Ozan Uğur, şu sıralarda Almanya’da yaşayan bir trans aktivist. Cinsel kimliğini kadın veya erkek olarak tanımlamadığını, iki cinsiyete biçilen rolleri de reddettiğini söylüyor. “Fakat” diyor, “faşizm direkt erkeklikten besleniyor ve orayı kökten reddediyorum. Kendimi kadın olarak da tanımlamıyorum, öyle hissetmiyorum, öyle hissetmek ne demek onu da bilmiyorum ama kadınlar ezildiği ve erkeklikle mücadele ettiği için onların yanında mücadele ediyorum.”
Onun kimliğini kuran birkaç temel unsur var. Bunlardan ilki, Anteplilik. Antep’te dünyaya gelmiş, politize olmuş, aşık olmuş, cinsel kimliğinin ayırdına varmış ve ilk kavgalarını vermiş. İkincisi, Alevi bir ailenin çocuğuymuş ve bu da politizasyonunun erken ve güçlü olmasını sağlamış. Üçüncüsü, bir işçi ailesine doğmuş; cinsel kimliğini ilk ayırt ettiği ve yaşamaya çalıştığı mekân da bir işçi mahallesi olmuş.
Şimdilerdeyse onunla, Almanya’daki eylemlerde Kaypakkaya geleneğinin bildik sloganlarını LGBTİ mücadelesinin sloganlarıyla birlikte atarken rastlaşıyoruz.
Hikâyesinin benim için bir başka ilgi çekici yanı ise, hemen hemen aynı dönemlerde aynı şehirde doğmamız, benzer politikleşme süreçleri yaşamamız, 14-16 yaşlarında aynı sokaklarda slogan atmış olmamız ama benim o yıllarda onun çektiklerinden bütünüyle habersiz olmam oldu. Hepimiz aynı dönemde sevgilimizle Yeşilsu Parkı’nda oturup çay içmiştik mesela; ama onun için sadece bunu yapmak bile direnmek anlamına gelmişti.
Genç yaşından bu yana açık LGBTİ kimliğiyle devrimci hareket içinde yer alan/yer almak için de ayrıca mücadele eden Ozan’la hem kimliğiyle tanışması sürecini hem de verdiği mücadeleyi detaylıca -ve açıkça- konuştuk.
Öncelikle nerede, ne zaman, nasıl bir aileye doğdun?
Antep’te, 1992’de. Bir işçi çocuğu olarak dünyaya geldim. Babamlar Türkmen, yüz yıl önce falan gelmişler Antep’e. Annem Erzincanlı, Zaza. Büyüdüğüm mahalle de Alevilerin, özellikle de Türkmen Alevilerin yaşadığı bir mahalle. Sokağımda çok az Sünni aile vardı. Antep’te de Aleviler, birçok yerde olduğu gibi kendi mahallelerinde birlikte yaşamayı tercih ediyordu.
Peki ailenin politik kimliği?
Birçok Alevi ailede olduğu gibi politik bir gelenek var tabii. Amcalarım çok politikti; biri İzmir’de HDP il başkanlığı da yaptı ve o süreçte tutuklandı. Ama çekirdek ailem daha çok Kemalist görüşe yakın. Nasıl diyeyim, CHP’ye oy veren, sosyal demokrat gibi takılan bir aile. Biz bütün kardeşler ise hep ya örgütlüyüz ya da bir dönem örgütlendik. Yani aslında politik bir aileye doğdum, diyebilirim. Hem Alevi hem işçi bir aile olduğu için ben de politikleşmek zorunda kaldım biraz aslında.
Nasıl oldu senin ilk ciddi politizasyonun?
Ben ilkokulda devletin Kemalist tektipçi dayatmalarının çok etkisindeydim. Tabii daha çocuktum ve pek çok şeyi sorgulayamıyordum. Ailem de Kemalist’ti ya zaten, tamam işte. Hatta devrimcilere yönelik büyük bir nefretim vardı. Bir süre sonra değişti. Ortaokulda başladı, lisede hızlandı. Lisedeyken sosyalist bir gençlik örgütünde örgütlendim.
Politize olmana sebep olan neydi?
En önemlisi kesinlikle Alevi olmamdı. O dönemde cinsel kimliğimi henüz kabul etmemiştim. Sonra o da yavaş yavaş bir gerekçe olarak açığa çıkmaya başladı.
Kaç yaşlarına denk geliyor bu süreç?
İlk örgütlenmeye başlamam 13-14 yaşlarıma denk geliyor aslında. İyice politikleştikten sonraysa cinsel kimliğimi de kabul ettim. Çünkü artık başka kimliklerin olduğunu görüyordum. Mesela Kürt halkının varlığını kabul etmek, özgürlük mücadelesini kabul etmek de benim için çok zordu, hatta annem Kürt olmasına rağmen imkânsızdı. Kürtlere düşman gözüyle bakıyordum, özellikle de PKK’ye. Devrimci hareketler içinde de silahlı mücadele yürütenlere öyle bakıyordum. İlk örgütlendiğim yer de aslında bu şeylerden biraz daha uzak, daha sterilize bir alanda politika yapan bir örgüttü.
Cinsel kimliğini fark etmen tam olarak ne zamana denk geliyor?
Bu bir süreç aslında. Çok klasik bir söylem belki ama ben çok küçüklüğümden beri bir şeylerin farkındaydım. Tırnak içinde söylüyorum, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu biliyordum. Ama inanılmaz da homofobiktim. Mesela bir kuzenim vardı, biraz feminen biriydi, diğer kuzenlerle birlikte onunla dalga geçerdik. Ergenliğin başlarında, ortaokulda yavaş yavaş cinsel kimliğimi keşfetmeye başladım. Garip bir şekilde erkeklerden hoşlanıyordum ama bunu bir türlü kabul etmiyordum. 13 yaşım bir dönüm noktası oldu. Liseye geçtim ve artık o zamandan sonra kabul etmeye başladım.
