakta gezdirilir, uzun süre karakterlerle birlikte sırtlanan başarısızlık en sonunda yok olur, ancak vaat edilmiş toprakları* yalnızca uzaktan görür seyirci. Bu akılda bulunsun.
Öte yandan, dizideki umutsuz kahraman hayatın içinde yoğrulmuş kişi olurken, umut besleyen kahraman, genelde, umutsuz olan karakterle tanışmadan biraz önce aynı hale düşmüştür. 2 Broke Girls dizisinde çok açık bir biçimde gördüğümüz gibi. Caroline, milyarder babasının dolandırıcılığı yüzünden fakirleşmiştir oysa Max, doğduğundan bu yana fakirdir. Modern bir gölge oyunu olarak nitelendirilebilecek bu temsilin, Hacivat’ı da, Karagöz’ü de mevcuttur. Çoğunlukla birbiriyle mücadele eden, ancak aynı takımda olduklarının bilincinde olan iki kahraman, sürdürülebilir bir antagonizma. Bu da akılda bulunsun.
Endüstrinin bu film ve dizilerle vaaz ettiği nasihat; ”Gün olur, derman döner/ Ağlayan bayram eder” dizeleriyle devam eden Oy Dağlar türküsünün benzeri bir minvaldedir. Gün olana, devran dönene kadar da hikâyenin ve hikâyenin içinde yer alan kültürün (bkz; ”Kültür Endüstrisi”- Adorno ve Horkheimer) satılması gerekir. Bu hikayenin içinde, burjuva demokrasisinin ”karşılıklı saygı” manipülasyonu da etkilidir. Yukarıda çizilen tablonun satmaya çalıştığı kültür ögelerinden birisi budur. ”Farklılıklar bizi zenginleştirir” diyen Kanada Başbakanı’nın söylediği gibi, özellikle tam olarak endüstrileşmiş ülkelerde, genelde bir araya gelmeyen insanlar temsil edilir bu hikâyelerde. Satılmaya çalışılan bir diğer kültür ögesi de, ”Başarısızlıklardan zevk almak gerekir” sloganıyla özetlenebilecek, orta doğuda ”şükürcülük” kavramı kıyafetinde dolaşan mentalitedir. Başarısızlık uzun sürer ve özellikle ezilenlerin hayatlarını tamamen kaplar, başarılı olan azınlık, buradaki başarı tamamen egemen ideoloji ve ekonomik sistemin bahsettiği düzlemdedir, ancak çok kısa bir süre alır uğraşlarının meyvesini. Dolayısıyla, elinde olanlarla yetinmesini ve adaletsizliği düşünmemesini sağlamaya çalışır endüstrinin ürünleri, ki çoğunlukla da başarırlar.
Manipülatif peri masallarını pazarlayan endüstri, bu şekilde aynı zamanda yığınlar üzerinden korkunç bir kazanç da sağlar. Onların egemenliğinde olan oyun tahtasında hareket ettikçe, senaryonun içinde birer karakter olur ve kimliklerimize yabancılaşırız. Post modern çağın destanları, kültür endüstrisinin son model ürünleridir. Aydınlanmanın dönüştüğü mitos, içinde bulunduğumuz toplumun ”Acı bir hicviyesidir” (Marks’ın evrim üzerine söylediği bir cümlenin son kısmı. Orijinali; ”bu teori, insanlığın acı bir hicviyesidir).
*Vaat Edilmiş Topraklar: Tevrat, İncil ve Kur’an’da bahsedilen kıssaya göre, peygamber Musa’ya tanrının vadettiği ”Kenan ili”, bugünkü Şeria Nehri’nin batısında kalan bölge.