Ayça Erkol ile Bir Kış Gecesi Misafiri odağında yapmış olduğum söyleşi hiç beklemediğimiz bir misafirin bir gece kapımızı çalmasıyla hiç beklenmedik noktalara katman katman ilerlediğimiz bir sohbetin gerçekleşmesiyle şekillendi. Misafir kim? Kendi kendimizin hem misafiri hem ev sahibi olabilir miyiz? Zıtlıklar, zıtlıkların uyumu ve kendi hayatımızın dip köşelerinde yaşayan misafirlerimiz tekinsizliklerimizin başat unsurları olabilir mi? Aslında çok iyi tanıyor olabilir miyiz O’nu, misafirimizi! Ayça Erkol ile insan olmanın, insan olmanın tüm fıtratlarının edebiyata yansımalarının, iyi-kötü tüm fıtratlarımızın edebi bir metin olarak karşımıza çıktığında neler hissedebileceğimizin ayrıntılarını tüm samimiyetimizle konuşmuş olmanın mutluluğu ile paylaşıyorum.
Buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Bir Kış Gecesi Misafiri kitabınız ile beraber üç öykü kitabı ve Tomris Uyar’ın anlatıldığı Bir Adın Vardı Senin romanı ile beraber dört kitap. 2009’dan 2020’ye Ayça Erkol duygular ve hissiyatlar anlamında nereden nereye geldi? Temelde bu dünyaya açılan pencere ve Ayça Erkol’un bu pencereden dünyaya bakışı, dünyayı anlamaya çalışma ve anlatma isteği aynı olabilir ama değişen, dönüşen duygularımız, hissiyatlarımız da var, ne dersiniz?
Ayça Erkol: Merhaba. Biraz matematiksel olacak ama her insanın sabitleri ve değişkenleri olduğunu düşünüyorum. Bazı özelliklerimiz, düşüncelerimiz açısından “yedisinde neyse yetmişinde de o” sözü ne kadar yerindeyse bazı şeyler ise bir yıl içinde bile büyük değişikliğe uğrayabiliyor. Otuzlarımda daha kendiyle meşgul bir Ayça olduğumu söyleyebilirim. Hayata nereden bakıyorum, nereye gitmek istiyorum, bu konuda neden böyle hissettim, neden böyle düşündüm? Başka insanlara ait gözlemlerim de daha kişiseldi. Neden böyle davrandı, bu adamı ne ağlatır, bu kadın neye güler gibi. Kırklı yaşlarımda yazdıklarım ise biraz daha çevremde ve dünyada mesele ettiklerimle ilgili olmaya başladı. Hayvanlara ettiklerimiz, birbirimize yaptıklarımız, kadın olmak, insan olmak. İnsandan umut keselim mi, yoksa iyilik kazanacak mı gibi. Bu konuları yazmaya başladığımda da düşünüyordum, dert ediyordum elbette ama o yıllardaki öykülerime çok yansımadığını görürsünüz ya da bu konular biraz daha arka planda, öykülere destek görevi yapmaktadır. Son kitapta oldukça önde olan konuların daha eski öykülerde sadece gölge geçişler yaptığını söyleyebiliriz. Ancak sabitlerim de var. Kurguya ve belki de biraz eski usül anlatmaya olan merakım, ironi, anlattığım şeyler sertse bile melodrama kaçmamak, sade ama etkili bir dil kullanmaya özen göstermek benim sabitlerim.
Aynur Kulak: İlk üç kitabınız ile karşılaştırarak Bir Kış Gecesi Misafiri özelinde yorumlayacak olursam üzerine çok çalışılmış bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim ilk elden. Bunu kurgusal, dilsel, hikayelerdeki boşluklar, bir öyküde teknik anlamda olması gereken her neyse hepsi çok iyi ve yerli yerinde kullanılmış anlamında söylemiyorum. Bir Kış Gecesi Misafiri kitabında başka bir ruh, başka bir gölge, başka bir -kimsenin fark edip de, göremediği- göz var. Bir Kış Gecesi Misafiri’ni yazarken ki yolculuğunuz nasıl gerçekleşti de böylesine güçlü duygularla sarmalandık?