O dönemlerde hiç kız arkadaşın, yani karşı cinsten sevgilin oldu mu?
Oldu. Ortaokuldaydık. Tam ergenlik dönemi, herkes birbiriyle sevgili oluyor falan… Sınıfta iki Alevi’ydik, ben ve bir de kız öğrenci. En yakın arkadaşım, o Alevi arkadaştan hoşlanıyordu. Benim aram çok iyi olduğu için bir araya gelmelerine vesile oldum. Daha sonra onlar da beni o arkadaşın başka bir arkadaşıyla sevgili yaptılar, o dönemin ilişkileri işte. (Gülüyor) Ben de kendimi buna zorunlu hissediyordum. Aşıkmışım gibi davrandım, kendimi buna zorladım. Yalnız kaldığımda bile kendi kendime, “Hayır, sen o kıza aşıksın!” diyordum. Çünkü asla kabul etmiyordum, reddediyordum, duygumu görmezden geliyordum ama en yakın erkek arkadaşıma aşıktım.
Sonra da böyle birkaç ilişkim oldu. Çünkü ailem çok baskı yapıyordu, bir kız arkadaşım olmasını bekliyorlardı. Biliyorlardı aslında, ben de biliyordum.
Nasıl biliyorlardı?
Bilmem. Ben çok küçükken daha, annem beni pedagoga götürmüştü. Düşün, daha 8 yaşındaydım. Halen öyle mi bilmiyorum ama doktorum sonra Antep Üniversitesi’ne rektör oldu.
Hangi gerekçeyle gittiniz pedagoga?
İkinci sınıfa kadar falan altıma kaçırıyordum, bu yüzden gittiğimizi söyledi annem. Ama içeri girdiğimizde doktor bana bununla ilgili hiçbir şey sormadı. Sonra annemle doktor yalnız kaldı. Ben biraz çakal bir çocuktum, çok kurnazdım. Gittim, kapıyı dinledim. Doktor anneme, “Ben şimdi oğlunuza bir resim çizdireceğim. Top oynayan erkekler çizerse eşcinsel değildir, ip atlayan kızlar çizerse olabilir” falan diyor. Tabii “eşcinsel” demiyor, “öyle böyle” gibi bir şeyler diyordu bir doktor, bugün düşününce o da çok garip. O gün doktorda, o çocuk aklımla hem de, kağıda ip atlayan erkekler ve top oynayan kızlar çizdim. “Madem öyle, işte böyle” demiş oldum aslında.
O dönem annemin benim onun eşyalarıyla oynamama kızdığını da hatırlıyorum. Ama ben babamın eşyalarıyla da oynuyordum. Meraklı bir çocuktum aslında, her şeyle oynuyordum. Annemin eşyalarıyla oynadığımı ilk fark ettiklerinde çok büyük bir yasak geldi. Tabii yasaktan sonra o eşyalar benim için daha da cezbedici hale geldi.
Pedagog ziyaretinden sonra ne oldu? Ne yaptılar?
Sonra ne oldu, bilmiyorum. O konu yıllarca kapandı. Ta ki işte ben liseye geçinceye kadar. Ben lisede örgütlendikten sonra cinsel kimliğimi kabullenmeye başladım. Çok az kişiye de açılmıştım, aynı örgütten. Bir süre sonra ben o gençlik örgütünün yöneticisi olmaya başladım. Artık açılmak istiyordum, çünkü başka başka aşk hikayeleri de yaşıyordum bir yandan. Daha fazla insana açıldım ama ailemi bir kenara bıraktım. Onların beklentileri de sürüyordu ama.
Bu sırada lisede bir kızın bana aşık olduğunu öğrendim. Cemevinde tanıştık onunla da. Kendimi gizlemem lazımdı ve onunla kapatabilirim diye düşündüm. Sonra tabii çok pişman oldum. Çünkü aynı zamanda bir kadını kullanmış oldum. Ama nasıl gizleneceğim? Ailem benden bir kız arkadaş görmek istiyordu.
Tam o yıllarda Ahmet Yıldız öldürüldü. 2008 senesiydi. Onun öldürülmesiyle birlikte de ben hepten korkmaya başladım.
Ahmet Yıldız’ı bir hatırlatabilir misin? Ne olmuştu?
2008’de İstanbul’da babası tarafından öldürüldü. Türkiye’de çok ses getiren bir eşcinsel cinayeti oldu bu. Çünkü Ahmet Yıldız, aynı zamanda politik biriydi ve politik bir çevresi vardı. Cinayet çok duyuldu ve insanlar susmadı. Katili olan babası bugün hala yakalanamadı. Arada bir yerlerde boşanmış falan ama yine de yakalanamadı!
Peki sonra ne zaman ve nasıl açıldın ailene?
17 yaşına kadar açılmadım. Açıldığım kişi sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi. Aileme açılmadan önce bu sayı biraz daha artmıştı çünkü insanlara anlatmak rahatlatıyordu, bunu bir zorunluluk gibi hissediyordum. Özellikle de örgütüme açılmam gerektiğini düşünüyordum çünkü bir yandan devrimcilerin hayatını okuyordum ve örgüt içinde şeffaflığın ne kadar önemli olduğunu görüyordum. Tabii çok benim tahmin ettiğim gibi gitmedi. Ben çok şeffaftım ama onlar bana şeffaf yaklaşmadı. Ardından ihraç edildim o örgütten, 2010 yılında.
