The Plaid Zebra internet sitesindeki Sydney Mcinnis’in “Becoming a tree planter is a good way to poke holes in your eco-hippie idealism” başlıklı yazısını Gözde Yeşiltepe Gaia Dergi için çevirmiştir.
***
“Gözlerimi zor bela açıyorum. Dışarıdan gelen çeşitli küfürler sabahın beşinde çadırımı sarsıyor ve uyanıyorum. Mumyalanmış gibi sarıldığım uyku tulumumun içinden sıyrılarak çıkıyorum. Donmuş havanın neden olduğu birkaç damla su, sıcak cildimin üzerine damlıyor. Sonunda derin bir nefes alıyorum ve kendime, sesimi kesip birkaç ağaç dikmeye gitmem gerektiğini söylüyorum.”
Yaptığım bu tasvir, gençlik kampında geçen, sıradan bir sabahımın özeti. Sıradan bir insan, ağaç dikimi işinin işkence gibi ve imkânsız olduğunu düşünebilir. Ben de sıradan bir insan tanımına tıpatıp uyduğumu fark ettiğim anda korkunç bir gerginliğe kapıldım ve bu işte çalışmaya karar verdim.
Bazı nedenlerden dolayı geçen baharda, Ontario’nun kuzeybatısında ağaç dikimi işine atıldım.
- Bazı birikmiş öğrenci kredilerimi ödemek için acil paraya ihtiyacım vardı ve gençlik kamplarında kısa sürede bir sürü para kazanılabileceğini duymuştum. Geçen sene neredeyse hiç birikmiş param olmadan Toronto’ya taşındım. Elimde sadece, her ne hikmetse alabilmeyi başardığım O.S.A.P kredisi ve neredeyse limitsiz öğrenci kredim vardı.
- Bazı çok yakın arkadaşlarım, Brinkman & Associates Reforestation Ltd için ağaç dikmek amacıyla Atikokan’a (Ont’ta) gitme kararı almıştı. Burası benim ailemin yaşadığı ve benim yaz tatillerimi geçirdiğim Thunder Bay’e arabayla sadece 3 saat uzaklıktaydı.
- Daha önce hiç deneyimlemediğim bir işin içinde olmak istiyordum.
- Okul yıllarımı çılgınlık ve beton binalar arasında geçirdiğim Toronto’dan sonra doğayla yeniden iç içe olmak için bir yol arıyordum.
- Doğa dostu bir hippi olarak, şeytani orman şirketleri tarafından yok edilen ağaçları yerine koymayı istiyor ve bu şekilde dünyaya yardımcı olabileceğimi düşünüyordum.
Bu yılın mayıs ayında kendimi, üzerinde “Brinkman Yeniden Ağaçlandırma” yazan mavi bir otobüste buldum. Otobüs Thunder Bay’deki Greyhound park alanına park etmişti ve içinde bir sürü arkadaşım da vardı. Gençlik kampına kadar süren birkaç saatlik yolculuk esnasında ucuz biralarımızı yudumladık, birbirimizle tanıştık ve kendimizi neyin içine attığımızla ilgili konuşmalar yaptık.
İşin ne olduğunu öğrenmeden önce, Mud Gölü’ndeki harika günbatımını izleyerek ağaçların arasındaki çadırıma yerleştim. Yanıma, ertesi gün uyandığımda kullanmak üzere küreğimi de aldım. Birden içimi bir korku kapladı, sanki tüm bu işler için çok donanımsızdım.
Her ne kadar bu yaşayacağım şeyi aydınlatıcı bir deneyim olarak görsem de başarısız olmaktan çok korkuyordum. İşin aslı vücudumun iki ay boyunca her gün, günde on saatlik çalışma temposuna uyum sağlayabileceğini düşünmüyordum. Çünkü daha önce vücudumu bu tempoya hazırlayacak herhangi bir egzersiz programı uygulamamıştım. Gerçekten bu insanlar arasında ne en güçlü ne de en çabuk esneklik gösterebilecek olan kişi bendim. Bir şekilde başarmalıydım.
