Bu yazı bir önceki yazının devamı niteliğindedir. Bir önceki yazıda adaletsiz gelir dağılımı üzerine eleştiride bulunmuş ve çözümünü de ele almıştım. Bu yazı, neden çözümü gerçekleştiremediğimiz üzerine yazılmıştır.
Sistemi değiştirmek için harekete geçemeyişimizin sebeplerinden birisi dini inançtır. Çünkü inanan insan bu dünyadaki adaletsizliğin ve kötülüğün yaptırımının bu dünyada maddi varlığa verilen zararla deği, ahiret hayatında ilahi güç tarafından verilen manevi bir cezayla karşılanacağına inanır. Aynı şekilde mükâfatında ölümden sonraki hayatta alınacağına inanıldığı için içinde yaşadığımız dünyaya geçici bir gözle bakılır ve asıl yaşantının ölümden sonra olduğu düşünülür.
Bu yüzden maddi manevi problemleri olan inançlı insanlar şükretmeyi ve sabretmeyi inançlarının gereği olarak benimserler. Bu dünyada çekilen sıkıntı ölümden sonraki hayat için eşittir bir ödüldür. Kanaat etme, daha fazlasını istememe bunun bir getirisidir. Fakat dini inançta bir tanrı tarafından yaratılıp o tanrının bize akıl ve irade verdiğini de unutmamamız gerek. Eğer ortada bir haksızlık varsa insan aklıyla buna karşı gelebilir ki dinlerin en çok önem verdiği bir husus da kul hakkıdır.
Yani yoksulluğun, yaşam şartları arasındaki dengesizliğin ilahi bir güç tarafından sınanmak için gönderildiğini düşünmektense, tanrının lütfu olan akıl ve iradeyle bu adaletsizlik sorgulanabilir.
Çözüm üretmede atıl kalmamızın bir diğer sebebini de “sivil itaatsizlik” terimini literatüre ilk kazandıran Henry David Thoreau’nun bir sözüyle açıklayalım: “Herkes hükümetin zulmü ve yetersizliği dayanılmaz olduğunda devrim yapmanın, direniş ve biat etmeyi reddetme hakkı olduğunda hemfikirdir. Ama hemen herkes şuanda böyle bir durum olmadığını söyleyecektir.” Çünkü bağımlıyızdır bir gelir kaynağına, ödememiz gereken bir ev kirası, okutmamız gereken çocuklarımız vardır ve biz böyle bir direnişe kalkıştığımızda ülkede çıkacak kaos sahip olduğumuz her şeyi elimizden alabilir; mesela zincirlerimizi.
Bütün bunları bir kenara bıraksak da çok büyük çaplı devrimlerin gerçekleşmesi (bu kadar sermayenin her yere hâkim olduğu ve bütün gücü elinde tuttuğu bir zamanda) çok zordur. Komünal yaşam bugüne kadar tam anlamıyla hiçbir şekilde uygulanamamıştır ve bir ütopya olarak varlığını sürdürecektir. Sadece küçük, kendi halinde yerel yönetimlerin, toplumda uzlaşma sağlanması halinde böyle bir sisteme geçmesiyle gerçekleşebilir ya da kişinin kendi duruşu, bir hayat felsefesi ve bireysel protesto olarak sistemin dayatmasına karşı gelinebilir. STK’lara üye olunarak, marka tüketimini en aza indirmeye çalışarak, çevreci hareketlerde faal kalarak, toplumsal dayanışma içinde bulunarak vb.
Bugün hayatımızı düzenleyenler, denetleyenler tüzel kişilik olan kuruluşlardır. Kurumların vicdanı yoktur ama vicdanlı kişilerden oluşan bir kuruluş vicdanlı bir kuruluş olabilir.
Bütün bu suskunluğumuzu dize dize şiirleştiren Hans Magnus Enzensberger’ a bir kulak verelim madem:
Şikayet edemeyiz
İşimizden atmıyorlar bizi
Aç kaldığımız yok
Karnımız doyuyor
Otlar büyüyor
Büyüyor milli gelir
Tırnak uzuyor
Uzuyor tarih
Sokaklar boş
Sağlamca sonuçlandı pazarlık
Canavar düdükleri ötmüyor
Nolsa geçer hepsi
Ölüler vasiyetlerini yaptı
Yağmur seyreldi artık
Daha ilan edilmedi savaş
Acelesi de yok zaten
Otları yiyoruz
Milli geliri
Tırnak yiyoruz
Yiyoruz tarihi
Saklı gizli bir şeyimiz yok
Söyleyecek bir şeyimiz yok
Bir şeyimiz
Saatler kuruldu
Faturalar ödendi
Hepimiz yıkandık
Son otobüs geçiyor
Boş
Şikayet edemeyiz
Ne bekliyoruz peki ?