Ayça Erkol: Tüm öykü ve kitaplarıma özeniyorum, yeterince özenmediğim, pişiremediğimi düşündüğüm bir şeyi zaten okur karşısına çıkarmam. Ancak dediğiniz gibi Bir Kış Gecesi Misafiri beni de bugüne kadar en çok tatmin eden kitabım oldu. Sanırım kendi içinde tüm öykülerin tam bir bütünlük sağlaması ile yaptı bunu. Öyküler arasında anlatıcı, konu, üslup farkları var elbette, kast ettiğim bu değil. Ancak her öykünün minimum bir adet “sıkı bir derdi” var, bunlar hepimizin her gün karşılaştığı ve canını sıkan şeyler aynı zamanda. Sert konulara ya da zaman zaman sertleşen dile rağmen umut, mizah ve bir daha iyi bir dünyaya olan ümit de var. Objeler var, terlikler, tabaklar, kapılar var. Büyük bir vurdumduymazlık da var, saf çocuk neşesi de var. Kötülük bile olamayacak kadar bezgin ve katılaşmış duygular ve karakterler de var, yanlış giden şeyleri düzeltmek için ölümüne çabalayanlar da. Sanırım dikkatli okur tüm bunları bulup çıkarmaktan keyif aldı, zıtların uyumundan ve kendi hayatının çok içinden bir şeyleri görmeyi sevdi. Ben de ilk sorunuzun cevabında anlattığım kişisel yolculuğumu, daha cesur ve sansürsüz bir şekilde öykülere yansıtmayı başardım diye düşünüyorum.
Aynur Kulak: Kitabın ilk öyküsü; İki Çiçek Bir Ardıç Kuşu, imgesel tarafları çok güçlü bir öykü olarak karşımıza çıkıyor. Öyküde görmediğimiz karakterler yanında gördüklerimiz, diyaloglarına ve duygularına şahitlik ettiğimiz çocuk, baba ve babaanne karakterleri var. Babaannenin terliğindeki iki çiçek bir ardıç kuşu işlemesi hakikaten de dikkat dağıtıcı; “Ayaklarla birlikte onlar da sallanıyordu. Dikkat dağıtan, iç gıcıklayan hareketler.” Sürekli iki çiçek bir ardıç kuşu eşliğinde babaanneye odaklanıyoruz. Hatta halanın bir kadınla olan ilişkisi bile toplumsal normlarımız, ön yargılarımız düşünüldüğünde öykünün arka planında kalabiliyor. İmgeler (ister kişi olsun bu, ister terlikte bir nakış) bazen kafamızı karıştırıyor, dikkatimizi dağıtıyor asıl görmemiz gerekeni bulanıklaştırıyor, engelliyor diyebilir miyiz? Mesela baba karakterini. Mesela çocuğu. Mesela aile kavramını, ailenin kendisini!
Ayça Erkol: Evet kesinlikle diyebiliriz. Biz bazen detayda, ritüellerde, objelerde kaybolmayı seven bir toplumuz. Bunu bazen bilinçli bazen bilinçsiz yaptığımızı düşünüyorum. Televizyondaki tartışma programlarına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Koca koca uzmanlar öyle çok asıl konunun etrafında dolanır, detayda kaybolur, laf salatası ve safsata yapar ki üç saatin sonunda ne izledim ben dersiniz. İmgelerden ziyade gelenek olarak kabul ettiklerimiz, soyut düşüncenin ne aile ne de eğitim sisteminde pek önemsenmemesi bunu doğuruyor diye düşünüyorum. Bunun sonucunda öze değil, imgelere takılıyoruz sanırım, yani biraz gönüllü biraz şuursuz girdiğimiz bir yol bu.
