Dünyanın en güzel birkaç yürüyüş rotalarından birisi olan Antik Likya Yolu’nda, müthiş bir manzara eşliğinde yürürken, birden karşıma çıkan taş ocağı, hayatıma ve hayatlarımıza dair birçok şeyi yeniden düşünmemi sağladı. İlk aklıma gelense bu iş makinasının dağın tepesinde amansızca taş sökmesinde şirket kadar olmasa da benim de payım olduğuydu. Mermer üretmek için işletilen taş ocağına baktığımda şu gerçeği fark ettim: Bir şeyi sırf güzel ya da hoş diye alıp kullanmak-tüketmek, kısacası estetik duygumuz sanıldığı kadar masum değil. Zararsız bir şey sandığımız zevklerimiz aslında çok yıkıcı olabiliyor.
Gerçek anlamda ihtiyaç duymadığımız halde sürekli talep ettiğimiz nesneler üzerinden üretim-tüketim ağına destek veriyoruz. Bunu yaparken de estetik kaygılarımız bizi koşulluyor. Her birimize yutturulmuş olan “güzel”i estetik zannederek ve böyle bir estetik anlayışın neye hizmet ettiğini hiç düşünmeden her şeyi istiyoruz. Kimi evlerin banyo ve mutfaklarındaki parlaklık neredeyse bir uzay gemisindesiniz hissi veriyor. Nasıl ki teknoloji, Antik Yunan’da ihtiyaç–dayanıklılık–onarılabilirlik üzerinden techne kavramıyla ifade edilmekte ve etik toplumsal yararlık üzerinden bir işlevi varsa, estetiğin de etik yönünün olması gerektiği birçok filozof tarafından ifade edilmiştir. Umberto Eco’ya göre, güzellik Eski Yunan’da özgün, bağımsız bir konuma sahip değildir. Estetiği çağlara göre değişebilecek olan güzel anlayışıyla sınırlandırmak bu kavrama yapılacak en büyük haksızlık olacaktır. Bizim çok estetik bulduğumuz birçok teknolojik aletin, doğayla uyumlu bir hayat süren yerli insan için hiçbir anlamı yoktur.
Günümüzde ihtiyaç, bizim belirlediğimiz bir alan olmaktan çıkmış ve üretim tekellerinin bizim adımıza belirlediği, alınması gerekenler listesine dönüşmüştür. Herhangi bir nesnedeki küçük bir değişiklik öncekinin atılıp yenisinin alınmasına sebep olurken toprak ve denizler eşya çöplüğüne dönmüş durumda. İnsan adeta bir çılgınlık halinde bu kadar çok giysi, elektronik alet, yemek, araba, dekoratif eşya vesaire tüketirken, nasıl oluyor da hiç soluklanma ihtiyacı bile duymuyor. Ekonomisini zorlama pahasına da olsa dur durak bilmeden bir şeyler alıyor. Bu durum üzerine kafa yoran birçok filozoftan özellikle Erich From ve Noam Chomsky tüketimin uyuşturucu etkisinden bahseder.
Estetik ve anestezi kelimeleri aynı kökten gelir. Anasthesi terimi, estetik sözcüğünün kökeni olan Yunanca algılamak fiilinden türetilen “aesthesis” sözcüğünün başına olumsuzluk eki getirilerek elde edilmiştir. Estetik, duyular alanıyla ilgili olduğu ve bireyin beğenmesini, haz almasını içerdiği için bireyler, estetize edilerek kendilerine sunulmuş herhangi bir şeyi, kendi arzularıyla istediklerini düşünürler. Yani duyular alanıyla akıl alanı arasındaki gerilim estetik aracılığıyla giderilir. “Estetiğin amacı çoğu kez özneyi yeniden şekillendirmektir. Öznenin en incelikli duygulanımlarını ve bedensel tepkilerini bir yasa olmayan yasayla biçimlendirme işlemi estetiktir; böylece özne, iktidarın buyruklarını çiğnemeyi iğrenç bulur.” (1) Hatta Walter Benjamin’in Alman faşizmi için iddia ettiği gibi siyaset bile estetize edilebilir. Örneğin birçok devlet, savaş uçaklarıyla gösteri yaparak militarist bir güzellemeye halkı davet eder. Nazi ordularının askeri geçit törenlerindeki şatafata büyüleyici bir güç gösterisi eşlik eder.
