Size güncel bir haber aktarayım. Cumhurbaşkanımız Erdoğan müjdeyi verdi: Türkiye artık yüksek gelirli ülkeler sınıfına dâhil edildi. Avrupa Hesaplama Sistemine geçilmesiyle birlikte milli gelirden büyümeye kadar pek çok alanda aslında daha iyi bir seviyede olunduğunun ortaya çıktığını belirten Erdoğan OECD’nin Türkiye’nin de içinde yer aldığı 8 devletin orta gelirli ülkeler sınıfından yüksek gelirli ülkeler sınıfına geçtiğini açıkladığını söylüyor. Ne güzel! Büyüyen bir ekonomimiz var. Her gün farklı bir projenin açılışına tanıklık ediyoruz. Ülke ekonomisi her geçen gün daha da büyüyor her sene kişi başına düşen milli gelirin arttığı haberleri okuyoruz. Buna sevinmemiz lazım değil mi?
Ekonomi ne kadar büyürse büyüsün adaletsiz gelir dağılımının olduğu bir ülkede ne ekonominin büyümesi ne yüksek gelirli ülkeler sınıfına geçişimiz ne de kişi başına düşen milli gelirin bir önemi kalıyor. Toplumda az sayıda olan varlıklı sınıf zaten büyük çoğunluğun hakkını yiyor. Çünkü gelir dağılımı adil değil. Yaşam standartları arasında uçurumlar var. Sadece bizim ülkemizin değil bütün insanlığın ortak problemidir bu. Dünyayı ele geçiren sömürgeci kapitalist düzen varolduğu sürece bütün dünya ülkelerinin ve bütün insanlığın ele alması gereken bir problem.
Dünya nüfusu ele alınarak yapılan bir araştırmada en zengin 85 kişinin en fakir 3,5 milyar kişiden daha varlıklı olduğu ortaya çıkıyor. Bu yazıyı iPhone7’den de okuyor olabilirsiniz, 500 liralık bir cep telefonundan da. Maddi durumu iyi veya kötü, bu adaletsizliği görüp de bir dakika durup düşünüp kurulu düzeni, sistemi sorgulamayan kişilerin giderek azalmasını umarak diğer bir istatistiki veriyi söylüyorum. ABD’de toplumun en üstündeki, toplumsal sınıfların hiyerarşisini gösteren üçgenin en tepesindeki yüzde 20’lik kesim ülke varlıklarının yüzde 72’sine sahipken üçgenin tabanındaki yüzde 20’lik alt kesim bu varlıkların sadece yüzde 3’üne sahiptir.
Sosyal eşitsizliği, adaletsizliği görüyorsunuz değil mi? Bu sistemi her ne kadar yönetici sınıf elinde bulundursa da kurulu düzenin ayakta kalmasını bizler sağlıyoruz. Bu adaletsizliğin en büyük sorumlusu bizleriz. Bazılarımız farkında bazılarımız değil. Dünya küreselleştikçe, metropollerin sayısı arttıkça, sermaye dini insanları ele geçirdikçe, moda, popüler kültür, modernite, tüketim kültürü hepimizin hayatına, her anımıza yapıştıkça bu sistem daha da büyüyecek. Kurşunu kendi kafamıza sıkıyoruz. Çünkü buna mecbur bırakılıyoruz.
Tüketim kültürünü çok fazla benimseyip bu kültürün bizden istediklerini eksiksiz yerine getirdiğimiz için hem çılgınlar gibi tüketip hem de çılgınlar gibi çalışıyoruz. Kitle iletişim araçlarının bize sunduğu büyülü dünya bizi asıl dünyadaki amacımızdan saptırıyor. Saçma sapan hayatlar yaşıyoruz. Her dönemde, kitle iletişim araçları vasıtasıyla popüler olan birkaç kişinin yaptığı her saçmalığın moda haline gelmesi ve büyük bir topluluğun bu moda akımına kapılıp gitmesi ve o ekrandaki kişi olabilmek için satın aldığımız onlarca ürün ve aynı şekilde sattığımız benliğimiz…
Modern insanın ilahı: Sermaye
Betonlaşma, her yerin plazalarla dolması, önce doğayı katledip sonra gökdelenin 25. katında bahçe vadederek satışa sunulan evler. Basit bir köy hayatında uçsuz bucaksız yeşillikler içinde komünal bir yaşam sürdürebilme seçeneğimiz varken neden sabah sekiz- akşam beş arasında kölelik yapıp sonrada kendimizi yorgun argın bloklar şeklinde inşa edilmiş beton yığınlarının içine atıp TV karşısında uyuyakalıyoruz?