Ona birazdan yeniden dönelim ama kronolojik gitmek adına öncesinde arkadaşlarına nasıl açıldığını, nasıl tepkiler aldığını anlatır mısın?
Tamamdır. Şunu söyleyeyim önce: Aynı örgütte olduğum arkadaşlarıma, yaşıtlarıma karşı çok daha rahattım. Kime aşık olduğumu, kiminle cinsellik yaşadığımı biliyorlardı; merak da ediyorlardı. Ve çok şanslıydım. Ailem gibi oldular. Onlara açıldığımda aldığım tepkiler hep çok iyi oldu. İlk açıldığım arkadaşımın -aynı lisedeydik ve beni o örgütlemişti- tepkisi, “Ee, ne yapalım yani?” olmuştu mesela. Yani, “Tamam, bu sensin ama bizi ilgilendirmiyor. Sadece başına bundan dolayı iş gelirse buradayız. Bana her şeyi anlatacağını biliyorsun” gibi… Tabii tam bu cümlelerle değil, daha çocuk cümleleriyle ama şu anda aklıma böyle geliyor. Zaten o beni rahatlattıktan sonra başka arkadaşlarıma da açıldım. Bir arkadaşın komple ailesine açıldım mesela; kız kardeşleri, annesi, babası. Bayağı rahatlatmıştı beni. Ama ailemde aynı tepkiyi alamadım.
Onlar nasıl tepki verdi açıldığında?
Aslında açılmadım, açılmak zorunda kaldım. Şöyle oldu: Evimizde bir masaüstü bilgisayar vardı. Ben o dönem geçmişi silmeyi falan da bilmiyorum, pek anlamıyorum bilgisayardan. Ahmet Yıldız öldürüldükten sonra Kaos GL’den haberim olmuştu, sitesine giriyordum sürekli. Ama geceleri, ailem uyuduktan sonra. Babam bir gece beni Kaos GL’yi okurken görmüş. Sonra geçmişe falan da bakmışlar. Onun üzerine açılmak zorunda kaldım.
Karşılıklı oturduk ağladık biz, çok duygusaldı. Sonra tekrar doktorlara gitmeye başladık. Tabii bu kez pedagoga değil psikiyatra.
Doktorlar ne diyordu sana?
Artık 17-18 yaşındaydım ve politiktim. Cemevinden iki eşcinsel arkadaşım da vardı, bu konuları konuştuğum. Yani doktorlarla da artık tartışabiliyordum. Ama şanslıydım, çok fazla tartışmam da gerekmedi. Genelde genç doktorlara gidiyorduk ve birçoğu eşcinselliği hastalık olarak görmüyordu. Hatta bir doktor anneme, “Hasta olan sizsiniz, siz tedavi olmalısınız, çünkü çocuğunuzdan içten içe nefret ediyorsunuz” dedi. Annem bir doktoru benim için olumlu şeyler söylediğinden beğenmedi, diğerine gittik. Sonra diğerine, sonra diğerine. Bu arada dediğim gibi işçi çocuğuyum, çok maddi gelirimiz de yok ama bir süre sonra özel hastanelere filan gitmeye başladık.
Bu sırada ailenin diğer üyeleri, yani geniş aile de öğrenmiş miydi meseleyi?
Hayır, kardeşlerim falan bile haberdar değildi. Sadece annem ve babam. Babam da zaten bu konuyu konuşmuyor, lafını bile etmiyor. Annem sürekli “Tedavi olacaksın, değişeceksin” diyor.
Bir gün hiç unutmuyorum bak, Antep Üniversitesi Hastanesi’ne gittik. Genç bir kadın doktor vardı. Oturduk, konuştuk baş başa. Gayet olumlu, güzel şeyler söyledi. “Başka sorunların için gelebilirsin ama sen cinsel kimliğini zaten kabul etmişsin, hastalık olmadığını da biliyorsun” dedi. Daha sonra annemi çağırdı, onunla da baş başa görüştüler. Eve dönüyoruz, sordum anneme, “Doktor sana ne dedi” diye. Annem, “Eğer kendini çok sıkarsa, iyi irade gösterirse değişebilir, düzelebilir, dedi” dedi. Anneme, “Sen eve git, ben bir arkadaşla buluşacağım” deyip koşa koşa geri döndüm, doktoru tam çıkarken yakaladım. “Anneme ne dediniz” dedim, “Sana söylediklerimi ona da söyledim” dedi. Orada annemin inkârını fark ettim. Hani ailem Alevi bir aile olduğu için hacı hoca meselesine hiç girmezdi, daha çok bilimsel şeylere yönelirlerdi. Ama annem artık bilimi bile reddetmişti, nefretinden dolayı.
Neyse, en sonunda özel hastaneler falan derken kabul etmek zorunda kaldı. Tabii kabul etmek dediğim, “Tamam oğlum, sen busun” yine demedi ama hastaneye götürmeyi bıraktı. Kabullenmek diyelim yani. Yine de ısrarla, “İleride evlenirsin, değişirsin” demeye devam etti.
Babanla ne oldu sonra?
