Yıllardır aklımın bir ucuna takılmıştır Anton Çehov‘un yazdıkları ve bilhassa hayatı. Çehov’un bendeki yeri bambaşka diyebilirim. İlk tiyatro oyunum Çehov’un dokuz kısa oyunundan Biçare Kadın adlı skeci olmuştur. Çehov’un oyunlarına ya da hikâyelerine bakınca, görünürde her şey doğal gelir insana ancak alt metin çalışması yapıldıkça karşınıza bambaşka bir Çehov çıkar. Kimi zaman, karanlık bir trende taşradan yola çıkıp hayvanlarını satmak için Moskova yollarını tuttuğunu görürsünüz. Çehov hümanizmin bir tokadıdır adeta.
Çehov’u Çehov yapan belki de yaşadıklarıdır. Yaşadığı hüzünlü yılları estetik bir bakış açısıyla kaleme almasında yatıyor olabilir. Bunun izini birlikte süreceğiz.
Köylüler adlı hikâyesinde, baba ve oğlu Moskova yollarını tutmuştur. Hayvanlarını başkentte satacak sonra köylerine geri döneceklerdir. Hep bir hüzün içerisindedir Çehov’un kaleme aldığı çocuklar; içine kapanık, hayal dünyası ile gerçek dünyanın arasında kalmışlığı hissedersiniz çocuk karakterlerinde. Çehov’un babası iflas edip Moskova’ya gitme kararı alır ama Çehov ile abisi Tagangrog‘da kalarak liseye devam eder. Henüz çok küçük yaşlarda ailesi ile aralarına uçurumlar girmesiyle nasıl hüzün dolmaz insan. Bu hüzne hikâyelerinde ve oyunlarında şahit olmamızın ipuçları Çehov’un hayatında yatıyor.
1879 yılında liseyi bitirip Moskova’ya giderek tıp fakültesine girdi. 1884’te doktor oldu. O dönemde maddi zorluk çeken ailesine yardım etmek için çeşitli dergilerde yazmaya başladı. Üniversiteyi bitirir bitirmez hekimliğe başladı ve Cerrahlık, Cansız Ceset, Kaçak adlı hikâyelerini yazdı.
Çehov, hikâye anlayışını şöyle anlatır: “Kaleme alınan konular ‘sade’ olmalı. Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile nasıl evlendi gibi… Hem sonra yok psikoloji tahlilleri, yok hikâye, yok bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti… Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu. Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu başarabilirim.”
Yazmak, anlatma ihtiyacından ortaya çıkıyor. Kaburgalarımızın arasına sıkışan dertlerin toplamı olarak doğuyor bence. Zengin ve tefeci bir babanın oğlu da olsanız, Shakespeare gibi kaburganızda o sızıyı hissettiğiniz an Venedik Taciri‘ni yazmakta bulursunuz kendinizi. Küçük Prens gibi eşsiz bir yapıt yazmak için Antoine de Saint-Exupéry gibi gökyüzünde ve bulutların arkadaşı olmanız gerekir. Yazmaya hayal kurmakla başlayabiliriz.
Benim yazma hikayem on beş yaşlarında bir mektup ve bir şiir ile başladı. Ondan sonra iflah olmadım. Duvarlar, defterler ve kitaplar benimdi artık… İlk iki tiyatro oyunu olan Orman Cini ve İvanov adlı eserleri 1887-1890 yılları arasında yazan Çehov, İvanov başarılı olmasına rağmen Orman Cini adlı eseri tiyatro seyircisi tarafından beğenilmemiştir ve bu durum Çehov ile tiyatro arasına uzun yıllar soğukluk girmesine sebep olacaktır.
Martı ile tekrar geri dönse de, yine hüsran ile sonuçlanan bir oyun olmuştur Martı. Bunun üzerine Çehov bir mektubunda şöyle diyor: “700 yıl yaşasam bir piyes yazmam. Nesine isterseniz bahse girerim”. Bu da tiyatroyu ne kadar çok sevdiğine işaret eden bir diğer olgudur. 1898’de Stanislavski‘nin Martı’yı sahnelemek istemesiyle tekrar sahneleme fırsatı buldu Çehov. Bu dönemde Martı çok ilgi gördü ve başarılı bir tiyatro metni olarak hafızalara kazındı.
Şüphesiz, yazarlar çağlarının çok ötesinde yaşayan insanlardı. Öyle olmasaydı 1890’larda anlaşılamayan ve beğenilmeyen Martı, 1898 yıllarında neden beğenilsin? Tabii ki Stanislavski’nin de dokunuşları başarıya ulaşmasında bir güç olmuştur.
1904 tarihinde tüberküloz tanısı koyuldu. Kaplıca kenti olan Badenweiler‘deki Kara Orman‘a istirahate çekildi ve Badenweiler‘de öldü.