Hepimizin çocukluğunda akşama kadar sokakta oynama istegi, ağaca tırmanma hevesi, küçük kayalıkların üstüne çıkma, korulardaki küçük mağara gibi olan yerlere girme merakı vardır. Bırakın çocukluğu, şu anda da neden uçsuz bucaksız bir vadi ya da deniz gördüğümüzde hayran kalıp saatlerce o manzaraya bakmak istiyoruz? Çünkü biz doğanın bir parçasıyız ama sanki doğa bizim oyuncağımızmış gibi onunla oynuyoruz, kendi ellerimizle diktiğimiz binalara boğaz manzarası olduğu için ekstra para ödüyoruz. Önce o manzarayı yok ediyoruz sonra ona ulaşmaya çalışıyoruz. Paramızla. Modern insanın ilahı sermaye. Hepimizin yaşam amacı, bunun farkında olalım ya da olmayalım.
Aşırı üretim yoksulluğun nedenidir.
Kişisel gelişim kitaplarında bize empoze edilen iş hayatında başarılı olmanın sırrı gibi safsataları kendimize hayat felsefesi kabul edip kısacık ömrümüzü para kazanma, daha çok kazanma, hiçbir zaman tamamlanmış olmama, lüks eşyalara sahip olma, modaya ayak uydurma, popüler kültürün bize dayattığı yerlere gidip, onun istediği şeyleri yeme içme, giyme saçmalığı ve bunun gibi birçok gereksiz şeylerle bitiriyoruz.
Tüketim kültürünü yok etmedikçe köle gibi saatlerce düşük maaşlara çalışmaya devam edeceğiz. Kendinize ve etrafınıza bir bakın. Ne kadar gereksiz eşyanız var? Aşırı üretim yoksulluğun nedenidir. Üretmek ve tüketmek. Birbirini besleyen iki eylem. Ne kadar çok üretirsek (çalışırsak) o kadar çok tüketmek zorunda bırakılıyoruz, ne kadar çok tüketmek istersek de o kadar çok çalışmak (üretmek) zorunda kalıyoruz.
Bizim bu çalışmaya karşı olan tavrımızı sorgulamamız gerek. İş hayatı ölsün, herkes evine, fabrikalar yıkılsın demiyorum fakat çalışma şartları değişebilir. Olması gereken şartlarda çalışabiliriz.
İşyerine, ofisine, dükkanına körü körüne vakit harcayarak saatlerini, bütün gücünü işe ayırarak kendisine yabancılaşan, doğayı doğal hayatı unutan insan her şeyin sorumlusudur. Üç kuruş para karşılığında emeğimizi satarak kendimizi satıyoruz, köleleşiyoruz. Günün belirli saatlerinde sabah uyanamamış olduğumuz için esneye esneye, akşam da yorgunluktan gözlerimizi açamadığımız için yarı baygın bir şekilde topluca otobüslere doluşuyoruz. Çok komik bir görüntü, keşke farkına varabilsek.
O otobüsün içindeki herkes geçim derdi için işe gidiyor fakat onun gibi binlercesi aynı kişiye/kuruma emeğini satmaya gittiği için burada kâr elde eden patron oluyor. Çoğunluğun saatlerce çalışıp sadece geçimini zar zor sağlamaya yetecek kadar para kazanmasına ve sürekli çalıştığı için doğru düzgün bir sosyal hayatının olmamasına karşın azınlığın hiçbir çaba sarf etmeden sadece o koltukta oturuyor olmanın verdiği avantajla işçinin alın terinden biriken sermayeyi yemesi…
İşte pırıl pırıl bir kurulu düzen. Burjuvaya nasıl hizmet ediyoruz, nasıl kendi kafamıza sıkıyoruz, işte aynen böyle. Çalışma saatlerinin bu kadar uzun olması ve bu kadar işsiz insanın olması büyük bir çelişki değil midir? İş gücünü bölüşürsek hem işsizlik biter hem de daha az mesai yaparız. Ama yapamayız. Neden mi? Çünkü patronlarımız buna asla izin vermez. İşte bu noktada da kendi kafamıza sıkıyoruz.
İyi bir kadın işçi iğle dakikada ancak beş ilmek atabilir. Ancak bazı dönüşümlü dokuma tezgahları aynı süre içinde 30 bin ilmek atabilir. Yani makinenin her dakikası kadın işçinin 100 saat çalışmasına eşittir veya makine her bir dakikada işçiye on günlük bir dinlenme süresi sağlar. Makine gelişerek insan çalışmasını durmadan hızlanan bir kesinlikle yendikçe, işçi dinlenme süresini aynı oranda uzatacağına makineyle adeta yarışır gibi çabasını ikiye katlıyor. Ne saçma ve öldürücü bir rekabet.
