Öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Ahmet Yapar kimdir? Yolu tiyatroyla nasıl kesişmiştir?
Ahmet Yapar: 1984 Mersin Tarsus doğumluyum. Tiyatroya 1997 yılında amatör olarak başladım. 2003 yılında 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık Bölümü’ne girdim. Oradan mezun olduktan sonra Ankara Ekin Tiyatrosu, Ankara Devlet Tiyatrosu, Adana Devlet Tiyatrosu ve kimi kurumsal tiyatrolarda çalıştım. Reji asistanlığı, dramaturji asistanlığı yaptım. Tiyatronun mutfağında, Ekin Tiyatrosu’nda yetiştim. İki amcam da tiyatrocu; sanırsam onları rol model olarak görmem tiyatroya başlamamda en büyük etken oldu. Süreç 2010 yılında kendi tiyatromu, Ankara Devinim Tiyatrosu’nu kurmamla birlikte değişti. Seneye 12. yılımıza giriyoruz. 12 yıldır Ankara başta olmak üzere farklı şehirlerde de tarafımca yazılmış oyunları oynamaya özen gösteriyoruz. Devinim Tiyatrosu kuruluşunda hem bir yazar tiyatrosu hem de bir politik tiyatro olmayı kendisine ilke edinmişti.
İlk etapta oyunlarımı okutacak kimseyi bulamamış; okulu yeni bitirmiş olduğumdan dolayı ciddiye alınmamıştım. Bu durum bir süreliğine her şeyi rafa kaldırmama sebep olmuştu. Kendi tiyatromu kurup kendi oyunlarımı oynamakta da bu noktada karar kıldım; çünkü bir inancım, bir fikrim vardı. Bir üslup, bir biçim, yapmak istediklerim vardı. Hiçbir şeyi ertelemek istemedim. Devinim Tiyatro’da 12 senelik süreçte yaklaşık 63 tiyatrocu arkadaşım görev aldı, birbirinden bağımsız yaklaşık 20 oyun sergiledik. Dans tiyatrosu, radyo tiyatrosu, sokak tiyatrosu yaptık. Seyirciye ulaşabileceğimiz her türlü alanı kullandık. Devinim Tiyatrosu adını tiyatronun kuruluşunda yardımcı olan, oyunlarda görev alan bir arkadaşımızdan almakta. Bahsi geçen arkadaşımız paralı eğitime dair bir protesto gösterisi esnasında gözaltına alınmıştı, 3 yılla yargılanmaktaydı. Mahkemeye çıktığında hakim “Ne iş yapıyorsun?” diye sorduğunda “Tiyatrocuyum.” cevabını vermişti. Hakim “Hangi tiyatro?” diye sorduğunda ağzından “Ankara Devinim Tiyatro” çıkıverdi. Biz de o dönem isim arayışı içerisindeydik ve tiyatronun adını “Devinim” koymakta karar kıldık.
Günümüz koşullarını göz önünde bulunduracak olursak tiyatro mesleki açıdan çok da avantajlı bir noktada durmamakta. Tiyatro emekçisi pek çok arkadaşımız ek iş edinmek durumunda bırakılıyor. Sizin bu durumla ilgili görüşleriniz nedir? Bu noktada bir şeylerin değişmesi adına ne tür adımlar atılmalı?
Ferhan Şensoy’un çok güzel bir sözü vardır: “Tiyatro batıda sanayi, bizim ülkemizdeyse hobi olarak görülüyor.” Başka ülkelerde pek çok tiyatrocu parfüm isimleriyle de var olmaktayken Türkiye’de belli bir kesim geçim derdiyle uğraşıyor. Tiyatroyu çok kutsallaştırmak, çok ulvi görmek başka bir tartışma konusu; fakat bundan kaynaklı kimi kavramların yerinin değiştiğini düşünüyorum. Bir Ortadoğu ülkesi, üçüncü dünya ülkesi olduğumuz için tiyatronun devlet hegemonyasından bağımsız olamayacağını, her ne kadar buna çabalasak da, tıpkı sol fraksiyonlarda da olduğu gibi, bölünmeden kaynaklı örgütlenemeyeceğimizi düşünüyorum. Özellikle ülkemizde sanatın örgütlenemeyeceği kanısındayım; örgütlenmesine de gerek yok.