Babamla aram bayağı bozuldu. O sırada Ankara’da TEKEL Direnişi başladı. Ailem gitmemi istemiyordu tabii ama evden kaçıp gittim. Bizim gençlik örgütünün de aynı anda konferansı vardı. İlk defa Ankara’ya gidiyordum ve bir de kaçarak gitmiştim, bayağı heyecanlı bir maceraydı benim için. Sonra dönünce ailem tabii konuşmak istedi. Aynı örgütten çok yakın bir arkadaşım da benimle birlikte geldi eve. Konuştuk. Babam önce, “Evden niye kaçtın” falan dedi. Sonra durup, “Sen niye bize her şeyini anlatmıyorsun? Niye sürekli yalan söylüyorsun?” dedi. Ben de o zaman, “Her şeyimi anlatmaya hazırım ama siz dinlemeye hazır mısınız?” dedim. Babamın ilk tepkisi, “Evimden defol” oldu. Kalktım, çantamı topladım, arkadaşımla birlikte çıktık, onların evine gittik. Onun anne babası gerçekten beni kendi çocukları gibi seviyordu. Devrimci bir aile onlar… Bana bayağı sahip çıktılar. Birkaç gün onlarda kaldım. Lisedeydim, cebimde beş kuruş yoktu, onların da parası yoktu ama cebime harçlık bile koyuyorlardı yani.
Örgütlü olduğun hareketle bu meselede neler yaşadın?
Şöyle: 2010’un yaz aylarında yollarımız ayrıldı. Daha doğrusu beni ihraç ettiler.
Niye?
Bana söyledikleri gerekçe şuydu: “Örgütsel pratiğin çok zayıfladı, parti içindeki hareketlerin çok gevşedi, biraz kendini dinleyip özeleştiri yapmanı istiyoruz.” Ben tabii bunu kabul edemiyordum. Çünkü o dönemde Antep’teki gençlik örgütü de neredeyse tamamen bizim emeklerimizde kurulmuştu. Benim için çok zordu. Hayatım mücadele demekti gerçekten. Çok değer veriyordum, çok inanıyordum, o örgütün söylediği şeylere.
Sonra başka şeyler öğrendim. İşte başka insanlara, hatta benim örgütlediğim gençlere gidip, “Ozan partiye gelen işçilere asılıyordu, rahatsız ediyordu” falan demişler. Sapık sapık şeyler yapıyormuşum, insanları taciz ediyormuşum. Başka insanlara, “Zaten eşcinseldi, ne işi var bizim örgütte” dediklerini de işittim. Tabii bunların hepsini sonradan duydum, öncesinde halen örgütüme geri dönmeye çabalıyordum. Bunları duyunca bütün hevesim gitti. Sonra partinin genel başkanına bir mektup yazıp direkt gönderdim. Örgütten Antep’te ihraç edilmiştim ama üniversiteye Antep’te başladıktan sonra bıraktım ve Kars’ta üniversite okumaya gittim…
Araya gireyim burada: Kars’ı niye tercih ettin?
Sevdiğim bir adam vardı orada, onu ziyaret ettiğimde Kars’ı çok beğenmiştim. Ayrıldık sonra ama kendimi dinlemek istediğim, ağır depresyonda olduğum bir süreçte yine Kars’ı tercih ettim.
Peki, genel başkana mektuptan sonra ne oldu?
Kars’tayken Antep’ten aradılar işte, “Tatilde Antep’e geldiğinde görüşelim” dediler. Gittim, görüştüm. Ben halen, “En baştan yeniden başlayabilirim, kendimi devrim mücadelesine adamak istiyorum” falan diyordum. Onlar da, “Tamam, başlarsın, gelir gidersin” falan dediler ama hem tavırlarından hem de dışarıdan duyduklarımdan dolayı çok soğudum. O süreçte başka bir örgütle de iletişim kurmaya başladım. Arkadaşlarım vardı orada, beni örgütlemeye de çalışıyorlardı. Ama çok kaba bir yaklaşımla değil, yoldaşça, dostçaydı. Bana gerçekten sahip de çıkmışlardı.
Aynı dönemde beni ihraç eden örgütün gençlik dergisinde korsan bir röportaj yayınlattık. Bir arkadaş benimle röportaj yaptı, LGBTİ’ler üzerine; fotoğrafımı, ismimi, şehrimi koymadan yayınlattı. Tabii anladı Antep’tekiler ve çok kızdılar ona da. Ben aradığım şeyin o örgütte olmadığını iyice anladım ve ilişkimi kestim.
Aynı dönem Türkiye’de devrimci örgütlerin LGBTİ meselesini tartışmaya da başladığı bir dönem ama Antep taşra, biraz daha uzak bu tartışmalardan galiba. Antep’teki devrimcilerin genel yaklaşımı nasıldı?
Çok sıkıntılı bir süreç… Düşünüyorum şimdi, benim bildiğim örgütlerden sadece biri gayet olumluydu, o da yeni yeni söylemeye başlamıştı. ESP, “LGBTİ’ler sosyalist saflarda örgütlenmeli” diyordu. Hatta genel başkan Figen Yüksekdağ’dı ve bir konuşmasında hiç unutmam özellikle vurguluyordu, “Genç kadınlar ve LGBTİ’ler” diye. Tabii o dönem “LGBT’ler”… Benim sempati duyduğum, görüştüğüm örgüt de o dönem haliyle ESP oldu.
Geri kalanlar ise çok kabaydı. Mesela bir tanesi, “kapitalizmin artığı” falan diyordu. Açıktan hapsediyordu bizi. Ama onların da Gezi’den sonra LGBTİ oluşumu oldu. Benim ihraç edildiğim örgütse genel olarak “Tamam, LGBTİ’ler var ama biz sınıf mücadelesi yürütüyoruz, her şeyden önemli olan sınıftır” gibi bir algıyla hareket ediyordu.
Başka bir şey daha var, çok ilginç. Mesela ÖDP’nin daha 96’da İstanbul’da trans adayı var, Türkiye için bir ilk, Demet Demir. Ama Antep’teki ÖDP’liler de öyle değildi yani.