İçinde birkaç tane “eski kurt” (Bu sezonun başından beri ağaç dikimi yapmış olanlar) ve bir grup “genç yeşilciden” (ağaç dikme işinin hiyerarşik sıralamasında en alt kademede bulunan işe yeni başlamış kişiler) oluşan karma bir ekibe yerleştirildim. Ekip liderimiz para ve macera peşinde koşan göçebenin tekiydi. Daha ilk günden çalışmamız için bizi kırbaçlamaya başladı ve ekibimize de “Şeytanın Kurt Sürüsü” adını verdi. Ow-ow. Bize daha ilk günden, her gün bir miktar ağaç dikmekle yükümlü olduğumuzu ve ertesi günlerde de bu durumun geçerli olacağı söyledi. Para kazanacaktık ve ekibin şanına leke getirmeyecektik. Üzerimizdeki baskı gözle görünür şekilde ortadaydı. Elimizden geldiği kadar çok ağacı (her biri 10 cent kadardı) hızlı ve etkili bir şekilde dikmek zorundaydık.
Üzerimizdeki baskı gözle görünür şekilde ortadaydı. Elimizden geldiği kadar çok ağacı (her biri 10 cent kadardı) hızlı ve etkili bir şekilde dikmek zorundaydık.
Pek de hırslı bir insan olmayan ben, başka insanlarla yarışmam gerektiği fikri karşısında kendimi rahatsız hissettim. Bu yarışmanın mantığı, kim ne kadar çok ağaç dikerse o kadar çok para kazanacağı üzerineydi. Sanki insanlar, proje müdürünün ağzından günün en çok ağaç diken kişisi olduklarını duymak için çok daha canla başla çalışacaklarmış gibi hissettim. Ben de başka yollardan motive olma kararı aldım. Gün içinde kendimle gurur duymamı sağlayacak kadar ağaç dikecektim ve böylece ekip liderim de memnun olacaktı. Bu düşünce kulağa çok mantıklı geliyordu.
Ağaç dikimi işindeki çalışma koşulları şu şekildeydi: İzin kullanmadan önce, gün boyunca belli sayıda ağaç dikmeniz gerekiyordu. İzinli olduğunuz günde ise en yakındaki şehre gidebilir ya da gençlik kampında kalarak dinlenebilirdiniz. İzin gününden önceki geceye “parti gecesi” deniyordu. Parti gecesi aslında tam da hayal ettiğiniz gibi oluyor hatta bundan 400 kat daha fazlası olduğu bile söylenebilir. İş kıyafetleri çıkarılıyor, bol miktarda shot içki içiliyor ve işteki tüm hiyerarşi ortadan kalkıyordu. Temel olarak herkes herkesle takılıyor ve hiç kimse kimseden hesap sormuyordu. Bu parti geceleri iş günleriyle tam bir zıtlık içindeydi. Çalıştığımız günlerin akşamında herkes yetişkin gibi davranmaya çalışır, yatma saatine kadar işlerini halleder ve yaklaşık akşam 8 gibi de çadırlarına çekilirdi.
İnsana cinnet geçirten bitmek bilmez zor işler daha henüz başlamadığından ilk parti gecemiz oldukça yumuşak geçti. İnsanlar gerçek dünyadan kopmaya başladıkça kontrollerini de tamamiyle kaybettiler. Bir anda çevremdeki tüm insanları her yerde, her türlü cinsel poziyonda görmeye başladım ve söyledikleri tek bahane ise “kamp deliliği” oluyordu. İnsanları böyle ilkel halde görmek gerçekten çok şaşırtıcıydı. Ben de dahil tüm insanların kendi içgüdüleri kadar kolayca ortaya çıkabilecek başka bir şey hayal edemiyorum. Normalde içtiğimden 10 tane fazla shot daha içtikten sonra kendimi biriyle öpüşürken buldum. Bildiğim bütün kelimeleri unuttum. Tüm kelimeleri “kahretsin” ile birleştirip ya da yerini değiştirip kullanıyordum.
Telefonundan uzakta, ağaçlarla çevrili bir yerde, bir sürü kendini kaybetmiş insanın ortasında olmak gerçekten çılgıncaydı. Bu işin içine girmeden önce negatif yönleriyle ilgili herhangi bir fikrim yoktu. Mesela aşırı derecede yorucu olduğuyla ilgili ya da kar yağabileceği ile ilgili (ve yağdı-birkaç kere). Birkaç hafta çalıştıktan sonra sıkıntıları yaşayarak öğrenmeye başladım.