Aynı zamanda usta-çırak ilişkisi geçmişten günümüze taşınmadığı için ülkemizde bir ekol eksikliği devam ediyor. Biz batıda, uluslararası festivallerde veya internette ne görüyorsak ona imreniyoruz. Yerleşik bir sanat icra etmiyoruz. İşimizi yaparken türlü türlü sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu sorunlardan en büyüğü sahne sıkıntısı; yerleşik bir sahne olmayışı. Bu sıkıntı oyunları olabildiğince pratik biçimde hazırlanabilecek sahnelerde sergileyişimizi beraberinde getiriyor. Işık rejisi, tekniği, aksesuarlar her daim taşınabilir ve kolaylıkla hazırlanabilir olmak durumunda kalıyor. Böylelikle “yoksul tiyatro” kavramı da ortaya çıkmış oluyor.
Genç arkadaşlarımıza, yeni mezun arkadaşlarımıza daha fazla olanak verilmesi halinde çok daha farklı yerlere geleceğimiz noktasında şüphem yok; ne var ki biz ülkece tiyatro fakiriyiz, edebiyat fakiriyiz, müzik fakiriyiz. Günümüzde bir besteci bestesini yaparken, orkestraya verecek parası olmadığından ötürü, bir kayıt indirip kendi başına düzenlediği parçalar eşliğinde bir şeyler yapmaya çabalıyor. Tiyatro da buna benzer ilerlemekte; biz her enstrümanı çalmıyoruz, demo olan kimi şeyleri alıp açıkçası “yamıyoruz”. Bu da kulakları tırmalayan bir şeylerin varlığını beraberinde getiriyor. Bu durumum en büyük üç sebebi sahne sıkıntısı, ekonomik sıkıntı ve yeni mezun arkadaşlarımızın ciddi bir akademik eğitimden geçmiyor oluşu. Pandemi süreci, KHKlar, akademide sahne olmayışı… Hepsi eğitim sürecini olumsuz yönde etkilemekte. Öğrenciler sahneye çıkmadan mezun olabiliyorlar; çünkü yalnızca 5 m2’lik bir odada eğitim görmeye çalışan bir öğrenci topluluğu söz konusu. Sahnesi olan okullarda ise “Oyununu oyna git” mantığıyla ilerleyen bir sistem var. Tam da bundan ötürü yeni mezunlar sudan çıkmış balık misali insanların karşısına çıkıyorlar. Aynısı bizler için de geçerli. Bizler de oyunlarımıza tam anlamıyla hazırlanamadan sahneye çıkıyoruz. Daha önce de bahsetmiş olduğum üzere Türkiye’deki ekonomik kaygılar bu durumun asıl sebebidir. Enflasyonu bir salyangozun jilet üzerinde yürümesine benzetiyorum. İnsanlar bir oyuna bilet alırken defalarca düşünmek durumunda kalıyor; fakat şöyle bir gerçek de var: İnsanların aldıkları bilet bir sonraki oyunun giderlerini karşılamaya yaramıyor, ancak anı kurtarmaya yetiyor. Çok fazla bir vergi yükü var, devlet desteği ancak ikili ilişkilerle yürüyor. Bu da sermayesi olan, daha büyük olup ünlü oyunlar sergileten salonların öne çıkmasına neden oluyor. Anlık çözümlerle tiyatro yapılmaya çalışılıyor, bu da niteliği ortadan kaldırıyor. Tiyatrocular çoğu zaman sahne ve seyirci kaygısından, sosyal güvence kaygısından dolayı oyuna konsantre olamıyor. Böylelikle insanların ayakları sevdikleri mesleği icra ediyor olmalarına rağmen geri gidiyor. Benim pek çok arkadaşım intiharlardan döndü, barlarda garsonluk veya sokaklarda müzisyenlik yaptılar. Geçim derdi, ev kirası, sigorta, sağlık sorunları, faturalar arka arkaya geldiği zaman ikinci bir meslek zorunlu bir hal alıyor. Kısacası bu ülkenin gerçeklerini tecrübe etmiş olan anne ve babalarımız, “Sen tiyatroculuğu bir meslek değil de hobi olarak icra etmeye devam et; fakat kolunda her daim altın bir bileziğin olsun.” derken maalesef haklılarmış.
Pandemi dönemiyle beraber dijital tiyatro kavramı da ortaya çıkmış oldu. Peki sizce tiyatro bir noktada dijital de olmalı mı? Tiyatronun hem sahnede hem de çevrimiçi sürdürülmesine sıcak bakıyor musunuz?