Aynur Kulak: İkinci öykü Saklambaç ile beraber ruhumuzun kapılarını tekinsiz olmayan duygular, düşünceler çalmaya başlıyor: “Çocuk şamatasını, ağız şapırdatarak yemek yenmesini, kornaları sevmiyorum.” Saklambaç öyküsü insana dair o “kötü fıtratı” ortaya çıkaran yapısıyla aslında okumamız gereken bir öykü sanki, ne dersiniz? Tabii ki son tahlilde çocuğun başına gelen o şeyde (kaza diyemiyorum, talihsiz olay diyemiyorum) bizi o olaya götüren tüm tekinsiz duygular, düşünceler de önemli fakat bu öykünün gücü bizi bize, özellikle de fıtratımızdan gelen kötülük duygularımızı bize göstermesi açısından çok önemli. Çünkü hepimiz içimizdeki kötülük duygusuyla çocukların kulağına onların içine korku salacak şeyler fısıldamaz mıyız? Sadece öyküler de mi olur tüm bu tekinsizlikler, trajediler vs…? “Birkaç gündür kendi türümden ne zaman nefret etmeye başladığımı bulmaya çalışıyorum. Bu kadar kuvvetli yoğun bir duygu bir anda oluşamaz.” Saklambaç içeride, ta derinlerde, diplerde yaşayan kötülüğü bize olduğu gibi göstermesi, saklamaması, bizimle saklambaç oynamaması, içimizdeki kötülüğü bir şekilde sobeliyor olması ile okunması gereken bir öykü desem, ne dersiniz?
Ayça Erkol: Saklambaç benim için de çok enteresan bir öykü. Yine Türkiye’de herkeste olmak zorunda diye peşin kabulle yola çıktığımız şeylerden biri çocuk sevgisi. İnsanımızın büyük çoğunluğu “her insan çocukları sevmelidir ve tıbben bir engeli yoksa çocuk yapmalıdır” kabulünden yola çıkar ve çoğu zaman diğer insanlar üzerinde bu kabulünü bir baskı aracı olarak kullanır. Ne zaman evleneceksin? Ne zaman çocuk yapacaksın? Ne zaman ikinci çocuğu yapacaksın? Her peşin kabul ve baskı aracı gibi, bu hale geldiğinde “çocuk konusu” beni rahatsız eden şeylerden biri. Öyle bir insan olsa ki çocuk sevmeyi ve çocuk sahibi olmak istemeyi bir kenara bırakın, çocuklar hiç umurunda olmasa, yalandan konu komşunun çocuğunu sevme zahmetine bile katlanmasa, bu nasıl bir insan olurdu diye düşünerek yola çıktım. Çocuk sahibi olmak istememekle, gözünüzün önünde bir çocuk ölse yardım etmeyecek kadar insanlıktan çıkmak arasında dağlar kadar fark var elbette. Ancak çıkış noktası ile varış noktası farkı açısından beni bile şaşırtan bir öykü oldu. Yazdıkça öykü ve karakter başka bir şeye büründü. İzole, her şeyden elini ayağını çekmiş, insanlığa küsmüş, hatta insanlığa müthiş öfkeli bir karakter çıktı ortaya. İnsanlığa böylesine kızgın birinin, onun devamı için şart olan çocuklara sevgi beslemesini beklemek abes bir hal aldı derken. Genellikle saf kötülük diye değerlendirildi öykü karakteri, ben saf umursamazlık derdim. Çocuğu öldürmek için bir plan yapsa, onu adım adım uygulasa bu saf kötülük olurdu ama gözünün önünde bir insan, bir çocuk ölüyor ve kılı bile kıpırdamıyor, o kitabının ve huzurunun derdinde. Bu saf umursamazlıktır ve o haliyle kötülüğün bile ötesinde bir duygudur. Kötü diye adlandırdığımız biri bile iyi edimlerde bulunabilir ya da pişmanlık gösterebilir, bu adam o noktayı çoktan geçmiş.
