Türk yönetmenin aceleye getirilmemiş, kusursuz canlandırılmış filmi kibirli genç bir yazarın acı-tatlı gerçeklerle yüzleşmek için eve dönüşünü işliyor.
Ahlat Ağacı, Türk sinemacı ve önceki Altın Palmiye kazananı Nuri Bilge Ceylan’ın konuşkan, nükteli ve onun yerinde kasveti ve oldukça merak uyandıran tarzıyla hassas, insancıl ve oldukça özenle yapılmış bir film. Çocukluğa ve memlekete dönüş fikrine -ve her ikisine dönüşün de nasıl acı-tatlı bir tadı olduğunun- sakin ve hüzünlü bir adresi. Önceki filmi Kış Uykusu’nda olduğu gibi yönetmen Çehov ruhuyla çekiyor; yine de tarzı tamamen kendine has: Çehovyan etkisiyle değil, “Ceylanyen” de diyebileceğimiz Ceylan etkisiyle. İnsanların sakince televizyon izlediği sahneler var: ve bunlar da, filmin kendisinin aksine bir tür ironi olarak yönetmenin bize fark etmemiz için vurguladığı, büyük oranda duygusal melodram dizileri. Ahlat Ağacı’nın da aslında, oldukça yüksek fikirli ve ağır tempoda çekilmiş bir aile melodramından farkı yok.
Tutkulu, memnuniyetsiz bir mezun ve sözüm ona yazar genç diplomasıyla kırsaldaki köyüne döner ama işi yoktur. Şimdi, yaşlı babası gibi öğretmen olmak için sınavlara girip girmeyeceğine karar vermek zorundadır. Ayrıca halihazırda bu yoldan kurtulmak için yapabileceği bir de askerlik görevi vardır. O, geride bıraktığı şehirli arkadaşlarında ve ailesinde hayata karşı hayal kırıklığı ve yenilgi hisseder -ya da bu sadece onlara henüz yaşamamış olduğu başarısızlık korkusunu mu yansıtmaktadır? Onların alçakgönüllülüklerini ve kabullenmişliklerini yanlış anlayıp, tüm bu göz alıcı metropol başarısı ve onlardan farklı olmak adına yanıp tutuştuğu için ödemek zorunda olduğu bedeli yanlış mı hesaplamaktadır?
Sinan’ın ıslah olmaz babası, bu civardaki herkesin ahlat ağacı gibi olduğunu söyler: ‘Uyumsuz, yalnız, biçimsiz’
Mezun, büyüdüğü yere tamamıyla belirsiz hislerle dönüş yapan Sinan’dır (Aydın Doğu Demirkol). Birçok yazar gibi, evinden uzak kaldığında evi, hayal gücüyle evcilleştirildiği ve dönüştürüldüğünde muhteşem görünür. Ama aslında orada olmak ona tüm yıpranmışlıklarını ve yaşadığı anlamsızlıklarını hatırlatır. Sinan Birinci Dünya Savaşı’ndaki Gelibolu Seferi’nin yaşandığı ve ayrıca Truva Antik Kenti’nin yakınlarında yer almasından dolayı turistler tarafından rağbet gören Çanakkale limanı yakınlarındaki küçük bir köydendir. İlk sahnede, güçlükle yürüyerek Brad Pitt filmi Truva (Troy) için inşa edilmiş ve şehirde saygıyla korunan devasa Truva atı heykelinin önünden güçlükle geçen Sinan’ı görüyoruz.
Sinan taşralıları aşağılamayı göze alamayacağının farkındadır, çünkü onun edebi başlangıcı bu vatanla ilgili bir çalışma olacaktır. Bu, ağaçların yetiştiği güzel, engebeli araziyle ilgili Ahlat Ağacı adlı yerel manzara hakkında otobiyografik bir deneme/anıdır. Sonrasında, Sinan’ın ıslah olmaz babası, bu civardaki herkesin ahlat ağacı gibi olduğunu söyler: ‘Uyumsuz, yalnız, biçimsiz’. Ceylan, belki de başlığın metaforik işlevini fazla belirgin hale getirmemek için, sözünü sona saklıyor.