Bu endüstri ile ilgili ilk memnuniyetsizliğim neden bu ağaçları diktiğimizi sormamla başladı. Gerçekten bu ağaçların olması gerektiği gibi büyüyeceğini ve orman olacağını duymayı bekliyordum. Benim ve benim gibi birkaç arkadaşımın, bu iyimser düşüncelerimiz bir anda tuzla buz oldu. İşin gerçeği Kanada’nın en büyük orman üretim şirketlerinden biri olan Resolute için diktiğim binlerce ağaç, lanet olası tuvalet kâğıtlarının üretimi için 80 yıl sonra kesilecekti. Bunu öğrenmek sonraki günlerimi çok daha ağrı dolu bir hale getirdi.
Dizlerimin zonklamaya başlamasıyla günlerim ağrı doludan ziyade ızdırap dolu bir hâl almaya başladı. Arazi üzerindeki yokuşları çıkmak, 10 adım sürecek bile olsa imkânsız gelmeye başladı. Tohum ekmek için gereken çukuru kazmak için eğildiğimde ağrıdan patlayacak gibi oluyordum. Bu gerçekten çok şanssız bir durumdu; çünkü çalışmaktan gerçekten hoşlanmaya başlamıştım. Pek çok açıdan çalışmak benim için meditasyon gibi olmuştu. Aynı hareketi tekrar tekrar yapmak her ne kadar eklemlerime acı verse ve tekrarlayan travma ağrılarına neden olsa da, en sonunda beynim hissizleşmeye başlamıştı
“Lanet olsun, lanet, bu ağaç dikme işinden nefret ediyorum” diye düşünmek yerine hiçbir şey düşünmemeye başlamıştım. Bazen ıslık çalıyor, bazen de sadece bütün çevremi saran kuzey ormanlarının yumuşak seslerini dinliyordum. Dizlerim tekrar ağrımaya başlayınca bu yaptıklarım da yardımcı olmamaya başladı. Attığım her adım, dünyadaki en ızdırap verici şey haline gelmişti.
Şaka yapmıyorum. Bitki dikimi işlerinde çalışanlarda eklemlerde yaralanmalar meydana gelme durumu çok yaygın. Tabii ki doğru tekniği öğrenip uygulayarak bu yaralanmalardan kaçınmanız mümkün. Ama çalışırken sizin amacınız, mümkün olduğu kadar çok çalışayım da daha çok para kazanayım oluyor. Yani tekniği düşünmeye pek de sıra gelmiyor. Özellikle de patronunuz kafanızda daha hızlı çalışmanız için bağırırken.
WorkSafeBC’ye göre günde yaklaşık 1600 ağaç dikildiğinde (ki bu benim günlük ortalamama çok yakın); “ağaçları diken kişi toplamda 1000 kg’ın üzerinde yük kaldırıyor, saat başı en az 200 kere eğilip kalkıyor, küreği 200 kezden fazla toprağa daldırıyor ve elindeki ağır tohum torbalarını taşıyarak yaklaşık 16 km yürüyor.”
Çabucak öğrendim ki bende patella tendiniti (dize yapışan kasların yapışma yerinde iltihap) varmış. Kamp doktoru beni muayene etti ve beni başka bir işe yönlendirdi (kampın çevresinde çok az para kazanabileceğiniz lanet olası başka bir iş). Bu iş sayesinde dizlerimin iyileşmeye zamanı olacak ve ben de olabildiği kadar erken ağaç dikimi işine geri dönebilecektim.
Bu süreçte günbatımına kadar hiçbir iş yapmadığım için yorulmuyordum ve bu yüzden kamptaki herkesten daha geç saatlerde uyumaya başladım. Bir sürü insanın gece uyurken öksürdüğünü duyabiliyordum. Kamp çevresinde herkesin sadece korkunç bir şekilde öksürdüğü ancak başka hiçbir hastalık belirtisi göstermediği yönünde konuşmalar dönüyordu.
Tohum kutularının etiketlerindeki “içindekiler” bölümlerini inceledim ve boş günlerimde şehre inerek bu konuyla ilgili internetten araştırmalar yaptım. Sonuç olarak öksürüğe neden olan şeyin tohumları kapladıkları pestisitler (böcek ilaçları) olduğunu düşündüm. Bu konuyla ilgili herkesle konuştum ve sorunun pestisitlerden kaynaklandığına dair fikir birliğimiz oluştu. Bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyoruz ama sonuçta benim kampımda yaşayan ağaç yetiştiricilerde pesitisitlere karşı büyük ilgi uyandırdı.
