Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana belki de en kritik kırılma noktasını yaşadığı bir referandum atlattı. Tam olarak atlattığı söylenemez ama devlet, atlatıldığını ve başkanlığın ülkeye mümkün olan en yakın zamanda geleceğini açıkladı.
Ancak tüm bunlar dışında, özellikle oylama gününden 1-2 gün öncesinde başlayan politik bir hava hakimdi ülkeye. Prime time şovların izlenmesinde ya da devlet destekli ve onaylı dizilerin reytinglerinde bir azalma söz konusu olmadı ama kamuoyu “yanlış” giden bir şeylerin farkına vardı.
Bu farkına varış içinde, en önemli noktayı da sanırım, devletin aslında devletten çok “aile tarafından yönetilen bir mafya örgütü” olduğunun belli olması can alıcı noktaydı. Çünkü; ihaleler destek verenlere göre hileyle dağıtılıyor, “babaya-reise” karşı gelenin alnı karışlanıyor, en ufak bir başkaldırı dahi görülse bir KHK çıkarılıyor, usulsüzlükler toplantı salonlarından taşıp seçim salonlarına gidiyor ve tüm bunların üzerini kapatmaya yarayan bir medya oluşturuluyor. Ki yukarıda azalmadığı yönünde vurguladığım, prime time programlar ve diziler de bu medya oluşumuna dahil.
Peki bu farkına varma durumu neden bu kadar geç oldu? Ya da daha doğrusu, farkına varılan şey, yani devletin aile devletine dönüşmesi yeni bir şey miydi? Yoksa aile devletine dönüşüm, artık hissedilebilir bir noktada mıydı?
Sanırım herkes referandum sürecinde yaratılan korku imparatorluğundan haberdar. Hayır oyu vereceğini açıklayan insanların linç edilmesinden tutun da “hayır”ı sokaklarda anlatan gençlerin satırlı saldırıya uğramasına kadar her şeyi anbean gördük, yaşadık. İnsanların bir taraf belirleyip buna gönül vermesinin ya da her şeyin dışında, atacağı oyun karşıt bir fikir oluşturmasından dolayı terörist, fetöcü ve bilumum terör örgütlerine dahil edilebileceğini de gördük.
Yalnızca son haftalardaki saldırı haberlerine bakarsak da tek bir bölgede değil, Türkiye’nin hemen hemen her yerinde “hayır” propagandası yapanlara saldırılar oldu. Yani toplum, bir şekilde “olmaz, yapamazlar” dediği şeyleri AKP’nin direkt olarak yaptığını gördükçe ve kendi destekledikleri insanların, günden güne birer birer yine AKP tarafından yok sayıldığını ve ötekileştirildiğini gördükçe, sıranın kendilerine de çok geç bir zamanda gelmeyeceğini anladılar.
Yine aynı şekilde, “hayır“a yapılan baskılara karşı “evet“in her yerde rahatça ve en yüksek seste söylenmesi de yukarıdaki kitleyi rahatsız etti. Televizyonlarda sınırsız ve zamansız saatlerde ortaya bir anda çıkan takım elbiseli, bıyıklı insanlar; savaşa gitmemizi övünülecek bir durummuş gibi gösteren reklamlar… Hepsi en uzun ve en iyi saatlerde çıkarıldı karşımıza.
Duvarlar, büyük binaların ön cepheleri… Hepsi tek ses olup “evet”lere büründü. Aile devletinin bir diğer özelliği de yine burada görüldü. Devlet, liyakata göre değil de “at koşturma” desturuna göre şekillendi propaganda sürecinde. Camiler, statlar, devlet daireleri… “Büyük birader” istedi ve oldu.
Herkes adil olmayan propaganda döneminin ardından adil bir seçim bekledi ancak oraya da “gölge” düştü. Düşmemesini beklemek aslında apolitikliğin iğrençliği olurdu. Çünkü aile-devletinde, babanın karışamayacağı hiçbir yer yoktur. Ne en üst yargı ne de muhalefet partileri. Göz göre göre gelen bu sistemi arzulamasak da, dokunulmazlık sürecinde gözleri kapatıp bekledik. Sıranın bize geleceğini bile bile bekledik. “Yapmazlar” dedik ve bekledik. Ancak geldi. Gelecek. Geliyor.
Bunu durduracak tek şey, referandum sürecinde oluşan politik hava ve bu havanın sokağa yansıtılması. Toplumun örgütlenmesi ve bilgilendirilmesi temel çıkış yollarını oluşturulmaktadır. Çünkü seçimlerden elde edinilecek tek şey; yenilgidir. 7 Haziran’ın tekrarlanması ve referandum bunun en bariz örnekleri. Sonuçta “atı alan Üsküdar’ı geçti“.