Bruxelles’de 1857 yılında düzenlenen birinci iyilikseverler kongresinde Lille yakınlarındaki Marquette’deki en zengin fabrikatörlerinden Bay Scrive, üyelerin alkışları arasında, başarılmış bir görevin gururlu sevinciyle şöyle diyordu: “Çocukları için bazı eğlence ortamları sağladık. Onlara çalışırken şarkı söylemeyi, yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz: Bu onları hem eğlendiriyor hem de hayatta kalabilmek için gereken on iki saatlik mesaiyi cesur bir şekilde kabul ediyorlar.” On iki saatlik mesai! Hem de ne mesai. Bunu daha on iki yaşında bile olmayan çocuklara dayatıyorlar! Materyalistler bu Hristiyanları, insanseverleri, bu çocuk katillerini içine tıkacakları bir cehennem olmadığı için hep üzüleceklerdir.
Üretici tüccarların, kumaşçılarında, fabrika müdürlerinin ailelerindeki çocukların yarısı 21 yaşına basarken dokumacı ve pamuk iplikçisi ailelerin aynı çağdaki çocuklarının yarısı onlardan 2 yıl önce ölüyorlardı. Oradaki şey bir iş veya görev değil, bir işkencedir. Fabrika işçiliğini başlattığınız yerde neşeye, sağlığa, özgürlüğe veda edin. Yaşamı güzel ve yaşanası yapan ne varsa hepsine tek tek veda edin. İşçilerin kendilerini öldüresiye çalışma ve yokluk içinde sürünerek yaşamalarının çifte deliliği karşısında, artık kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü ikiye katlamak değil; tüketici bulmak, isteklerini kamçılamak ve onlarda yapay gereksinimler yaratmaktır.
Madem soğuktan ve açlıktan titreyen Avrupa işçileri kendi dokudukları kumaşlardan giysi yapmak ve ürettikleri şarapları içmek istemiyorlar, o zaman zavallı fabrikacılarla gözü dönmüşler, sağa sola koşturarak bu ürünleri giyecek ve içecek insanların arayışına düşmek zorundadırlar. Bunlar Avrupa’nın her yıl dünyanın dört bir köşesinde, bunlarla ne yapacaklarını bilmeyen insanlara sattıkları yüzlerce milyon ve milyar eden mallardır. Çalışın işçiler çalışın. Toplumsal serveti ve kendi yoksulluğunuzu artırmak için çalışın. Çalışın ki daha da yoksullaşıp daha çok çalışmak ve tekrar yoksullaşmak için bazı nedenleriniz olsun.*
Özel mülkiyeti ortadan kaldırmak istememiz sizleri dehşete düşürüyor. Oysa sizin mevcut toplumunuzda, toplumun onda dokuzu için özel mülkiyet kaldırılmış durumda ve geri kalan onda bir için varlığını, tam da bu onda dokuz için olmamasıyla sürdürüyor. Yani bizleri, toplumun muazzam çoğunluğunun mülksüzlüğe mahkum edilmesini önkoşul olarak koyan mülkiyeti ortadan kaldırmak istemekle suçluyorsunuz. Kısaca ifade etmek gerekirse, bizi, mülkiyetinizi yok etmek istemekle suçluyorsunuz. Üstüne bastınız. İstediğimiz işte tam da bu.
Emeğin sermaye, para ve toprak rantına, kısacası tekelleştirilebilir bir toplumsal güce dönüştürülemediği, bireysel mülkiyetin burjuva mülkiyetine çevrilemediği andan itibaren bireyin yok olacağını iddia ediyorsunuz. Demek ki birey denince, burjuvaların, burjuva mülkiyetine sahiplerinin dışında başka hiç kimseyi anlamadığınızı itiraf ediyorsunuz. Öyleyse bu birey gerçekten de yok edilmek zorundadır. Komünizm hiç kimsenin toplumsal ürünleri edinme gücünü elinden almıyor, yalnızca bu edinim vasıtasıyla başkasının emeğinin boyunduruk altına alınmasını ortadan kaldırıyor. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının tüm etkinliklerin durmasına ve genel bir tembelliğin yayılmasına yol açacağı ileri sürülüyor. Buna göre, burjuva toplumunun çoktan miskinlikten yok olup gitmiş olması gerekirdi: çünkü burjuva toplumunda çalışanlar hiçbir şey edinemiyorlar, bir şeyler edinenlerse çalışmıyorlar. Tüm bu kaygılar, sermaye olmazsa ücretli emeğinde olmayacağı şeklinde bir totolojiye çıkıyor.**
Bu insanlık problemini eleştirirken çözümünü de aynı zamanda anlatmış oldum fakat bunu gerçekleştiremiyoruz. Bu problemi çözemiyoruz. Bunun nedeni bu uzun yazıyı daha da uzatacağı için başlı başına başka bir yazı konusu olarak ele almak gerekir. Bir sonraki yazıda neden harekete geçemiyoruz, ne yapabiliriz, bunu açıklayacağım.
*Paul LAFARGUE, Tembellik Hakkı, Alakargadüşünce yayınları.
**Karl MARX, Friedrich ENGELS, Komünist Manifesto, çeviri: Etem Levent BAKAÇ, Zeplindüşünce yayınları.