“İşte, bu ev en az 100 yaşında. Gözümü açıp onu gördüm. Benim babam da, babamın babası da burada yaşadı. Büyüklerimin söylediğine göre Kuban taraflarından buralara gelmişiz. Neden diye hiç sormadım…”
İsten simsiyah kararmış çaydanlığını alıp gidiyor ateş yakmaya. Çünkü yaşadığı evde ne doğal gaz var ne de ışık. Evde ondan başka kimse yaşamıyor. Yaşadığı bu adada ondan başka kimse yok. Bazen balıkçılar geliyor bu adaya kırık dökük tekneleri ile.
Vitali diyor ki, şimdi her tarafını dikenlik ve çalılıklar basmış bu ada
zamanında sadece Neftçala’nın değil, Azerbaycan’ın da en iyi köylerinden biriymiş.
“Bu adada iki köy vardı. Biri Jarovka, diğeri Kurkosa. Eh, tüm Neftçala bize gıpta ile bakardı. Zengin halde yaşardık. Bin hektar üzümlük, narlıkların haddi hesabı yoktu, herkesin de işi vardı. Herkes 8 saat çalışıp sabaha kadar yiyip içip dinlenirdi. Her akşam bütün köy kulübe dansa giderdi. Gözlerimi açtığım andan itibaren buraları böyle gördüm.”
1952 yılında doğdu Vitali Pronin. Babası Vladimir işçi, annesi Antonina kulüp müdürüymüş. Ortaokulu da burada bitirmiş, askerliğini yapmış ve dönüp kolhozda traktörcü olarak çalışmaya başlamış. Sonra da evlenmiş. Ama çoluk çocuk babası olmamış. İki erkek kardeşi, iki kız kardeşi varmış. Erkek kardeşleri Valentin ve İvan Moskova’da, kız kardeşleri Nadejda ve Galina ise Rusya’nın Tolyatti şehrinde yaşıyor. Vitali’nin kardeşlerine döneceğiz. Ama şimdilik 1981 yılının Eylül ayına gidelim.
“Aynı yıl, 14 Eylül’den itibaren Hazar giderek yükselmeye başladı. Ben o sırada köyde değildim, Rusya’daydım. Podolsk’ta çalışıyordum. Ne olarak çalışacağım ki? İnşaat işçisi. Galiba Kasım ayıydı, köye dönüyordum. Neftçala’ya varınca öğrendim ki yol kapalıymış. Ama belli yerlerden geçip gitmek mümkündü. Nasıl olduysa kayıkla evimize ulaştım. O sırada babam, annem, iki kız kardeşim ve bir erkek kardeşim bir arada yaşıyorduk. Ağabeyim Valentin bizden ayrılmıştı, göçüp gitmişti. Bir süre köyde kaldım, öyle traktörcü olarak çalışmaya devam ettim. 4 yıl sonra yeniden Rusya’ya gittim. İki yıl geçti, temelli geri döndüm. Çünkü kız kardeşlerim evlenmişti. Kardeşim İvan da evlenmiş, önce Bakü’ye sonra Moskova’ya göç etmişti. Ebeveynlerim de rica ettiler geri döneyim diye, yapayalnız kalmışlardı. 2002’de hayat arkadaşımı kaybettim. Bir yıl sonra babamı, daha sonra annemi; Antonina İvanovna’nı. “
“… Sen çayını iç, çaydanlığın simsiyah olduğuna bakma; ocak çayı bu, semaver çayından da lezzetli oluyor.”
Demlediği çayı süzüyor. Bir sigara yakıp ağzına koyuyor. Dalıp gidiyor…
Burada yapayalnız sıkılmıyor musun?
“Alıştım yalnız kalmaya, çoktan alıştım. Bir keresinde elektrik olduğunda ‘Pole Çudes‘i izliyordum. Çok öncedendi. Bu programın konukları ünlü aktörlerdi; Abdulov, Nikulin, galiba bir de Tixonov idi. O zamanlar sunucu Yakuboviç aktörlere en kısa fıkrayı anlatmalarını rica etti. Nikulin tek kelime söyledi: ‘Bunu içelim, ‘Pole Çudes’in sağlığına’. Herkes ayakta alkışladı. Bunu içelim, ‘Pole Çudes’imizin, kurkosamızın (bir şehir) sağlığına. Çayını iç. Sonrasına bakarız.”
Gülüyor. Bir sigara daha yakıyor.