Dijital tiyatroya karşıyım; çünkü tiyatro bir illüzyondur. Seyirci sahneye gelir, oyunu görür, oyunun ışığını görür… O illüzyon olmadıktan sonra sahneye konulmuş 2-3 kamera eşliğinde çekilmiş işler tiyatro değildir; o farklı bir kategoriye girer. Dijital tiyatro kriz anında destek amaçlı ortaya konulmuş bir proje. Tiyatro oyuncusu alkışı veya seyircinin yerleşme esnasında çıkarttığı sesleri duymazsa motive olmaz. Tiyatroyu canlı kılan şey budur. Çevrimiçi olan her şey tiyatro olarak lanse ediliyor; fakat bu yanlış bir tabir. Seyirci olmazsa tiyatro olmaz. Sinemada takıldığınız veya hata yaptığınız zaman çekim durur, tekrardan başa sarılır. Tiyatrodaysa anı kurtarmak zorundasınızdır. Bu durum seyirciyle iletişimi de sağlar. O an her ne kadar başka oyuncu arkadaşlar sahnede olsa da aslında yalnızsınızdır; dolayısıyla kendi yeteneğiniz ve zekanızla durumu kurtarırsınız. Dijital tiyatro düne kadar, arşivlerde kalması adına, tek kamerayla ve düşük pikselle çekilen oyunlardan ibaretti. Açıkçası ben yapmayı düşünmüyorum. Yalnızca 1-2 oyunumuzu seyirciyi dinç tutmak ve “Biz hala buradayız!” diyebilmek adına internete yüklemiştik; fakat şu an üç tane oyunumuzla seyirci karşısına çıkıyoruz.
Yine pandemi dönemiyle birlikte pek çok tiyatro sahnesi / ekibi maddi ve manevi anlamda sıkıntıya düştü. İlk sorum sahnelere bu süreç içerisinde herhangi bir devlet desteği olup olmadığı yönünde. İkinci sorum: Bu sahnelerin ekiplerinin toparlanabilmeleri adına şu anda toplumsal bir destek mevcut mu?
Bakanlık devlete bağlı tiyatro sahnelerini ücretsiz olmamak kaydıyla bir defaya mahsus tiyatrolara açtı, dijital destekler verdi, salon destekleri verdi. Dijital desteği ayakta kalabilmek adına kötüye kullanan tiyatrolar da oldu. Bunu eleştirmiyorum; bence tiyatroyu ayakta tutabilmek adına yapılan akıllıca bir hamleydi. Asıl şimdi devletin bu istikrarı nasıl sağlayacağını sorgulamak gerekiyor. Fransa bu süreçte öğrenci bursunun yanında kültür bursu verdi. İngiltere yardımlarında son derece cömert davrandı. Almanya vatandaşlarına yardım yaptıktan sonra kültür desteklerini arttırdı. Biz devletimizden IBAN numarasını öğrendik ve devlet bizlerden destek bekledi. İki tarafta bir çelişki var: Devletimiz bir yandan vatandaşına “destek” olurken diğer yandan IBAN verdi. Peki vatandaşına IBAN numarası veren devlet tiyatrolara hangi koşullarda destek verdi? Hangi tiyatrolar destek aldı? Bu soruların cevabı hala belirsiz ve açıklanmış değil. Destek yandaşlara, yemek şirketlerine, turizm şirketlerine, organizasyon firmalarına gitti; fakat gerçekten tiyatro yapmak isteyen kaç tane tiyatroya yardım yapıldığı belli değil. Devletin söylemine göre tiyatrolara 12 milyon TL aktarıldı; fakat şöyle bir gerçek var: CHP milletvekili Mahir Başarır günün birinde Osmangazi Köprüsü’ne gitmiş, oradan bir günde kaç aracın geçtiğini saymıştı. Söylediğine göre bir saat boyunca yalnızca 15 tane araç geçmiş; köprünün vatandaşa bugünkü maliyeti ise 12 milyon TL. Bu noktadan bakılacak olursa tiyatrolara verilen destek devede kulak. Ne var ki bizde şöyle bir gelenek var: Biz teşekkür ediyoruz. Yardım alan tiyatrolar, STK’lar teşekkür etti; fakat bizler bunu sorgulamadık. Kime ne kadar para yattı bilmiyoruz. Tiyatrolar bu konuda ketumdur; buna itirazım yok; fakat tiyatrolar olarak bir noktadan sonra devletle metres ilişkisi yaşıyor olduğumuzu söylemek durumundayım. Sus payı