Aynur Kulak: Alaın Delon öyküsü. Artık sarıp sarmalandığımız kötülük duygusuyla burun burunayız. Öykünün ilk cümlesi; “O sene kötülük hiç beklenmedik yerden geldi. Bizden.” Alain Delon hem bizi bize anlatan (Saklambaç öyküsünde olduğu gibi) hem de en masum kişiler olsak da kötülüğün gelip bizi nasıl bulduğunu, nasıl içimize yerleştiğini anlatan bir öykü. Henüz ilk gençlik yıllarını yaşayan karakterler ile sokağa çıkıyoruz. İsmi Alaın Delon olan bir köpek de var yanımızda. Alain Delon, Alaın Delon’u sahiplenen gençler ve Hakan. “Alain Delon’un yanlış kişiyi ısırdığı doğruydu.” Alaın Delon ilk etapta tam anlamıyla bir ironi öyküsü desem, ne dersiniz? İyilik, kötülük, şiddet, acı, acıma duygusu, koruma duygusu, intikam duygusu nereden bakarsak bakalım -aynı insanın doğal yapısında, fıtratında olduğu gibi- bir ironiler silsilesi diyebilir miyiz bu öykü için. Mesela Saklambaç öyküsündeki Buse için neden başına böyle bir şey geldi ki, olmadı şimdi böyle derken, (Bizdeki kötülüğün nedenselliklerini ortaya çıkarmak adına) buradaki çocukların Hakan’a yaptıkları için oldu mu şimdi, bu da nerden çıktı diyemiyoruz. Hakansız bir dünya, şiddetsiz bir dünya mümkün değil sanırım, asıl rahatsızlık veren konu bu olabilir mi, ne dersiniz?
Ayça Erkol: Herkes Hakan’ın bunu hak ettiğini düşündü çünkü. Karaktere sempatiyle yaklaşmayı deneyen okurlar oldu. Annesini gördük, kim bilir o da neler yaşadı da bu hale geldi dedi söyleşilerden birinde bir okurum. Evet, kuvvetle muhtemel öyle. Tam ne yaşadığını ben de bilmiyorum, çok normal bir aile yapısından gelmiyor, tuzu kuru bir karakter değil, her zorba gibi zorbalık gördüğünü varsayabiliriz elbette ama bu çok da önemli değil. Öykü kesiti verir, bu roman değil. Ben dönüp Hakan’ın o noktaya nasıl geldiğini sayfalarca anlatırsam bu öykü olmaktan çıkar. Saklambaç’taki Buse masum, küçücük bir çocuk. Başına geleni kesinlikle hak etmiyor, aynı şeyi Hakan için söyleyebilir miyiz? Sanırım sizin de arkanıza yaslanıp soğukkanlılıkta okumanıza neden olan şey gerçek hayatta göremediğimiz adaletin yerini bulduğunu ve içten içe Hakan’ın bunu hak ettiğini düşünmemiz.
Aynur Kulak: Kitaba da adını veren Bir Kış Gecesi Misafiri. Bu öykünü başlıklar halinde yedi bölümden oluşuyor. Öyküyü neden Misafir bölümüyle, misafirin gelişiyle başlatmadınız Ayça Hanım? Ördek Avcısı hikayesinin tamamını, daha sonra da, öykünün içinden geçirebilirdiniz. Ökkeş hikayesinde olduğu gibi ya da Poli Tika’cıda. Önce Suna’nın hikayesini anlattınız bize Ördek Avcısı ile sonra Misafir ile bir ailenin kapısını çaldınız. Neden? Avlamak istediğiniz şeyden dolayı dikkatimizi başka yöne çekmiş olabilir misiniz? Mesela aniden gelen yabancı biri, kadim hikayeler, Dickens, irili ufaklı, büyüklü küçüklü katmanlar, karakterler, bir aile, çocuklar derken neyi kaçırıyoruz veya gerçekte neyi göremiyoruz? Suna’nın anlamının “erkek ördek” olmasının hikayeyi nasıl tel tel döktüğünü, lezzetlendirdiğini yazmadan geçmeyeceğim. “Aklımdan yine tuhaf sözler, ifadeler geçmeye başlamıştı, benim olmayacak kadar yabancı, teatral ve yapmacık ama sadece benim olabilecek kadar tanıdık.” Misafir kim? Bu tanrı da kim, demek istiyorum ama sorunu çok da dışarıdan gelip kapımızı çalan Misafir’de mi aramalıyız mesela veya tüm aradığımız cevaplar O’nda mı, dışarıda mı? Dikkatimiz bunca dağınık, dışarıda, bizden uzakta olduğu için mi, kendimizi en avcı hissettiğimiz anlarda av ya da Suna gibi hiçbir günahımız yokken normların, yasakların, dikte edilmelerin, biçilen rollerin dikkat dağınıklığı dünyasında av olabiliyoruz? Bir Kış Gecesi Masalı’na neden Misafir ile başlamadınız?