Peki genel olarak Antep’in, kentin meseleye yaklaşımı nasıldı?
Ya o coğrafya çok garip bir coğrafya. Şöyle: Oğlancılık diye tabir edilen şeyin çok yaygın olduğu bir yer…
Evet, ben de gençliğimden Antep’in camilerindeki erkek tuvaletlerinin kapıları üzerinden yapılan telefon alışverişlerine tanığım mesela…
Tabii tabii, çok… Cami tuvaletlerinde, parklarda. Mesela Antep’in ünlü Çınarlı Parkı’nda, Yüzüncü Yıl Parkı’nda insanlar buluşuyor. Ee yanımız da Urfa zaten, orası da gizli eşcinsellikle meşhur. Ama çok ikiyüzlü bir ahlak var burada. Şöyle: Bunlar kesinlikle konuşulmuyor; çok gizli saklı, hani merdiven altı, çok sağlıksız koşullarda… İnsanlar zorla evleniyor ve evlendikten sonra da haliyle cinsel dürtülerine engel olamıyorlar ve başka şeylere yöneliyorlar. Bir de internetin de yaygınlaşmaya başladığı bir dönemdi, benim olduğum dönem; haliyle insanların birbirini bulması da kolaylaşıyor. Ama yine de çok ‘underground’. Her şey gizli saklı.
Antep’ten bir sürü evli barklı insan biliyorum böyle. Çünkü başka seçenek bırakmamışlar ve evlenmiş. Sonra çocuk yapmaya zorlamışlar ve böyle gitmiş. Bir de öyle garip bir şehir ki, ben çocukken mesela -şimdi yok artık da- bir erkeğin pembe tişört giymesi bile olaydı Antep’te. Pembe tişört giyene hemen, “Oo top musun, ibne misin oğlum” falan… Pembe tişörte de gerek yok, hafif parlak, güzel görünen bir şey giysin bir erkek, hemen “top” oluyordu. Herkes de “top” olmamak için çabalıyordu yani.
Antep’te LGBTİ derneği kurdunuz bir de, bayağı yankı da uyandırdı. O nasıl oldu?
Biz lisedeyken konuşmaya başlamıştık bunu, o bahsettiğim iki arkadaşla ama sonra üçümüz de farklı şehirlere gittik okumaya. O dönem Antep’te eşcinsel erkekleri, geyleri yavaş yavaş tanıyorduk. Ama bir LGBTİ sosyalleşmesi yoktu; işte lezbiyenler, translar falan yoktu. Antep’te tabii translar vardı ama biz onlarla konuşmuyorduk. Çok da transfobiktik o süreçte. Korkuyorduk onlardan, çünkü hep üçüncü sayfa haberlerinden görüyorduk.
Ben Kars’tayken Roşîn Çiçek öldürüldü Diyarbakır’da, babası ve iki amcası tarafından. Diyarbakır’daki Keskesor isimli LGBTİ oluşumuyla zaten irtibattaydım. Oraya, davaya gittik, geldik. Sonra Kars’ta Homofobi ve Transfobi Karşıtı Platform’u kurduk. HDK içinde bir şeyler yapmaya çalıştık, Homofobi ve Transfobi Karşıtı Buluşmalar falan. Tam o süreçte Gezi patladı. Ben tabii Antep’i özellikle takip ediyorum. Bir gün haberlerde, “Antep’te LGBTİ’ler” diye bir şey gördüm. Bir de bir döviz var birinin elinde, “Kürt’üm, Alevi’yim, eşcinselim” yazıyor falan. Çok şaşırdım. Antep burası, ne oluyor, falan.
Gezi’den sonra Antep’e döndüm. Dövizi yapan arkadaşla tanıştım. Bir ilişkimiz de başladı ve saire. Onlar Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nde bir araya gelmiş LGBTİ gençlerdi. Ki Yeşiller’in ciddi bir LGBTİ politikası vardı. Sonra biz toplandık, dedik ki “Ayrı bir LGBTİ oluşumu kurmalıyız.” Hani, her örgütten LGBTİ’lerin gelebileceği… Bu sırada benim de Antep’e gelişlerim sıklaştı. Hem sevgilim var hem de bu çalışmalar… Ailemden gizli geliyordum tabii.
Sonra kurduk işte. Alana ilk çıkmamız da 1 Eylül Barış Yürüyüşü’nde oldu. Çok renkli, arbanelerle, Kürtçe-Türkçe sloganlarla çıktık meydana.
Adını neden ve nasıl “ZeugMADİ” koydunuz?
Şöyle düşündük: Biz yerel bir örgütlenmeyiz, herhangi bir LGBTİ örgütünün şubesi olmak istemiyoruz ki Türkiye’deki LGBTİ örgütlenmesinin de böyle bir politikası yok. Ben Antep’te bir yıl Arkeoloji okumuştum, oradan herhalde, aklıma Zeugma geldi. (Zeugma, Antep’teki çok ünlü bir antik kent.) Dersimize giren hocalardan biri, Zeugma’nın sembolü çingene kızı mozaiği için “Biz buna çingene kızı diyoruz ama aslında cinsiyetini bilmiyoruz” demişti, o kaldı aklımda. Önce amblem olarak bunu seçtik. Sonra ismimiz de olsun dedik ama sırf “Zeugma LGBTİ” biraz komik oluyordu, antikacı ismi gibi. Bir arkadaş, “madi” kelimesini önerdi.
Ne demek “madi”?