olarak verilen bir para ve sürekli teşekkür eden bir topluluk söz konusu. Oysaki devlet vatandaşın cebinden aldığını tekrardan cebine koyuyor. Ödenek vermek adına “Vergi borcu yoktur.” veya “Sigorta borcu yoktur.” gibi yazılar talep ediyor. İşverenin kendisini bile sigortalatma imkanı yokken çalışma arkadaşlarını sigortalatabilmesi mümkün mü? Ortada bir karmaşıklık var ve ne yazık ki kooperatif adı altında toplaşan kimi tiyatro ekipleri bakanlıklarla görüşerek kendilerine tozpembe bir dünya yarattılar, kendilerini sınıf atlamış hissediyorlar. Ne var ki Anadolu’daki tiyatroların sorunlarına bir türlü derman olmadılar. Özel bir vakıf tiyatroculara 400 TL destekte bulundu; sadaka gibi bir meblağ, Allah kendilerinden razı olsun. Biz bunları konuşurken Fransa’da tiyatro oyuncuları, devlete ait tiyatro kurumları tiyatro işgal ettiler. Bakan “Bunları ciddiye almayın.” derken bir anda Fransa’nın pek çok şehrinde tiyatrolar işgal edildi ve devlet ödenek aktarmaya mecbur bırakıldı. Biz 400 TL destek alınca teşekkür ettik. Siz teşekkür ederseniz bakanlık da bu ilişkiyi devam ettirebilmek adına elbet farklı olanaklar sunacaktır.
Tiyatronun Türkiye genelinde ve Ankara özelinde hak ettiği değeri gördüğünü düşünüyor musunuz? Ankara özelinde konuşacak olursak seyirci kitlesi hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz?
Ankara benim açımdan özel bir hassasiyet noktası. Ben gençliğimden çok büyük konuşmuştum; “Ankara’ya gelmem”, “Çok kapalı şehir.”, “Melih Gökçek oranın belediye başkanı.” gibi cümleler sarf etmiştim. Geldiğimiz noktadaysa 15 yıldır Ankara’dayım ve Ankara’dan çıktığımda çok mutsuz oluyorum. Ben Mersinliyim; kıyı şehrinde doğdum büyüdüm. Çok aydın bir şehirdi. Ardından İzmir’de yaşadım. Beni burada tutan en büyük etken tiyatronun, sanatın çok faal olması ve merkezi olarak burada can bulması. Burada insanlar çok politik, seyirci de çok politik. Genç nüfus da yaşlı nüfus da memur kesim de öğrenci kesim de oyunları takip ediyor ve bilet fiyatlarına çoğunlukla bakmıyor. Amatör tiyatrolara, yarı amatör tiyatrolara, devlet tiyatrolarına, turne tiyatrolarına gidiyorlar. Yapmış olduğum bir araştırmaya göre devlet tiyatrolarının neredeyse tüm oyunlarına giden emekli bir kesim mevcut. Bu kesim genellikle bürokratik yerlerden veya bakanlıklardan emekli ve devlet tiyatrolarının bütün oyunlarını yalnızca takip etmekle kalmıyor, en az %50’sine gidiyor. AST’ın kitlesiyse genellikle, köklü bir tiyatro olmasından ve pek yeni oyun çıkarmıyor olmasından kaynaklı, yaşça daha ileri bir kitle. AST’ın oyunlarına genellikle Ankara’yı bilen kitle gidiyor. Ankara’yı diri tutan etken ise daha butik tiyatroların, küçük salonların yaptığı işler. Küçük ekipler ve salonlar ortaya güzel işler koyabiliyor; çünkü Ankara’da kiralar İstanbul’a göre çok daha makul ve kitle açısından, üniversitelerden de kaynaklı, yeniliklere açık bir kitle mevcut. Biz ODTÜ’ye festivale gittiğimizde ODTÜ Tiyatro Topluluğu bizleri kapıda karşılıyor, dekorlarımızı kendileri taşıyor, sahneyi kuruyor, bize çay ikram ediyor. Böyle bir gelenek söz konusu olduğu için Ankara’nın dinamizmi hiç bitmiyor. Ankara’da Devlet Tiyatrosu’nun farklı farklı semtlerde toplam 15 sahnesi var. Yaklaşık 60’a yakın özel tiyatro var. Bir günde perde açan tiyatro sayısı 25. Bu Türkiye için çok iyi bir rakam. Ankara kitlesi onu seveni seviyor ve beraberinde yeni bir nesil de getiriyor.
