Nisan bana hep tuhaf bir ay gibi gelmiştir. Sanki insanlar var olan tüm isteklerini, arzularını, hınçlarını, intikamlarını bu ayın içerisine sıkıştırmışlar gibi… Tüm katliamların sebebinin bu ay olduğunu düşündüğüm aptalca bir hisse kapılırım zaman zaman. Sonra pek de haksız sayılmadığımı fark ederim bu hissimde. Sadece doğanlara ve ölenlere baktığımızda bile son yüz yılın neden kan gölüne döndüğünün ifadesi de bu ayda bulur kendisini.
Düşünün Sabahattin Ali, Picasso, Sartre, Darwin bu ayda ölmüştür ya da Napolyon, Hitler bu ayda doğmuş; Mussoloni bu ayda seçilmiştir. Hindistan bu ayda ikiye bölünmüş, RTÜK ve NATO bu ayda kurulmuş, Meclis-i Mebussan bu ayda kapatılmıştır. Hatta Truman Marshall Planını bu ayda onaylamıştır. Belki de bize biraz daha acı veren Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idam kararlarının yeniden onaylanması da bu ay gerçekleşmiştir.
Yine de nisanı benim için garip hale getiren bütün bunların ötesinde üç tarih var… Biri 24 Nisan 1915, bir soykırımın başlangıcı… Diğeri 23 Nisan 1920, egemenliğin ulusa ait olduğunun ilanıyla beraber bir bayram olarak çocuklara armağan edilmesi… Ve üçüncüsü 3 Nisan 1963… 27 Mayıs darbesinin Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanması…
Garip bir yapımız var… Egemenliğin ulusa ait olduğunun beyannamesini verip, bunu da bayram olarak çocuklara armağan ediyoruz. Ne var ki yetkeyi diktatörden alıp kendi içinde yaşayan uluslara veren böyle bir gün bile 24 Nisan’ın üzerini örtemiyor. Bu tarihi çoğunuz bilirsiniz. Ermeni tehcirinin başladığı tarihtir. İstanbul’un birçok semtinde -ki daha sonra ülkenin geneline yayılacaktır- Ermeni halkından öğretmen, doktor, akademisyen olan aydınlar gözaltına alınmış, tutuklanmış ve bir daha onlardan bir haber alınamamıştır.
Bazıları şu bilindik klişeyi kullanabilir: “Onlar zararlı cemiyetlere üyeydi…” diye. Ve bunun bir soykırım olmadığını, devleti korumak adına yapılması gereken bir fedakârlık olduğunu da söyleyebilirler. Tam da bu noktada zararlı kavramının ne derece nesnel bir üretkenlik taşıdığını sorabilirim. Zararlı görülen cemiyetlerin yanında yine nisan ayında ortaya çıkan, İstanbul hükûmetinin Adapazarı’nda isyan çıkarttırdığı ve Kuvay-i Milliye’ye karşı kurduğu Kuvay-i İnzibatiyenin ne derece yararlı olduğu görüşünü de padişah sevicilerine sorabilirim. Ancak duymak istemediğim cevaplar alacağımı düşündüğümden konunun sınırlarına çekilmek daha iyi olacak.
Bulunduğum yerde birçok belde ve köyün eski isimlerinin ister Cencige, ister Keleriç olsun ve şimdi üzerinde ister Alevi’si, ister Sünni’si, ister Türkü, ister Kürdü yaşasın; Sivas’tan Kara Kilise’ye kadar bir yanımız eksik değil mi? Üzerlerine evler yapılan, ortasından yollar geçirilen ve onlarca yıldır yağmalanan mezarlıkları bile yok artık…
Paşalığıyla münhasır, Diyarbakırlı bir Kürt olan Cibranlı Halit’in bir vakitler ki itirafı boşuna değildi; “Ermenileri öldürerek aslında Osmanlı’nın boğazımızdaki hançerini daha da keskinleştirdik…” derken.
Evet, artık bir eksiğiz. Kadınlarını köle pazarlarında satarken bir eksik kaldık biz. Gittiklerinden beri yozlaştık. Bir adım bile atamadık. Kentlerimizin hali ortada…
Biraz vicdan! Eğer bunca dostumuzdan geriye bir kişi bile kalmadıysa bu soykırım değil de nedir? Eğer sadece zararlı cemiyetlere üye olanları tutukladıysanız, diğerleri nerede?
Darbeyi anayasa bayramı yapabilecek kadar kurnaz ve akıllı olanların artık aradan çekilmesi ve halkları bir başına bırakması gerekmektedir. Siz çekin pençelerinizi üzerimizden! Biz dost ve kardeş olmayı biliriz. Anadolu halkıyız çünkü hepimiz…
Fotoğraflar: Orlando Carlo Calumeno koleksiyonundan