Ayça Erkol: Misafir’in o eve neden geldiğini göstererek başlamayı tercih ettim. İlk anda bu bağlantı hemen kurulamıyor elbette ama sona doğru kurulacağı kreşendo noktasına kadar bu adımlarla örmeyi tercih ettim. Cinayetle açmanın daha çarpıcı ve merak uyandırıcı bir giriş olduğunu düşündüm. Satranç gibi, iyi bir oyunu farklı hamlelerle açabilirsiniz, yine de nihai amacınız değişmez.
Aslında hiçbir şeyi kaçırmıyorsunuz, her şeyi görüyorsunuz. Bence Saklambaç tekinsiz bir öykü değil, Bir Kış Gecesi Misafiri ise tekinsiz bir öykü. Sıcacık bir dağ evi, tatlı bir aile, yeni yıl, börekler ve şömine ateşi ilk anda gördüklerimiz ama dışarda bir yerde bir katil var, eve doğaüstü bir misafir geliyor ve TV’deki haberler ya da Misafir’in masalları sayesinde görüyoruz ki o diyarda saçmasapan ve tekin olmayan başka şeyler oluyor. Bunların çoğu da bizim hayatımızda gerçekten oluyorlar. Gerçekten Noel Baba bıçaklamak için çatıya çıkan bir vatandaşımız var mesela, genç kızlarımız gerçekten öldürülüyor. Ne yazık ki gülüp geçtiğmiz ya da normalleşen şeyler öyle saçma ve öyle korkunç ki sadece doğaüstü bir atmosfer belki onları kabul edilebilir hale getirir. Tamamen mantıklı, Newton fizik kurallarının işlediği bir evrende bunların olmaması gerekir. Orada bir Dickens ortamı, hayaletler, Tanrıçalar devreye giriyor. Böyle katiller ve politikacılar var olabiliyorsa, onlar neden olmasın?
Av ve avcı da yer değiştirebilen kavramlar. Gerçek hayatta da öyle, metaforik olarak da öyledir, hakikaten av sırasında bile öyledir. Geyik vurmak için yola çıkıp bir ayının saldırısına uğrayabilirsiniz. Sizin de dediğiniz gibi av ve avcının sürekli yer değiştirdiği bir uzun öykü bu. Ördek Avcısı kadınları öldürüyor ama kuvvetle muhtemel bir Tanrıça’ya av olacak. Noel Baba avlamak için dama çıkan arkadaş avlanıyor. Politikanın ne kadar kaygan bir zemin olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Kimse sonsuza kadar iktidarda kalmaz ve en acımasız rakiplerinin bir seçimde kendilerini “avlaması” ile gerçekleşen vedaları genellikle can sıkıcıdır.
Aynur Kulak: Çay Saati öyküsünde Eren’in bir pasta tabağındaki figürleri hikayeleştirmesindeki hayal gücünü mü konuşmamız gerekiyor yoksa Ceren’in “Bacağına ne oldu?” sorusuna Eren’in verdiği “Çocuk felci geçirmişim.” cevabına istinaden aralarında oluşan dupduru bağı mı? Ya da Esat öyküsünde Esat’ın yiyeniyle kurduğu dupduru bağı mı? Dünya içinde dünyanın tüm sistemine ve düzenine uzak olmak bu karakterle can buluyor, ne dersiniz? Ceren’in ve Eren’in henüz çocuk olduğunu düşünürsek, Esat’ın özellikle küçüklüğünün anlatıldığı, öyküyü anlatan yiyenin küçük olmak, büyük olmak algısının yaş aldıkça nasıl farklı boyutlara taşındığını böyle bir dünya içinde onların hikayesini farklı ve dupduru yapıyor ve çocuklukta oluşan bu fark aslında büyüdükçe de kapanmıyor bazı insanlar için ne dersiniz?