Ülke geneli açısından konuşacak olursak ünlü isimler büyük önem taşıyor. Zengin bir repertuvara, zengin olanaklara sahip olmak ve insanlar tarafından tercih edilmek noktasında ünlü bir isimle birlikte hareket etmek önem arz ediyor. Bu enflasyon şartlarında tiyatroya gitmek de lüks bir hal aldı. Bu noktada insanlar tercihlerini amatör bir tiyatrodan ziyade ünlü bir isimden yana kullanıyor. Bahsettiğimiz tiyatrolar imkanları çok zengin tiyatrolar; dolayısıyla seyirci keyif alacağını da biliyor. Daha geniş kadro, daha zengin prodüksiyon insanlara cazip geliyor. Bunun yanında her şeye açık olan seyirci amatör tiyatrolara da 50 TL vermekten çekinmiyor. Ben seyircinin örgütlenmesi gerektiği kanısındayım. Bu örgütlenme yeni bakış açılarını da beraberinde getirecektir.
Tiyatro tabii ki ülkemizde hak ettiği yerde değil; ama durum çok da vahim değil. Anadolu’da turne yapılmıyor. Ben Anadolu’da pek çok turnede görev aldım, yazdığım oyunlar da oynandı. Anadolu seyircisi büyük şehir seyircisine göre çok daha aç; dolayısıyla tiyatroyu çok daha çabuk sahiplenebiliyor. Ne var ki şu an maliyet çok yüksek olduğundan ötürü belediyelerin desteği çok önemli, çok değerli. Tiyatronun hak ettiği yere gelebilmesi için sosyal demokrat belediyelerin asfalta harcadıkları veya taşeron firmalara verdikleri paralardan kısıp her ay birkaç tiyatro oyunu sergilemeye ön ayak olmaları yeterli olacaktır. Müteahhitlere verilecek para ertelenebilir, onlar batmazlar; fakat şehri biraz daha canlı kılmak adına adım atmak istiyorsanız kültür adına devede kulak rakamları gözden çıkarmanız şart. Ne yazık ki biz de betona sarılan bir millet olduğumuz için belediyeler buna pek sıcak bakmıyor. Bu noktada sağcı belediyelerden bahsetmiyorum; onlar hiçbir zaman bu tarz işlere girişmediler.
CHP’li belediyeler şunu da anlamalı: Yalnızca ustalar oyun sergilemiyor; yalnızca onlar sergiliyormuş gibi bir görüntü ortaya koyulmamalı. Belediyeler başka açılara da girmeli. Bizim gibi genç tiyatroculara imkan sağlamalı. Benim kimi arkadaşlarım belediyede kültür alanında çok iyi noktalara geldi, söyledikleri şu: “Bize bir bütçe ayırdılar, bütçe bitmek bilmedi. Kimseyi getirememiş olduğumuzdan ötürü o para orada duruyor. Bir şehir tiyatrosu kurduk, kendi kadromuzu kurduk, orada kendi imkanlarımızla oyunlar yapıyoruz. Dışarıdan oyun alacağımız zaman da tanıdık isim veya komedi olmasına özen gösteriyoruz; çünkü seyirci başka oyunlara gelmiyor.” Bunu kırmak için Hasan Ali Yücel’in köy enstitülerinde gerçekleştirmiş olduğu gibi bir aydınlanma revizyonuna ihtiyacımız var. Su faturası ödemek için kuyrukta bekleyen insanlara davetiye vermek veya gişeler kurmak gibi yollar izlenmeli. Festivaller düzenlenmeli. Bu adımlardan hiçbirisi belediyeleri batırmaz. Peşkeş batırır. Rant sevdası batırır. Açıkçası Ankara’daki Çankaya Belediyesi kadar içine kapanık başka bir belediye tanımıyorum. Yenimahalle Belediyesi de kendi kabuğuna kapanmış vaziyette. Salonlarında 5 spot ışık çalışıyorsa 7 tanesi çalışmıyor. Koltuklar ne kadar hijyenik? Sahneler yılda kaç defa bakımdan geçiyor? Kimlerin tiyatro oyunları alınıyor? Kültüre destek vermek bu değil. Belediye olarak şehirde yetişen çocukların geleceğine yatırım yapmak zorundalar. Şehrin genç tiyatrolarına destek olmak durumundalar. Yeri gelecek gençler deneyecekler, yanılacaklar. Belki seyirci çıkıp gidecek; fakat onlara şans tanımadan bu iş olmaz. Bir kültür devrimi şart. Mao “Devrim köyden, gecekondudan, kasabadan başlar.” felsefesini benimser; öncelikle belediyelerin de bu felsefeyi benimsemesi lazım. Bizler seyirciyi örgütleriz; sosyal medyada, sokakta derdimizi dile getiririz. Kadın mücadelesi beraberinde neyi getirdi? Artık pek çok insan konuşma esnasında daha dikkatli olmaya, “bayan” değil “kadın” demeye özen gösteriyor. Bu kazanılmış bir haktır. Tiyatrocular da bunu yapar; fakat önce tiyatronun ülke genelinde bir yere gelebilmesi adına tiyatrocular kamusal hakkını savunacak, insanlara derdini aktaracak, belediyeler de bu kamusal hakkı elinden gelen tüm imkanlarla sunacak. Ancak bu şekilde bir şeyler değişebilir, bir yerlere gelebiliriz.