Lubunca denilen bir dil var; Türkiye’de yaşayan eşcinsel ve transların kendi aralarında geliştirdiği şifreli ve çok da eskiye dayanan bir dil. Ta Osmanlı döneminden, hamamoğlanlarından kalan bir şey. “Madi” de bu dilde “kötü, pis, şirret” gibi anlamlara geliyor. Biz de “Böyle renkli, pembe bir isim takmamıza gerek yok” dedik. Hani biz kapitalizme, ırkçılığa, homofobiye, transfobiye madilik atıyoruz. Yani pislik çıkarıyoruz, olay çıkarıyoruz.
Sonra Zeugma Madi dedik ama o da güzel durmadı ve sonunda “ZeugMADİ” çıktı ortaya.
Nasıl tepkiler aldınız kuruluş ardından?
Gezi’nin etkisiyle birçok siyaset, özellikle genç kadınların yoğun olduğu siyasetler, bize sahip çıktı. Biz 1 Eylül’de eylem alanına girdiğimizde çok büyük alkışla karşılandık. Sloganlarımıza eşlik edildi. Ama nasıl diyeyim, bazı abiler korkuyordu. Garipti de yani. Mesela Barış Anneleri vardı, yaşlı kadınlar, bizi gördüler ve sarıldılar, öptüler falan ama Kürt erkekleri kaçıyordu. Bildiğin, arkalarını dönüp gidiyorlardı. Kadınlar sahipleniyor, erkekler kaçıyor…
Biz o gün konuşma da yapmak istiyorduk. Mikrofon Antep gibi yerde tahmin edersin ki erkeklerin elindeydi tabii. Vermediler bize. Ama o günün sonunda biz de Antep için çok büyük bir eylem yaptık. Yeşilsu Parkı’nın yanındaki merdivenleri gökkuşağına boyadık.
Siz mi yaptınız onu? Fotoğrafları bir hayli dolaşmıştı bir aralar…
Evet, bir şiir grubuyla birlikte yaptık. Boyadık, yazılar da yazdık. Kürtçe, Türkçe, İngilizce “barış” yazdık her yere. Çok ses getirdi. Bir de önemli bir yer orası. Çınarlı Parkı orada; yani gizli eşcinsel erkeklerin çok yoğun olduğu yer. Arkasında tarihi bir camii var, Kurtuluş Savaşı’ndan kalma. Onun arkasında da şehitlik.
Bir Ermeni hikâyesi de var orada…
Evet, orası eski bir Ermeni mahallesi. Antep’teki Ermenileri de o camiden çıkıp katletmişler falan. Öyle bir hikâye aslında. Zeugmadi’nin ilk örgütlenme hikâyesi de orada başladı.
Sonra nasıl örgütlendiniz, senin dediğin gibi “Antep gibi yerde”?
Tabii çok sıkıntı yaşadık. Bir kere nasıl örgütleneceğimizi bile bilmiyorduk. Dernek değildik, paramız yoktu, yer sıkıntısı yaşıyorduk, hep aynı yere de gidemiyorduk. Gidip geldiğimiz politik insanların takıldığı bir kafe vardı, o bize kapılarını açtı. Kürt hareketinden arkadaşlar işletiyordu. Toplantılarımızı orada yapmaya başladık. Genç LGBTİ’ler giderek daha fazla bir araya gelmeye başladı. Büyüdük, 50-60 kişi gelmeye başladı. Çoğu politik de değildi ve hepsi gençti. Hani o lubunya sosyalleşmesi dediğimiz şey yaşanmaya başlandı Antep’te; eşcinseller artık el ele tutuşuyordu.
Sen de o sırada sevgilinle çarşıda falan el ele gezebiliyor muydun?
Gezi’den sonra, evet. Çok kısa bir dönem Antep merkezinde sokak ortasında öpüştüğüm bile oldu. Hiç tepki de almadık. Sonra yılbaşında Yeşilsu’ya gittik. İnsanların sokağa çıktığı Taksim gibi bir kutlama. Biz gider gitmez biri bizi gösterip -el ele falan da tutuşmuyorduk bu arada- “Aa toplar geldi, bunları gazetede görmüştüm” dedi. Farkında olmadan Antep’te ünlü mü olduk diye de düşündüm yani. Düşün ki insanlar, gazetede gördükleri yüzü hatırlıyordu. Çünkü onlar için çok enteresan bir konu, nefret de ettikleri bir şey bir yandan. Sonrasında arada tanıyıp yolda laf atanlar oldu. Hem Zeugmadi’nin Facebook sayfasına hem kişisel sayfalarımıza tehdit mesajları da geldi. Ama geniş bir sahiplenme de vardı diğer taraftan.
Bu sırada ailenle ilişkilerin nasıl bir hâl aldı? Eninde sonunda baban, annen, kardeşlerin ve diğerleri seni anladılar mı? Ya da hiç değilse durumu kabullendiler mi?
Ailemle aram şu anda çok iyi. Benim için de, onlar için de zor bir süreç oldu tabii. Onlar da kendilerine açıldılar aslında. Homofobi ve transfobi başlarda aramızda dursa da bugün büyük oranda aştık, karşılıklı olarak. Artık, “Evet, sen ne olursan ol bizim çocuğumuzsun” diyorlar ama sonunda yine de “Her yerde söyleme” demeyi unutmuyorlar.
Peki buralara, Almanya’ya neden geldin?
Üzerine çok düşündüğüm bir karar olmadı aslında. Bir konferansta konuşmacıydım. Ailem ve en yakın arkadaşlarım, buraya gelmişken geri dönmemem konusunda çok ısrarcı oldu. Ülkenin içinden geçtiği süreçte ölümler ve tutuklamaların ardı arkası kesilmiyordu işte, burada yaşamanın benim için daha kolay olacağını düşündüler. Ki öyle de oldu. Şu anda aynı alanlarda faaliyet yürüttüğümüz 5 açık kimlikli LGBTİ aktivisti tutuklu.