“Annem öldükten sonra tamamen yalnız kaldım. Bizim köyün mezarlığını da deniz yıkadı götürdü. Ben sonradan buradan biraz uzakta yeni bir mezarlık aldım. Toplam 4 mezar var orada. Beşinci mezar olmayacak. Sonuncu benim mezarım… Ben annemin mezarını bırakıp gidemem, anlıyor musun? Bu mezar benim dertleştiğim yer. Her gece rüyama giriyor annem ve annemin mezarı. Başka yere gidemem, deliririm.”
Vitali diyor ki, “Sovyet hükümet deniz yükseldikten sonra halkı Neftçala’nın Müşfik denilen bölgesine aktardı. Evler dikti, iş yerleri açtı. Ama gitmeyenler de oldu. Deniz yavaş yavaş adayı doldurdukça artık burada kalmanın hiçbir anlamının olmadığını görüp herkes adayı terk etti. Annem ve ben hariç.”
“Her sabah annemle deniz sahiline gider, uzaklara bakardık. Her tekne geldiğinde annem sanıyordu ki, erkek kardeşlerim de tekneden inecek, onun boynuna sarılacak. Ama zavallı kadın ne bilsin ki oğulları onun cenazesine bile hiç gelmeyecek.”
Neden gelmediler ki?
“Bilmiyorum, ama kız kardeşlerim haber vermişti onlara. 25 yılı aşkın bir süredir kardeşlerimle ilişkiyi kestim. Bir defa bile olsa ne beni ne annemi aradılar. Hiç bilmiyorum nerede yaşıyorlar; ölmüşler mi, kalmışlar mı. Lazım da değiller. Ama kız kardeşlerim…”
Evet, kız kardeşleri Qalya ve Nadya analarının cenazesine gelmişler. Hem de bin bir zorlukla. Önce Neftçala’ya, sonra Sahil adlı bölgeye, oradan da tekneyle 17 km mesafe katederek Kurkosa’ya. Ve Tolyatti’ye geri döndüklerinde Vitali’ye neredeyse yalvarmışlar: “Ne arıyorsun bu adada yapayalnız? Hiç kimse kalmadı; bir vahşi atlar, bir de bu vahşi inekler. Gel götürelim seni bize.” Vitali tüm yalvarışlara rağmen hiçbir yere gitmeyeceğini bildirmiş.
“Söyledim ya demin, hem anamın mezarını bırakıp gidemezdim, hem de şehirde ya da köyde genel olarak başka yerde yaşayamam. Kafam almazdı. Zavallı kızlar ağlaya ağlaya gittiler. Ben de onların boyunlarına sarılarak ağladım, benim için endişe etmeyin dedim. Zavallı küçüğümüz Nadenka, tekne gözden kayboluncaya kadar el salladı.” (Duygulanıyor)
Vitali, adada kuşların, özellikle de flamingoların sesinde huzur bulduğunu söylüyor. Ne araba sesi var ne televizyon, ne de insan kalabalığının sesi. “Sinirlerim de yerinde, ne kafam ağrıyor ne de kalbim.”
“Her sabah erkenden kalkıyorum. İşte bu siyah çaydanlığın altını yakıp, elimi yüzümü yıkıyorum. Sabah yemeğimi yiyip başlıyorum çalışmaya. O kadar iş var ki?! Tavuk ve cüceleri besliyorum. Köpeğin, kedinin mamasını veriyorum. İşte buraya (evin arkasını gösteriyor) patates ektim, orayla uğraşıyorum. Bir de bakıyorsun ek işler çıkmış. Örneğin evin bazı yerlerinde sorun oluyor. Orayı tamir ediyorum. Böylece akşam oluyor. Lambamı yakıp oturuyorum kendi başıma. Ya da akşam gidip sahilde zaman geçiriyorum. Denizle baş başa. Sen gece dalgaların sesine kulak astın mı? Bakü’de değil ha, oranın dalgalarının sesi başka. Burada, kimsesiz bu adada, insanın ruhu dinleniyor. Bir saat yetiyor, gelip giriyorsun yatağına, öyle rahat uyuyorsun ki…”
Yiyecek içecek konusunda da sorunu olmadığını söylüyor. Ama zaman zaman yaban domuzlarından korktuğunu şu sözlerle anlatıyor:
“Hayır desem yalan söylemiş olurum. Sürüyle geliyorlar, insana sardırsalar parçalarlar. Ama dışarı çıkmıyorum. Lambayı yaktığın an avludan kayboluyorlar. Biliyor musun buraya neden geliyorlar? Avluda beslediğim buzağılar için. İnek doğduğu an kokuyu alıyorlar sanki. Bir keresinde böyle bir durum da oldu: İnek dışarıda doğdu, yavrusu ortada kalmış. Kendisi otlamaya gitmiş. Çakallar saldırıp parçalamışlar. Sonradan o ineğin sesinden sabaha kadar uyuyamamıştım. Zavallı yavrusunu arıyor ya… Bir defasında yeni doğan buzağıyı 4-5 çakalın elinden alıp eve getirmiştim. İnek yavrusunun peşinden gelip onu avluda buldu. Nasıl yalıyordu yavrusunu…”
Peki ya atlar?