Biraz da ortaya koymuş olduğunuz oyunlardan bahsedelim: Oyunların tamamı politik ve toplumsal mesajlar içermekte. Ne var ki bu mesajların büyük bir çoğunluğu repliklerin arasına saklanmış durumdalar. Bu noktada seyircilerin farkındalığı beklentilerinizi karşılıyor mu?
Ben politik tiyatro yaparken Brecht’in estetiğinden esinleniyorum. Politik tiyatrodan anladığım şey yalnızca Grotowski’nin yoksul tiyatrosu veya Piscator’un politik tiyatrosu değil. Bu çağda o kuramın nerede durduğu üzerinden bir değerlendirmede bulunuyorum. Sahnede slogan atmak yerine ya da ajitprop bir şey yapmak yerine insan hikayelerinin içerisine veya öykünün genel hatlarına bunu koyarak yapmak daha estetik ve daha doğru geliyor. Sloganı her zaman atarız; fakat tiyatroda önemli olan nokta sloganı nasıl bir Ahmet’in taşıdığıdır, neye hizmet ettiğidir. Açıkçası günün birinde ajitprop bir oyun da ortaya çıkarmak isterim. Örneğin Albert Camus’nün “Avusturya’da İsyan” isimli bir oyunu vardı. Bu oyunu ilk etapta Fransa’da eylem yapan fabrika işçileri yazmaya başlıyor; fakat tamamlayamıyorlar. Albert Camus oyunu işçilerin bıraktığı yerden devralarak yazmaya devam ediyor ve haliyle ortaya ajitprop bir şey çıkıyor. Zamanında AST da bunu yaptı ve günümüzde hala söylenmekte olan, sözleri Timur Selçuk’a ait bir şarkı mevcut: “Nereye Payidar”.
“Kaktüslü Adam” oyununda hali hazırda var olan bir marş kullanmak istemedim; tıpkı AST’ın da zamanında “1 Mayıs Marşı”nı bestelediği gibi ben de kendi oyunumuzun marşını çıkarmak istedim. Belli mi olur; bugün olmasa bile belki bir gün herkes tarafından söylenir. “Çalışmak asıl amaç / Ekmeği taştan çıkartmak…” sözlerini ben yazdım, Engin Bayrak’la birlikte kendi marşımızı yaptık. Orada da slogan atıyoruz. “Kahrolsun fakirlik!” derken bunu eşit bir kaygı içerisinde yapıyoruz. Politik tiyatro sadece slogan atmak veya sahnede bir felsefeyi tartışmak değildir. Bir durumun toplumun hangi alanlarına nasıl yansıdığını anlatmak da bu kavramı kapsar. Biz anlatıcıyız, meddahız; içinde bulunduğumuz durumu seyirciye nasıl aktardığımız çok önemli. Bunu yabancılaştırma tekniğiyle yapabiliriz, tarihsel bir kahramanı günümüze uyarlayarak yapabiliriz; fakat asıl önemli nokta öykünün harmanlanış biçimidir.
Bizlere bu sezon sahnelemekte olduğunuz oyunlarınızdan biraz bahseder misiniz?