Devletler ve şirketler yaptıkları birçok hamleyle toplumda “rıza imal etmek” için estetiği sonuna kadar kullanırlar. Çünkü toplumsal düzenin “yasal” olması yeterli değildir. Toplumsal düzen aynı zamanda sembolik olarak meşru görülmelidir. Max Horkheimer’a göre bu durum içselleştirilmiş baskılandırmadır. Kendi tercihleriyle tükettiğini zanneden birey aslında mevcut dünya ekonomik sisteminin ihtiyaçlarına uyum sağlamak zorunda olan bir zavallıdır. Nesne tüketerek var oldukça sen de nesneleşirsin. İstenilen de budur zaten. İranlı sosyolog Ali Şeraiti bu durumu alinasyon olarak tanımlar. Arabasını çok seven bir insan bir süre sonra arabalaşır örneğin… Şair Şükrü Erbaş dilin şiire gelmiş gücüyle şu dizeleri kurar;
“Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz
Biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz.”
Statü edinme arzusu ve insandaki narsizm tüketimin en büyük ateşleyicileridir. (Burada Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu” kitabıyla ortaya koyduğu çalışmasını saygıyla anmadan geçmeyelim.) İnsanın kendini beğendirme çabalarına büyük bir tüketme hoyratlığı eşlik eder. Birey olamamış insan, reklam sektörü tarafından öne çıkarılan ürünü almazsa kendisini diğerlerinden geri kalmış hisseder. Her şeyi yeni ve son model olmalıdır. Örneğin sağlam da olsa eski ahşap pencereler sökülür yerine yeni moda pimapen geliverir. Öyle ya emir büyük yerden tüketim tanrısından gelmektedir. Oturduğunuz apartmanda birkaç ayda bir, birileri tadilat yaptırmıyorsa şanslısınızdır.
Tasarım, tükettiğiniz nesnelerin çoğalmasında en kurnaz rolün oynandığı alandır. Tasarımcı size sunduğu nesneyle kendinizi özel hissetmeniz ve çok işlevli bir alet aldığınız konusunda ikna olmanız için elinden gelen bütün çabayı tüketici psikolojisini de hesaba katarak ortaya koyar. Göz boyayıcı küçük değişiklikler bir nesnenin yeniden piyasaya sürümü için yeterlidir. Tasarım, reklamın eksik ve çarpıtarak bilgilendirilmesiyle desteklenerek tüketiciyle buluşur. Örneğin; pimapen reklamı yapılırken sizin doğa sevginiz sömürülerek ağaç kesilmemesine vurgu yapılır. Isı yalıtımıyla enerji tasarrufundan dem vurulur. Plastiğin doğaya verdiği zararın büyüklüğü, yaydığı kanserojen, binaların havayı soluyamamasından dolayı ortaya çıkan sağlıksızlık göz ardı edilir.
İnsan bedenleri de tasarlanır. Oluşturulan beden estetiği algısı üzerinden o forma girmek için akın akın bol ışıklı spor salonlarına gidilir. Açık ve temiz havada kendi başına spor yapan çok az insan görürsünüz. Bedenlerimize sürdüğümüz kimyasalları da üstüne ekleyin… Hiçbir işlevselliği olmayan moda kıyafetler de işin tamamlayıcısıdır.
Estetik ve tüketim üzerine modern zamandaki ilk çalışmayı yapanlardan Paris Komünarı Elisee Reclus, daha da ileri giderek estetik tercihlerle giyilen giysilere itiraz eder. Seyahat anılarında Polinezyalıları, deli gibi sağa sola koşturan misyonerlerin arasında, çıplaklıklarıyla “dünyanın en güzel insanları” olarak betimler. Reclus’nün düşünceleri o dönem giysi reformu hareketi tarafından sempatiyle karşılanır. Kıyafet estetiği, bedenin ihtiyacı ve işlevsellik üzerinden değil, her ortama ayrı bir toplumsal statü ya da şıklık atfederek gardropların kullanılmayan giysilerle dolmasında büyük işlev görür. Yaratılan temizlik ve hijyen maniplasyonu ortamında ise kimi insanlar gününün önemli bir kısmını kozmetik malzemelerle baş başa banyolarda geçirir. Ne kadar çok şampuan o kadar çok temizlik! Üstelik kullandığımız kozmetik malzemenin çoğu hayvanlar üzerinde deneyler yapılarak onların canı pahasına bize ulaşmaktadır.