Aynur Kulak: Ceren ve Eren de, Esat’ın yeğeni de büyümenin eşiğindeler. Hâlâ ilişkilerinde saf ve duru, sözlerinde direkt ve hesapsızlar ama yetişkinlik dünyasına da adım atmak üzereler, o yüzden farkındalıkları yüksek, artık aşık olabilecek, aşk uğruna hikaye yazabilecek yaştalar. Çocukluğun o ara döneminin enteresan olduğunu düşünüyorum. Daha küçük bir çocuk kadar saf değil ama yetişkinler kadar da fettan değil. Bu dönemdeki çocukların iyi birer anlatıcı ve öykü taşıyıcısı olduğuna inanıyorum.
Ayça Erkol: Öyküleriniz bana Saki’nin (Hector H. Munro) çocuk öykülerini, mesela Masalcı Amca’sını; Flannery’i O’Connor’ın Her Çıkışın Bir İnişi Vardır öyküsünü hatırlatsa da, bu öykülerde olduğu gibi sizin öykülerinizde de tedirginlikler, tekinsizlikler söz konusu olsa da sizin öykülerinizde çocuklardan kaynaklı değil, yetişkinlerden kaynaklı tekinsizlik durumları mevzuu bahis. Yetişkinler ve çocuklar. Bu eşik niye bu kadar zorlu, zor geçilen, zor atlatılan bir yer? Çocuklar için hayatları ile ilgili ilk öğretici darbeler niye yetişkinlerden gelir ve aslında neden en tanıdıklarından gelir hep?
Ayça Erkol: Doğru ancak yetişkin olmak da kolay değil. Diğer yetişkinlere, çocuklara ve hayvanlara karşı sorumlu olup da bu sorumluluğunuzu yerine getirememek de hiç kolay değil. Öldürülen her kız kardeşimde, çocuklara yapılan her kötülükte, tamamen masum ve bizim insafımızda olan hayvanlara edilen her işkencede ben şahsen yeterince bir şeyler yapamıyor, olanı durduramıyor olmanın yükünü çok ağır hissediyorum artık. Dediğiniz ve şu ana kadar konuştuğumuz gibi ortam tekinsiz (gerçek ortamımızdan bahsediyorum) ve masumlar çok ağır bedel ödüyor. Bu geçiş nasıl kolay olsun ki?
Aynur Kulak: Şiddet; kadına, çocuğa, erkeğe ayırmaksızın şiddetin kendisini; cinsellik; toplumsal cinsiyet rolleri ve normları olmaksızın, gözetmeksizin, kadın-erkek ayırmaksızın cinselliğin kendisini; insan olmak; kadın-erkek-çocuk ayırmaksızın iyi olmak veya kötü olmanın kendisini konuşmak isterim sizinle. Çok fazla ayrıştırdığımız, kategorize ettiğimiz, yaftaladığımız, ötekileştirmeyi çok sevdiğimiz için kavramların nedensellikleri üzerine konuşamıyoruz sanki, ne dersiniz? Şiddetin kendisini ve varlığını nasıl sürdürdüğünü atlıyoruz mesela; şiddet nedir? Aynı şekilde cinsellik; sürekli toplumsal cinsiyet normları ve rolleri üzerinden tartışma masasına yatırıyoruz cinselliği erkek ve kadın cinsi üzerinden fakat tek başına yaşamsal olarak ne kadar değerli bir şey olduğunun farkında mıyız? Henüz cinselliğin yaşamsal arzularımızı nasıl yönlendirdiğini bilmeden eşcinselliği konuşuyor olmak… ne dersiniz? Ve insan olarak bizimle beraber dünyaya zuhur eden iyilik ve kötülük fıtratlarımız. İnsan olmanın en ateşleyici ve yaşamsal fıtratı ne diye sorsam size; iyilik mi, kötülük mü? Bir de tüm bu konu başlıklarını düşünerek (Şiddet-cinsellik-İnsan Olmak) Tanrı’yı kadın olarak misafir etmeyi de konuşmak isterim sizinle.