İlk başlarda arkadaşlarım keneler ve siyah sinekler tarafından ısırılıp, kendilerini paralayarak çalışırken, ben kampta güvende ve sapasağlam bir şekilde oturuyor olduğum için manyakça bir tatmin duyuyordum. Ama sonra buraya güvende ve sapasağlam oturup durmak için gelmediğimi fark ettim.
İşin ilginç yanı pestisitler hiçbir zaman, oryantasyon süreci de dahil, konuşulmaya değer bir konu olmamıştı. Oryantasyon sürecinde bize, ağaç dikerken eldiven giymemizin protokol gereği gerekli olduğu söylenmişti. Ama eldivenin koruyucu özelliğinden bahsedilmediğinden kimse bu konuyu gerçekten ciddiye almamıştı. Bir gün ekip liderimizi eldivensiz bir şekilde ağaç diktikten sonra oturup sandiviç yerken görmüştüm.
Bizim diktiğimiz ağaçların, doğal yollarla büyüyen ağaçların da olduğu bu rekabet dolu ormanda büyüyüp gelişebilmeleri için bazı zararlı haşeratlardan uzak tutulmaları gerektiğini anlamıştım. Ama sonuçta bizim de bu konuyla ilgili bilgilendirilmemiz gerekirdi. Pestisitlerin kalıntıları ve maruziyet düzeyleri hesaplanmıştı. Bu yüzden hava yoluyla alınan pestisitler zararlı olamazdı. Pestisitlerin sağlık üzerine çok minimal etkisinin olduğunun öğrenilmesi herkesi motive etmişti; ancak yine de insanların kendilerini korumaları gerektiğini ve ne amaçla koruduklarını bilmeleri gerekirdi.
Bir hafta boyunca dinlenmeme ve sadece konutta ikamet etmeme rağmen hâlâ rahatça yürüyemiyor olmam da bu işin bir diğer garipliğiydi. Thunder Bay’deki acil servise gitmemi söylediler ve oradaki doktor, patronuma tekrar modifiye bir işe yerleştirilmem gerektiği konusunda bir not yazdı. Ne yani, gerçekten doktor bana hayatım boyunca bir daha ağaç dikemeyeceğimi mi söylemişti? Doktor bana mayıstan temmuza kadar süren ağaç dikme sezonu boyunca “tek amacı kurumsal şirketlere hizmet etmek olan bu aptal iş” yüzünden çok sayıda genç insanın omuzlarını, el bileklerini ve dizlerini hayat boyu sürecek şekilde hasarladıklarını söyledi.
Birkaç tane daha yaralanmış arkadaşımla birlikte gençlik kampına dönerken modifiye bir işte çalışmama kararı aldım. Eğer biraz daha dinlenmeme rağmen dizlerim bir daha hiç iyileşmeycekse, ben de geldiğim tüm yolu geri teperek eve yakın bir iş bulurdum. Böylece kampa, çeşitli olanaklarından faydalanmak ve yemek için ödediğim günlük 25 doları da ödemek zorunda kalmazdım.
Thunder Bay’e geri döndüğümde gerçekten kendimi çok kötü hissediyordum ve çok pis kokuyordum. Kendimi gerçekten çok yorgun ve tükenmiş hissediyordum. Haftalar boyunca Birkman’ı acımasızca eleştirdim ve bir daha asla orada çalışmayacağıma yemin ettim.
Ne olursa olsun yaşadığım bu şey benim için çok güzel ve huzurlu bir deneyim de oldu. Kendimle ilgili birçok şey öğrendim. İnsanların baskı altında ya da olağanüstü koşullarda nasıl tepkiler verebileceğini öğrendim. Vahşi hayat ve orada yaşananlarla ilgili bir sürü deneyim biriktirdim. Ne yapmak istemediğimi de öğrendim. Mesela bir daha asla kıymetli bedenimi, bir yaz boyunca kazanabileceğim birkaç bin dolar uğruna feda etmeyecektim.
Yine de dışarıya çıkıp bu tip işler yapmanızı tavsiye ediyorum. Bu tip işler sizin hayata bakış açınızı genişletecek ve kendinizde daha önceden farkında olmadığınız özelliklerinizi keşfetmenizi sağlayacaktır. Her şeyden önce sizi eğitecektir. Keşfetmeye devam.