Modern uygarlık her yaştaki insana genç olmayı emreder. İnsan, tüm aksesuarları ve bedeniyle uyumlu bir şıklık sergilemelidir. Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre moda ürünlerinin estetik aşınması yaklaşık altı aydır. Gençler, estetik yenilemede en büyük hedef gruptur. Erkek egemen sistem, avcılık üzerinden de ayrıca bir tüketim alanı oluşturur. Şehirde yaşayan ve öldürdüğü hayvanın etini yemeyi bile düşünmeden, sırf spor olsun diye ava çıkan erkek sayısı düşündüğümüzden oldukça fazladır. Çoğu şehir avcılık malzemeleri satan dükkanlarla doludur.
Büyük bir yelpazede ürettiği aksesuarlarla sektör, bir avcı estetiği oluşturur. Kendisini teknik olarak donanımlı, hayvan ve doğa karşısında güçlü hisseden erkek tipolojisi… Buna ek olarak modern zamanlarda maddi zenginlik toplumsal statünün tek kaynağı olmaktan çıkmış, seçici ve entelektüel zevk ve uğraşlar da buna dâhil olmuştur. Milyonlarca lira para verilip alınan bir resim tablosu sanatın duygulara seslenmesi işlevinden çıkıp biriktirme üzerinden statü edinme işlevine dönüşür. İnsan, biriktirdiği tablo ve seçkin antika eşyalarla adeta ölüm korkusunu yenmeye çalışır.
Herbert Marcuse sanat yoluyla yerleşik düzenin güzel kılındığını belirtir. Doğallık, boş zaman, oyun ve eğlenceden yoksun bir dünyada estetik, nesneler ve sanat yoluyla yaşamı daha çekilir kılar. “Meta estetiği kapitalist toplumdaki en etkili güçlerden biridir. Geleneksel ideolojik güçleri, dini, eğitimi, sanatı dikkate alır ve onları bir noktaya kadar süzgeçten geçirir. Yeni medya ile bağlantısını da kurarak belki de her gün milyonlarca insanın hayal gücünü belirlemeye çalışır.”(2)
Barınma amaçlı evlerden gösteriş mekânı evlere geçiş, mimaride doğayla uyumluluk yerine görüntü üretiminin seçilmesine sebep olmuştur. Ayrıca ucuz malzemeyle, kolay ve hızlı yapılan binalar da dünyayı adeta bir beton çöplüğüne dönüştürmüş durumda. Bunca betonun yaydığı ısının üzerine, yok edilen tarım arazileri ve ormanların da eklenmesi dünyayı yaşanabilir olmaktan çıkmanın eşiğine getirdi.
Ne yapabiliriz?
Öncelikle şunu anlamalıyız; doğal yaşamın bu kadar sıkıntılı bir noktaya gelmesi tek bir nedene dayanmıyor. Dolayısıyla çözüm de bir ya da birkaç sorunu hallederek mümkün olmayacak. Sorunun kendisi parçalı bir bütün oluşturuyorsa çözüm de buna bağlı olarak holistik (bütünsel) bir yapı taşımak zorunda. Toplumsal yapının kapitalist bir nitelik taşıması sorunun ana kaynağını oluşturuyor. Tüketim ideolojisi kapitalizmin olmazsa olmazıdır. Kapitalizmde üretim ve tüketim planlanamaz. Dolayısıyla otonom bir toplumsal yapı da bizim olmazsa olmazımızdır. Kendi toplumsal ilişkilerinde hiyerarşik davranmayan insan, doğayla olan ilişkisinde de özenli olmaya başlayacaktır.
Kâr amacının olmadığı komünal bir toplumda üretim-tüketim dengesi kendiliğinden kurulur. Karşılıklı yardımlaşmanın temel alındığı bu birliktelikte; doğayla uyum üzerinden eğitim, sağlık, enerji, teknik, aile, tarım, cinsiyet politikaları, hayvan hakları, etnik sorunlar sil baştan yeniden kurgulanmak zorundadır. Bunların nasıl olacağı ayrı ve uzun bir yazı konusuyken biz gelelim yazımızın başındaki meramımıza:
Dağı, taşı delmeden bir mimari ve barınma ihtiyacı nasıl karşılanabilir?