Ayça Erkol: Bizim coğrafyada cinsellikle barışık olmama, tabu olması ama kapılı kapılar ardında her türlü şeyin yaşanması, ikiyüzlülüğümüz.. bunlar çok konuşuldu, üzerine farklı söyleyeceğim bir şey yok açıkçası, öykülerimde düşüncelerimin izlerini de görüyorsunuz zaten.
İyilik, kötülük meselesine gelince. Kafa yorduğum konular tabii ki. Her insanda ikisinin de olduğunu düşünüyorum. Ağırlığı nereye veriyorsanız, hangisini besliyorsanız onu büyütüyorsunuz. Elinizde olmayan şeyler de var elbette. Genetik, çevreniz, hormonlarınızın ani değişimi. Bilim ilerledikçe çok enteresan tartışmalar çıkıyor ortaya. Daha bencil ve kötü diye adlandıracağımız kişilerin amigdala boyları daha verici, paylaşımcı insanlardan farklı mesela. Alain Delon’daki Hakan gibi. Bu çocuk amigdala boyundan sorumlu mu? Ya da çevre faktörü sorumlu olsun. Diyelim evde çocukken tecavüze uğruyordu, o yüzden o da büyüyünce hayvanlara tecavüz etmeye başladı. Şimdi Hakan kötü mü? Böyle bir girişle Hakan’ı size tanıtsam, o zaman bizim çocuklar ve yaptıkları kötülük olacak mı? Belki de Alain Delon da ısıran bir köpek olduğu için kötü! Sanırım daha çok iyilik ve kötülüğün birbiri içine girdiği, dönüştüğü, net olarak ayrılmadığı (çoğunlukla öyle değil mi?) durum ve konular ilgimi çekiyor. Bir kötülüğü cezalandırmak için yapılan şey de kötülük müdür? Kötülük ve iyilik var mı, yoksa bizim her şeyi dualite olarak algılayan kısıtlı beynimizin oyunu mu hepsi tartışmasına kadar gider bu. Ancak daha genel kabul görmüş, siyah beyaz anlamına dönersek de, içimdeki umudu yaşatmayı, daha aydınlık olan tarafın ağır basacağına inanmayı seviyorum, Ayça olarak da kendi çapımda bunun için çabalıyorum diyelim ve bu zor konuyu kapatalım.
Tanrı’yı kadın olarak misafir etmek konusuna gelince. Evet, Misafir bir insanüstü. Bildiğimiz anlamda Tanrı değil tabii elbette. Üç Tanrı’lı dinlerden önce dişi olanın göklerde de daha makbul bir yerde olduğunu biliyoruz. Yunan mitolojisinde de evet bir Zeus gerçeği vardır ama Hera’dan ödü kopar, yaptıklarını nasıl saklayacağını bilemez. Kadının ikinci sınıfa indirgendiği, öldürüldüğü, işkence gördüğü bir ortama dişi bir ilahi kurtarıcının/ruhun daha uygun düştüğünü düşündüm.
Aynur Kulak: Bir Kış Gecesi Misafiri. Dönüp tekrar tekrar okuduğum öykülerin başında geliyor. Bunun çeşitli sebepleri var tabii ama çok belirgin kurgu yapmaktansa hikayeyi anlatmak, oradaki durumu anlatmak daha önemli gibi geldi bana sizin için. Parçadan bütüne gidiyim, bütünü parçalayayım sonra birleştireyim gibi bir hikaye aktarımı ile karşı karşıya değiliz. Ne dersiniz? Çokça konuşulan, çokça sorular sorulan edebi metinlerdeki kurgu meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Ayça Erkol: Bu uzun öyküde daha kalıplı bir kurgum var. Daha az sayıda karakterin, daha sınırlı bir mekanda ve durumdaki hallerini anlatmaktansa, birbirleriyle ilişkili çoklu karakterlerin daha geniş zaman ve mekana yayılan parçalarının toplamından oluşan bir kurgusu var bu öykünün.