“Atlar çok zor. Burada yaklaşık bin kadar at var. Onları uysallaştırmak çok zor. Hem de korkunç. Çünkü vurabilirler. Her biri 300-400 kilo. Vursa insanı öldürür.”
“Çay, şeker, çamaşır yıkamak için gerekli şeyler… Kalan her şey var burada. Biraz yaşlıyım, halim olsa tahıl da ekerim. Uçsuz bucaksız yer… Ama yoruluyorum, bakamıyorum. Sen biliyor musun burada nasıl tatlı su çıkıyor? Balıkçılar bidonlarla götürüyorlar suyu buradan. Çok güzel suyu var. Kalkalım iki metre kazalım, su çeşme gibi akar. İnekler de tatlı suya geliyorlar. Deniz suyu içemiyorlar. Bazen bakıyorsun inek ve buzağıların yüz tanesi aniden geliyor. Buranın her yanı deniz, ama Allah’ın mucizesi… Nereyi kazsan tatlı su çıkıyor.”
Peki dünyadan, olup bitenlerden nasıl haberdar oluyorsunuz?
“Gelenler bahsediyorlar. Neyime gerek dünya, o, bu. Gerekseydi gidip Neftçala’da yaşardım. Başım rahat, kulağım rahat. İlçede de evim var. Hiç emekli maaşımın arkasından da gitmiyorum. Bilmiyorum (emekli ikramiyem) ne kadar. Zahid (arkadaşı) diyor ki, 180 manat (387 TL civarında*). Banka kartım da onda. Gerekeni alıp getiriyor.”
Evi üç odalı. Eski şifonyer, dolaplar, yatak, koltuk… Yaşı belki de elliyi altmışı geçmiş ev eşyaları. Hatta üzerinde “1924” yazılı taş ütü de var. Pencerenin önüne onlarca çakmak sıralamış.
Ne yapıyorsun bunları?
“İnan ki hepsi bozuk. Ama bir bakıyorsun mucize oluyor. Aniden çakmağımın ateşi biter, kibritim olmaz; geliyorum bu pencerenin önüne, bir bir deniyorum. Ve bir mucize oluyor, biri yanıyor.”
Peki bu emzik nedir?
Onu denizden çıkarmıştım, eve getirdim.
Neye lazım ki?
Ne bileyim. Çocukları, onlara ait eşyaları çok seviyorum. Benim çocuğum olmadı, belki de bu yüzdendir. Burada duruyor işte, kimi rahatsız ediyor ki? Belki buraya bir çocuk gelir. Emziği evde kalmış olur… Neyse. Kaldır (bardak(lar)daki içkiyi kastediyor), hoşgeldin! İçelim! Bana aldırma, sen ye. Hem de çok ye. Çünkü birazdan yeniden acıkacaksın. Burada hava kişiyi çabuk acıktırıyor.
Vitali ile Azerice konuşuyoruz. Eksiksiz biliyor Azericeyi. Diyor ki “ana dilim, böyle olması gerekmiyor mu?” [Not: Vitali, rus kökenli bir isimdir] “Ben Rusçayı unutuyorum yavaş yavaş. Kiminle konuşacağım ki? Hiç Azerice konuşacak adam bulamıyorum.” (Gülüyor)
Kapıda vedalaştık. Allah bilir deminden beri kaçıncı sigarasını yakıyordu.
Karanlık çöküyor. Geri dönmeliyiz. Bu yalnız adam, yine yalnız ada ile baş başa kalacak. Atlar, inekler, çöl domuzları ile birlikte. Kendi evinde. Yapayalnız. Birazdan isli lambasını yakacak, belki de dalgaların sesine kulak vermeye deniz sahiline gidecek. Ve en önemlisi, burayı asla terk etmek istemeyecek. Çünkü burası onun vatanı.
Çeviri kaynağı: Lent.az