Ben “Ankara Gazinosu Müzikli Kabare” oyununu geçtiğimiz Haziran ayında bitirmiş, Temmuz ayında sahnelemiştim. Türkiye’de normalleşme süreci sonrası sergilenen ilk açık hava tiyatrosuydu. Bu oyunda 1980 darbesi sonrası değişen toplumsal, kültürel erozyonun ne aşamalardan geçtiğini; eski aile gazinolarının nasıl pavyona dönüştüğünü anlatmaya çalıştık.
“Muhteris Sükunet” oyununu hazırladık. “Muhteris Sükunet” 2016 yılında Sevda Şener Oyun Yazma Yarışması Başarı Ödülü’nü kazanmış bir oyun. Konuya değinecek olursak kısaca “bir set işçisi üzerinden anlatılan sınıfsal adaletsizlik” diyebiliriz. Biraz psikolojik, finali sürprizli bir hikaye.
“Parody Night Show” ise barda oynadığımız bir skeç gösterisi. İnsanın içinde bulunduğu durumları hicvederek, siyasi ve güncel göndermeler yaparak oynadığımız bir oyun. Oyun birbirinden bağımsız hikayelerden oluşmakta.
Birbirinden farklı üç oyun ortaya koymuş bulunmaktayız. Üçü de birbirinden farklı alanlarda sergilenmekte. “Ankara Gazinosu” prodüksiyonlu bir oyun; büyük sahnelerde ortaya konmakta. Kısacası seyirci kapasitesi ve teknik imkanları yüksek sahnelerde oynanıyor. “Muhteris Sükunet” küçük salon işi. “Parody Night Show” da daha önce belirtmiş olduğum üzere barlarda sergilenen bir oyun. Oyunlar her ne kadar birbirlerinden bağımsız olsa da tek ortak noktaları, Devinim Tiyatrosu’nun repertuvar tiyatrosu olmasından da kaynaklı, repliklerin arasında politik mesajlar barındırıyor olmaları.
İlerleyen süreç için yeni projeler mevcut mu? Mevcut ve hali hazırda şekillenmekte olan herhangi bir projeleriniz varsa bizlere bunlardan kısaca bahsedebilir misiniz?
Var. Bunu dillendirmek enerjiyi kırmaz diye düşünüyorum. Ben yeni bir oyuna başladım; Albert Camus’nün “Caligula” eserini, Roma imparatoru Caligula’nın hikayesini farklı bir reji, farklı bir yorum eşliğinde tek kişilik bir oyun olarak hazırlıyorum. Açıkçası bu proje beni çok heyecanlandırıyor. Oyunun tasarısı kafamda az çok bitti ve ortaya çok güncel bir hikaye çıkacağı kanısındayım. Şöyle ki Caligula Roma’nın bütün hazinelerini tüketmiş, Roma’yı ekonomik krizlere itmiş, kendi hırsı ve hevesleri yüzünden, histerileri yüzünden bitmiş bir adam. Kız kardeşiyle farklı bir ilişki yaşayan, temelde babasına karşı psikolojik bir histeri besleyen, babasını sevmeyen; ondan aldığı çocukluk deneyimleriyle şiddet, vahşet gibi unsurları içinde barındıran, meclisi hiçe sayan, halka kendini Tanrı olarak gösteren, sadece kendisine tapmalarını isteyen bir kral. Oyunu kafamda bir et mezbahasında geçecek şekilde tasarladım. Sahnede kendi heykelini kendi yapıyor olacak. Kimi grotesk imgeler de mevcut olacak. Kız kardeşiyle ilişkiye girdiği yerlerde şiddet ve vahşet ön planda olduğundan ötürü bu bölüm mezbahada bir etin kesilmesi imgesiyle seyirciye sunulacak. Caligula çok zengin bir karakter ve tesadüf o ki bir epilepsi hastası. Nöbetler geçiriyor, bayılıyor ve bir noktadan sonra sağlıklı düşünemiyor. Sağlığını yitirdiği her noktada da Roma’ya çok farklı sorunlar katıyor ve böylelikle Roma’nın duraklama ve gerileme dönemini de beraberinde getiriyor. Oyunun tek kişilik olacak olmasının sebebi bir noktada da kalabalık kadrolu oyunlar yapmaktan yorulmuş olmam ve tek kişilik bir oyun söz konusu olduğunda daha rahat çalışabiliyor olmam. Kalabalık oyunlarda gerekli otoriteyi sağlayamadığımı hissediyorum.