Kurguda tabularım yok, yeterince gerçeklikten beslenmeli, yeterince de kurgu olmalı. Tek söyleyeceğim Bir Kış Gecesi Misafiri gibi öykülerde kurgunun doğal olarak çok önem kazandığı ve daha fazla üzerinde çalışmam ve prova yapmam gerektiği .
Aynur Kulak: Öykülerdeki dil de nasıl bir öykü anlatıyorsanız ona göre şekilleniyor. Mesela Alain Delon’da sokak jargonu, küfür söz konusuyken, Bir Kış Gecesi Misafiri’nde Ördek Avcısı bölümünün Suna’nın olduğu kısmında gayet düzgün ve ne söylediğini bilen bir şehirli dil, Ördek Avcısı’nın olduğu kısımda bambaşka bir yabani dil; Misafirin olduğu kısımda daha teatral dil gibi. Anlatıma çok güçlü bir desteği oluyor bu durumun o yüzden tercih ediyorum mu dersiniz yoksa kendiliğinden gelişiyor zaten ben de çok müdahale etmiyorum mu dersiniz? Dil’in kaba göre şekil alıyor olması tam da dilin en önemli özelliği diyebilir miyiz?
Ayça Erkol: Anlatıma katkısı olduğuna inandığım noktada farklılaştırıyorum, evet. Özellikle diyaloğa yer verdiğim metinlerde böyle de olmak zorunda. Misafir’in dili ve üslubu aslında bize kim (ya da ne) olduğu ile ilgil ipuçları veriyor. Geldiğimiz çevre, yaşımız, cinsiyetimiz gerçek hayatta nasıl kullandığımız dili etkiliyor ve farklılaştırıyorsa kurguda da öyle olmalı.
Ayça Erkol: Pandemi döneminde bir buçuk yıla doğru yaklaşıyoruz. Çocuklar için de yetişkinler için de her şeyin düzü tersine döndü. Ya da belki de hep öyleydi de pandemi bunu daha belirgin hale getirdi, farkında değildik. Yetişkinler için de çocuklar için de neler olup bitecek, nasıl günler bekliyor bizleri? Nasıl öyküler okuruz mesela bu günlere dair? Sizin metinlerinizi nasıl etkiler bu durum?
Pandemi kadar keskin bir virajla karşılaşmasaydık bile bizi benzer meseleler bekliyordu ve “yeni normal”de de bekleyecek. Kabul edelim ki toplumsal gerçekçilik yıllarının meselelerinin ötesinde ve daha acil bazı meseleler var ilgilenmemiz gereken. Elbette gelir dağılımı, sınıflar, çocuklar, işçiler, kadınlar meselemiz olmaya devam edecek ve olmalı da ancak daha fazla gözümüzü kapatamayacağımız başka bir mesele var; dünya ölüyor! Biz bunu daha yüzlerce yıl sonra olacağını, bizden sonranın da tufan olduğunu düşünüyorduk itiraf edelim. Hayır, öyle değil. Buzullar erimeye devam ettiğinde, her gün onlarca diğer türü yok etmeye devam ettiğimizde daha ne virüslerle karşılaşacağız, bilmiyorum. Belki yirmi yıl içinde sahil şeritlerinde yaşayamayacağız, bir yirmi yıl sonra gıda ve su bulamayacağız. Elbette edebiyat bu konularla ilgilenecek ve ilgilenmeli de. Distopya alt türü diye baktığımız şey, şimdi, burada, size, bana oluyor ve olmaya devam edecek. Ben Mars’a koloni haberlerini heyecanla ancak umutsuzlukla da takip ediyorum. Aynı kafa ve davranış modelleri ile oraya yerleşsek ne olacak? Cehennemimizi mekiğe koyup yanımızda taşıyacağız sadece, bir sonraki gezegen de batana kadar rahatız, öyle mi? Sanat ve edebiyat elbette bu konulara daha yakından bakacak, bu konuda yazılan metinler de daha gerçekçi olacak, fantazi ya da distopik olarak adlandırılmayacaklar. Mutlaka ben de, öykülerim de, dilim de bundan nasibini alacaktır, bakalım ortaya neler çıkacak, henüz ben de tam bilmiyorum.