Bu noktada alınması gereken en önemli kıstas, yapı ömrünü tamamladığında tekrar kullanılabilecek geri dönüşümü olan malzemelerin açığa çıkmasıdır. Bambu, saman, ahşap, çamur, kâğıt gibi hafif, doğal malzemeler kullandığımızda ve enerji olarak da güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir kaynaklara başvurduğumuzda sorunu büyük ölçüde çözeriz. Yani kısacası bina, doğayı taklit etmelidir. Çünkü doğa atık üretmez. Yapılarımızın üzerine kuracağımız ahşap aparatlarla ve depolama sistemiyle yağmur suyu da geri dönüştürülebilir. Hatta organik besleneceğimiz için insan gübresi bile geri dönüştürülebilir. Biyomimikri dediğimiz doğayla uyumlu tasarım çabası üzerinden insanlık epeyce bir deneyim biriktirdi aslında. Birçok ülkede mimarların yaptığı lokal ölçekte tasarım örnekleri var. Sorunumuz da tam burada düğümleniyor işte! Birçok ülkede otonom gruplar ekolojik yaşam deneyimlemeye, mimarlar yeşil tasarımlı binalar üretmeye çalışıyor. Bu çabalar çok kıymetli olmakla birlikte köklü çözüm eko köyler ve şehirler tasarlamakta. Ayrıca sorunun devasalığı göz önüne alındığında bu bir avuç insanın çabası olmaktan çıkıp, herkesin sorunu olmak zorunda. Bahsettiğimiz şeyler ütopik şeyler değil, son derece yakın bir tehlike içeren şeyler ve çözümün de verili sistemde olmadığı açık. Ülkelerin katıldığı küresel iklim zirveleri tam bir timsah gözyaşları tiyatrosu. Kaldı ki aldıkları kararları uygulasalar bile sorun çözülemeyecek büyüklükte. Çünkü devamında kimseye tüketme diyemeyecekler.
Peki bunca nüfus varken çok katlı mimari zorunlu değil mi diye soranlar olacaktır. Evet, sistem içinden baktığınızda öyle görünüyor. Fakat doğayla uyumlu evlerimizi ekilebilir araziler dışında tasarladığımızda oldukça büyük alanlar mevcut. Sorun insanın doğada olması değil, bunun nasıl olduğudur. Organik bir yaşam doğaya hiçbir zarar vermez ve her şey geri dönüşür. Şimdiye kadar yapılmış beton binalara gelince; onları yıktığımızda inanılmaz boyutta bir asbest ve moloz yığını açığa çıkacağı için bu binalar ömrünü tamamlayana kadar ekolojik evlere kademeli geçiş gerçekleştirilebilir. Boşaltılan kimi binalar ise çeşitli üretim ve depolama ihtiyacı için toplum yararına kullanılabilir. Ayrıca başka bir hayatta sınırsız bir üretim üzerinden işgücüne ihtiyaç olmayacağı için nüfusun bu kadar artmasına gerek de kalmayacaktır. Doğayı model, ölçü ve öğretici bir örnek olarak kendimize rehber edindiğimizde sürdürülebilir mimariyle ilgili hızla yol alabiliriz.
Sorunun çözümünün büyük çaplı bir toplumsal dönüşümle sağlanabileceği çok açık, fakat bizler bu uzun dönüşüm sürecini aynı zamanda kendi eğitim sürecimize dönüştürmek zorundayız. Kendi öz saygımızı korumamız açısından da farkında olduğumuz her tüketim tuzağından hızla uzaklaşmalıyız. Şu an yapabileceğimiz her şeyi yapmak ve reddedebileceğimiz her şeyi reddetmek elimizdeki bir kar tanesinin gelecekte bir kartopuna dönüşmesi açısından çok önemli. Hayattaki her şey gibi tüketim de politik bir mevzudur. Bu bilinçle başka türlü bir üretim ve tüketim mottosunun gelişmesinde, sürekli yeni kolektifler oluşturmak ve bir ağ halinde koordine olmak önemli bir yer tutacaktır.
Dipnotlar:
1- Estetiğin İdeolojisi syf. 69 Terry Eaglaton – Doruk Yayınları
2- Meta Estetiğinin Eleştirisi syf. 99 W. F. Haug.