Murat Cemcir tarafından muazzam şekilde canlandırılmış babası, gençlik çekiciliği ve romantizmi, yaşlanmayla birlikte düzenbazlığa ve sahtekarlığa dönüşmüş bir adam olan İdris’dir. Babası, şehirdeki herkese borcu olan bir kumar bağımlısıdır; ve onun bu bağımlılığı ailesini sefalet içinde yaşamasına neden olur. Karısı, onun kredi kartına el koyarak ve kocası maaşını getirir getirmez elinden zorla alarak evi ayakta tutmaya çalışır. Ancak İdris, evin yanında küçük bir toprak parçasına sahiptir, ve orada bir su kaynağı bulunduğu fikrini kafasına sokmuş durumdadır, bu yüzden her hafta sonu bir kuyu kazarak suya ulaşabileceğini umar. İdris, Sinan ve İdris’in bıkkın babasını vinçle derin çukurdaki kayayı çıkarmaya çabalayışını oldukça gülünç kesitler halinde seyrediyoruz.
Sinan temkinli biçimde köydeki herkesle iletişim halindedir, ama her şeyden önce, kitabını yayınlamak için borca veya bağışa ihtiyacı vardır. Sinan’ın dedesi, kibirli genç bir din adamı tarafından kullanılan, çeşitli görevler için para almadan çalıştırılan ve genellikle iyi niyeti suistimal edilen emekli bir imamdır. Bu sırada Sinan bazı eski arkadaşlarıyla karşılaşır; fakat en önemlisi, bir zamanlar aşık olduğu ve muhtemelen hala aynı hissettiği genç ve güzel bir kadın olan Hatice’yi (Hazal Ergüçlü) görür.
Filmde bazı sersemletici sahneler de var: özellikle, karıncalarla kaplı yetişkin birine evrilecek, yine karıncalarla örtülü bir bebek imgesi. Filmde muazzam sahneler mevcut; bir nevi film bu tür sahnelerin kısa antolojisi gibi. Sinan’ın Hatice ile karşılaşması nefes kesici şekilde iyi işlenmiş: ruh hali değişimleri ve sesleri mükemmel bir şekilde veriliyor. Hatice onun huysuzluğuyla dalga geçerken; o, yakında yapacağı evlilik teklifi ile ilgili Hatice’ye göndermelerde bulunuyor. Sinan Hatice’yi onun düşmanlarından biriyle birlikte olduğunu zanneder fakat yanılıyordur. Onların yoğun fısıldaşmalı diyalogları büyüleyici bir erotik sonuca sahiptir. Sonraki sahnede Hatice’nin, Sinan’la buluşmasına dayanamayan, eski erkek arkadaşı Rıza (Ahmet Rıfat Sungar) ve bu karşılaşma sonucu olanlarla kendini övmekten alıkoyamayan Sinan arasındaki yumruklaşma hariç bu heyecanlı ilişkiye filmde daha fazla yer verilmemesine üzüldüm.
Hayatın sorgusu ve 20’li yaşların başında oynamak zorunda olduğumuz hayat kumarı, filmin alt metninde dolambaçlı patikalarda yol alıyor.
Kibirli Sinan’ın Çanakkale’deki bir kitapçıda ünlü yazar Süleyman’a (Serkan Keskin) rast geldiği ve gidip danışmaya yeltendiği başka bir büyüleyici sahne vardır. Süleyman dikkatlice kabul eder ama sonrasında Sinan’ın hem onun söylediklerini kabul etmeme hem de onu dinlememe bencilliğinden oldukça bunalır ve Sinan’ın sadece edebi düzenin aşırılığını ve iki yüzlülüğünü gözüne sokmak istediğinin farkına varır. Artık tahammül sınırının ötesine geçmiş Süleyman, sonunda ona gitmesi için bağırır. -ve seyirci burada onun nasıl hissettiğini kesinlikle anlayacaktır.
Yine de, Sinan’ın yayın masrafları için belediye başkanından para alamayıp, çok okuyan ve bu gibi projelere destek verdiği söylenen inşaatçıya gittiği aldatıcı ve komik bir sahnede Sinan’a empatiyle yaklaşmamız gerekir. Çünkü, Sinan inşaata gittiğinde acı gerçekle yüzleşir ve inşaatçı, edebiyat için sponsor olmakla hiçbir şekilde ilgilenmez -yalnızca belediye başkanından kazançlı devlet ihaleleri almak için yerel tarihle ilgili bazı kitaplar satın almıştır. Bu sahnenin verdiği yıkıcı hayal kırıklığı ve zoraki kibarlığı izlemek oldukça zevkli.
Sürekli yaşam sorgusu ve 20’li yaşların başlarında oynamak zorunda olduğumuz hayat kumarı filmin alt metnindeki dolambaçlı patikalarda yol alıyor. Ceylan’dan oldukça tatmin edici ve zeka dolu bir yapım daha. Hoşgörülü İdris oğluna kahvaltıda sıklıkla ahlat yediğini ve nefis olduğunu söylüyor. Bu film de öyle.
Kaynak: The Guardian