Bunun dışında üzerinde 5 yıldır çalıştığım bir metin var; henüz bitiremedim. Oyunun adı “Şey(h): Anti-kahramandan Fetvalar”. Trafik kazasında eşini ve çocuğunu kaybetmiş bir adamın uhrevi bir şekilde bir aydınlanma yaşayıp bundan kaynaklı intikam almasını anlatan bir hikaye. Burada “Ne olursan ol gel.” felsefesine, “Yolda tebessüm ettiğin bir insanı belki intihardan caydırabilirsin.” diyen Halil Cibran’ın bakış açısına karşı bir karakter söz konusu. Hikayemizde mevcut karakter bu söylemlere karşı antitez üreterek bir filozofa dönüşüyor. Bir noktadan sonra köpeğini öldüren, kızının mezarını açıp onunla konuşan, insanlığını kaybetmesi bir adamın hikayesi… Bu biraz aykırı bir hikaye; çünkü karakterimiz adaleti kendi içinde sağlamaya çalışıyor.
Bu arada 30 sayfalık metni 5 senedir bitirememiş olduğumu da belirtmek durumundayım. Metni defalarca silip tekrardan yazdım. Halil Cibran’ı, Ali Şeriati’yi, Mesnevi’yi, Türkiye’deki ve dünyadaki adalet sistemini, insanların adalete bakışını tekrar tekrar gözden geçirdim. Kendimi bazen Rabia Naz’ın babası Şaban Vatan’ın yerine koyuyorum. Kimi zaman kendimi 10 Ekim Ankara Gar Katliamı’nda hayatını kaybetmiş Veysel’in ailesi yeniden koyuyorum. Çorum Tren Katliamı’nda yitip gitmiş Arda’nın annesi veya Ali İsmail’in annesi Emel Anne… Bu insanlar nasıl bir dirayete sahip, bunu öğrenmeye çabalıyorum. Şey(h) ismini verdiğimiz karakter nasıl ayakta kalır? Kendine bu hayatta nasıl bir yer bulur? Hayata nasıl tutunur?
Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan’ı ne zaman görsem düşünmeden edemezdim: “İnsan babasının yakıldığını bile bile nasıl yaşar? Bu nasıl bir sabırdır? Nasıl bir duruştur? Ayaklarını nasıl sağlam basabilir?” Tabii bunları kendisine sormam, soramam. Bunlar çok hassas konular.
Rabia Naz olayı hikayemin farklılaşmasında etken oldu. Trafik kazasını yapan alkollü sürücü iktidar yanlısıydı; bu da alt metni oldukça kuvvetlendiren unsurlardan bir tanesi.
Acılar sürekli tazelendiğinden ötürü metin bir türlü bitmek bilmedi. Ben Ankara Tren Garı Katliamı’nda akrabalarımı, mahalleden arkadaşlarımı, abilerimi yitirdim. O gün Mersin’den iki otobüs insan gelmişti. Hayatta kalan arkadaşlarımız için sevinemedik, günlerce gecelerce düşündük sorguladık…
Hayat öyle bir illüzyon ki cenazeye ev sahipliği yaptığınızda bile kendi yasınız dışında başka insanlardan ve olaylardan konuşmaya başlıyorsunuz ve tebessüm bile edebiliyorsunuz. Not aldığım noktalardan bir tanesi de bu: “Hayat böyle bir illüzyon işte; bir biçimde delirmenizi engelliyor.”
Elbette öç almak çok tehlikeli bir şey; fakat ben oyunumda buna antitez üreten bir kahramandan bahsediyorum. 5 yıldır hala o karakterin hikayelerini yazıyorum açıkçası. Halil Cibran’ın, Ali Şeriati’nin sarf etmiş olduğu sözcükler elbet dönemine göre çok mantıklı olabilir, kulağa çok güzel gelebilir, mesnevi bir dünya görüşüne yakın gelebilir; fakat bana içinde bulunduğumuz noktadan çok mantıklı gelmiyor. Yaşadıklarım ve tanık oldukları hiç de öyle şeyler değil açıkçası ve bu 19 yıllık AKP iktidarının yaratmış olduğu bir hikaye. Kimse kusura kalmasın, ben bir noktada inancımı kaybettiysem tam da bu yüzden.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mıdır?
Sizleri seviyoruz, tiyatro iyileştirir!