Şimdilerde Yeni Kadın’la, daha genel ifadeyle Kaypakkaya geleneğiyle birlikte hareket ediyorsun. Bu gelenekle nasıl buluştun?
Antep’te de Kaypakkaya’nın adını duymuştum ama bu gelenekten kimse yoktu, örgütü tanımıyordum. İlk defa Roşîn Çiçek’in mahkemesine gittiğimizde Diyarbakır’da Yeni Demokrat Kadın’dan arkadaşlarla tanıştım. Onların ve Sosyalist Kadın Meclisi üyelerinin Adliye’de ailenin saldırıları karşısındaki tutumu beni çok etkilemişti.
O dönemde ben, daha radikal mücadele eden örgütlere sempati duyuyordum. Bir yandan Rojava süreci başlamıştı, içim içime sığmıyordu. Aslında gitmek de istiyordum ama gidemiyordum, korkularım vardı. Öyle tanıştık ve giderek gelişti iletişimimiz. Kaypakkaya’nın görüşleri ve hareketin politikasını tanımaya başladım ve kendimi buraya ait hissettim.
Biraz sübjektif ve tartışmaya açık bir yorum olacak ama, genelde Kaypakkaya geleneği -ki 45 yıllık bir gelenek- insana daha sert bir imaj veriyor. Türkiye solunun en sert örgütlerinden biri gibi hatta. Buna belki yanlış anlaşılmalara da mahal vermek pahasına “erkek bir görüntü” bile denilebilir. Öyle değil mi?
Bu maalesef vardı ve aslında Türkiye’deki bütün devrimci hareketlerin ortak özelliği, handikabı. Bir şekilde çözülemeyen problem. Halen bizim örgütümüzde de devam ediyor ama bir yandan kadın mücadelesi de yükseliyor. Kadın mücadelesinin yükselmesi, orayı kırdı. Kırdı dediğim, tamamen ortadan kaldırmadı ama bir gedik açtı ve o gedik günden güne büyüyor. Bugün yoldaşlarımızla her fırsatta cinsiyetçiliği, homofobiyi, transfobiyi konuşuyoruz.
Ben bu örgütte hiçbir zaman, “Bu ibnenin bizim yanımızda ne işi var” gibi bir tepki almadım. Sadece önyargılı yaklaşımlar oldu. Korkuyorlardı bazen, konuşmak istemiyorlardı. Hem Yeni Demokrat Kadın’daki aktivistlerin zoruyla hem de benim zorla kendimi örgütlememle ve saire gelişti aslında. Daha önce de cinsel kimliğini örgüte açıklamış, sonra başka başka sebeplerle uzaklamış arkadaşlar da vardı; yani örgüt buna yabancı değildi.
Transfobi ve homofobi bitti mi? Hayır, tabii ki bugün hala devam ediyor, bu nedenle mücadele ediyoruz. Evet, Kaypakkaya geleneği çok sert görünüyor ama bir yandan da Kaypakkaya’nın kendisinden, yoldaşlarıyla ilişkisinden kaynaklanan başka bir durum da var. Biz Kaypakkaya’nın sadece siyasal geleneğini değil, kişisel duruşunu da sahipleniyoruz. O yüzden homofobi, transfobi gördüğümüzde hemen, “Bugün Kaypakkaya yoldaş olsaydı bu meseleyi böyle mi tartışırdı” diyebiliyoruz. Bu etkili de oluyor yani. Elimizde tartışmaların önünü açan bir şey var ve kullanıyoruz tabii ki.
Geçen yıllarda hareketin gazetesinde bir yazı da yayımlanmıştı, bir hayli gündem oldu. Hatırladığım kadarıyla başlığı, “Nerdesin Aşkım, Burdayım Kirvem”di…
O da şöyle: Bizim erkek arkadaşlar ilk defa Onur Yürüyüşü’ne katılıyorlar. Şok oluyorlar tabii. Biri “Nerdesin aşkım” diye slogan atınca bir arkadaş da “Burdayım kirvem!” diye cevap veriyor.
Bak, şöyle bir şey de var: Gerilladan gelen bir video. Gezi için bir marş yazmış gerillalar. Türkiye’de, hatta benim bildiğim kadarıyla dünyada, bir gerilla hareketinden gelen herhangi bir şeyde ilk defa LGBTİ kelimesini duydum. TİKKO gerillalarının Gezi Marşı’nda. Üstelik “Ve sen LGBTİ birey” diye bir söz geçiyor, özellikle gösteriyor. Videoda da gökkuşağı bayrağı görünüyor. Bu aslında sadece beni de değil, Türkiye’deki birçok LGBTİ aktivistini heyecanlandırdı. Anarşist arkadaşlar bile sosyal medya hesaplarında överek paylaştılar.
Tamam, bir yandan söylediğin şey doğru: Homofobinin, transfobinin daha yoğun olmasını beklemeye yol açan bir görüntü var ama bir yandan da bu var işte.
Benim söylediğim biraz şöyle, açayım: Mesela bu geleneğin şimdiye kadarki en üst düzey yöneticilerinin tümü erkek. Etkinliklerde de fotoğrafları asılır ya sahne arkasına. Önce Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao ile başlar zaten; sonra Kaypakkaya, Süleyman Cihan diye devam eder; istisnasız tamamı erkektir, oraya dizilenlerin. Bir yandan da köylülere, yani geleneğin en yoğun savunucularına yaslanıyor. Belki o yüzden böyle bir imaj oluşuyor…
Evet, evet; dediğim gibi zaten var ve bu cinsiyetçiliğe karşı mücadele ediyoruz. Türkiye’deki kadın örgütü de yapıyor bunu. Avrupa’daki Yeni Kadın da 25 yıllık bir örgütlenme ve halen mücadeleye devam ediyor. Çünkü bitmedi. Kapitalizm ve feodalizm, her gün erkekliği yeniden üretiyor. Bunu bir şekilde devrimcilere de dayatıyorlar, özellikle günlük hayat pratiği içinde. Çünkü hiçbirimiz bu toplumdan azade değiliz. Bugün biri bana “Ben homofobik değilim” dediğinde tepkim, “Ben bile halen kendimde bir sürü homofobik yön buluyorum” oluyor. Öyle ha diye aşılacak bir mesele değil bu, her gün yeniden, yeniden kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Bizim hareketimiz için de bu durum böyle.
Ama bugün genel olarak devrimci harekette galiba bundan beş sene öncesine göre bile çok daha olumlu bir durum var, değil mi?
Çok çok daha olumlu bir durum var. Çünkü artık her yerde konuşabiliyoruz. HDK’de ilk örgütlendiğimde LGBTİ meselesini Kars’ta gündeme getirdiğimizde arkadaşlar, “Ya yoldaş, burası İstanbul değil, yapma etme” diye baskı yapıyordu. “Halkımız bize yanlış tepki verebilir, bu meseleleri daha sonra konuşalım, dikkatli olalım” falan deniliyordu. Ama mesela Gezi’den sonra böyle bir şey diyememeye başladılar.
Halen devrimci hareketler içinde kendini gizlenmek zorunda hisseden insanlar da var mı peki?
Ben aslında şunu söylemek istiyorum: Bugün hala Kürt hareketi, sosyalist hareketler, önyargılı LGBTİ’lere karşı. Ivana Hoffmann mesela, aslında bu heteronormatif algıya çok güzel bir ders verdi. Kadınlı erkekli herkese. Sadece “Almanya’da yaşıyordu, kalktı savaşmaya gitti” meselesi değil. Ivana açık bir eşcinseldi ve bu kimliğiyle de orada savaştı, ölümsüzleşti. Ama Ivana ölümsüzleştikten sonra maalesef kendi partisi bunu söyledi ama birçok örgüt ısrarla onun cinsel kimliğini geri plana attı; söylememeyi ve görmemeyi tercih ettiler. Hatta Ivana’nın kendisini bile dönem dönem görmemeyi tercih edenler oldu.
Bugün LGBTİ’ler, hayatın her alanında var oldukları gibi politikanın her alanında da varlar. Gizli ya da açık kimlikleriyle. Hiç kimse örgütünün saf heteroseksüel kadın ve erkeklerden oluşma olduğunu zannetmesin. Bir kitle hareketiysen, hele hele mesela Kürt hareketi gibi büyük ve örgütlü bir hareketsen, emin olmak gerekiyor ki, orada hayatını gizli saklı yaşamak zorunda kalan, yoldaşlarına karşı ikiyüzlü bir yaşam sürdürmek zorunda kalan bir sürü LGBTİ var. Benim şahsen tanıdığım böyle arkadaşlar da var.
Korkmaya hiç gerek yok. Bu insanlar, Ivana gibi açık kimlikleriyle mücadele edebilirler. Bak ama bugün Ivana’nın ölümsüzleştiği topraklarda IŞİD, LGBTİ’lere zulmediyor; IŞİD konusunda her şey konuşulurken LGBTİ’ler ne hikmetse çok daha az konuşuluyor.
Artık algıları yıkmak gerekiyor. Biz sırf Beyoğlu marjinalleri değiliz. Hayatın her yerindeyiz. Kürdistan’dayız, Türkiye’deyiz, Güney Amerika’dayız, Avrupa’dayız, Uzak Asya’dayız. Her yerdeyiz. Ve olduğumuz her yerde herkes kadar savaşırız, herkes kadar mücadele ederiz, herkes kadar yük taşırız. Herkes kadar zaaflarımız da vardır elbette. Açık örgütlenmenin önünü açmak gerekiyor. Artık gizli kalmak yeter. İkiyüzlü devrimci ahlak da yeter. Sistemin ahlakını devrime taşıyarak özgürlüğü kuramazsınız. O ahlakı alaşağı etmek gerekiyor.
Devrimci hareket ve LGBTİ’ler gündeme geldiğinde hemen aklıma gelen örnek, Arkadaş Zekai Özger oluyor. O da bir devrimci eşcinselmiş, çoğu yoldaşına bile açılamamış ve kitabı da uzun yıllar -hem de yoldaşları tarafından- kendi istediği isimde, “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” ile basılamamış. Bu örnek de bugün hala bir şeyler söylüyor sanırım…
Çok acı bir örnek, evet. Arkadaş Zekai, sokakta yediği dayaktan dolayı hayatını kaybediyor. Onun sevgilisine yazdığı şiirleri hepimiz okuyoruz, çok seviyoruz ve hep bir kadına yazılmış farz ediyoruz. Kitabı da hep “Sevdadır” diye bastılar ama LGBTİ hareketi de müdahale etti ve sonunda gerçek ismiyle çıkabildi.
Maalesef dönüp baktığımda şu anda ismini veremeyeceğim ve halen hayatta olan birçok insan, bu sebeplerden dolayı devrimci hareketten uzaklaştı. Örgütlerin merkez kadrolarından da yaşayanlar var bu durumu. Bu çok acımasızca bir şey. Birinin devrimci mücadele vermesini önlemeye hiçbir devrimcinin hakkı olamaz.