Tuva Cumhuriyeti’nin başkenti Kyzyl’da beni misafir eden Kombu, birbirinin aynısı metal paravanlarla çevrilmiş tek katlı evlere baka baka ilerlerken arabayı bir evin önünde durduruyor. “Burası olmalı.” Başımı kaldırdığımda bahçe girişinin üzerine yerleştirilmiş tabelayı görüyorum. Kiril alfabesini yavaş yavaş çözerek okuyorum: “Adı-Eeren” – Türkçe “Ayı Ruhu”. Bu isim bana Ulusal Müze’de okuduğum bir yazıyı hatırlatıyor: “Ayı dünyaya gökten inmiştir. Sadece en güçlü şamanlar ayı ruhunun tılsımını taşıyabilir.”
Bahçeye girdiğimizde solumuzda tek katlı bir bina, sağımızda bir yurt (yuvarlak göçebe çadırı) bizi karşılıyor. İkisinin arasından bahçenin köşesine kurulmuş bir ovaa (şamanların taş ve sopalarla inşa ettikleri yapı) görünüyor. Etrafın alabildiğine ıssızlığında binadan gelen tek düze bir davul sesi duyuluyor. Turuncu ve yeşile boyanmış ahşap verandaya çıkıp ne yapacağımızı bilemez halde etrafa bakınıyoruz. Açık kapıdan baktığımda binanın sonuna kadar uzanan maviye boyanmış, dar, loş bir koridor ve koridorun iki tarafına dizilmiş kapalı kapılardan başka bir şey göremiyorum. Bu esrarengiz tünel merakımı iyice cezbetse de sanki içeri girmem yakışık almazmış gibi bakmakla yetiniyorum.
O sırada yurttan çıkan Igor Irgitoviç yanımıza gelip kendini tanıtıyor. Verandadaki banklara oturup Kombu’nun çevirmenliği sayesinde muhabbet etmeye başlıyoruz. Türkiye’den geldiğimi öğrenince “Tansu Çiller!” diyor. 1993 senesinde Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle bizzat tanıştığını, yanağından öpmek için izin istediğini, Çiller’in izin verdiğini, ama kendisi çok utandığı için öpemediğini anlatıyor. Ben ne diyeceğimi bilemez halde gülümsemekle yetinirken kısa bir sessizlik oluyor.
Aniden elindeki tütsünün dumanını savura savura bir şaman evden çıkıyor, bir şeyler mırıldanıp aynı hızla geri giriyor. Bunun üzerine konu dağılıyor ve Tuva şamanları hakkında konuşmaya başlıyoruz. “İyi şamanlar çabuk yaşlanıp genç ölürler” diyor Igor, “Bütün gece ayakta dans edip şarkılarını söyler, dualar ederler. Söyledikleri sözler güçlüdür, bu onları yorar. Hastalıkla, kötülükle gelmiş kişilerden bunları kendilerine alırlar. Kötü ruhlarla iletişime geçmek zorunda kalırlar. Bu onları yaşlandırır.”
Biz sohbete devam ederken bahçeye boynundaki kolyeleri, tılsımları, parmaklarında yüzükleriyle her halinden şaman olduğu belli olan bir adam giriyor. Adıgzhı-Xam (Türkçe’de “Atışçı” yani “avcı” ham/şaman) benim Tuva şamanları hakkında araştırma yaptığımı öğrenince çok seviniyor. Eve girip onu takip etmemi söylüyor. Böylece görmeye can attığım o büyülü tünele giriyoruz.
Adıgzhı ilk kapıyı açıp duvarda asılı duran şaman kostümlerini ve dunguru (şaman davulu) gösteriyor. Uzun ve ağır kumaştan paltonun üzerine dikilmiş yeşil ipekten şeritleri gösterip yılan gibi tıslıyor, şeritleri yılan gibi oynatıp saldırıyormuş gibi sesler çıkarıyor, “Çılan” diyor. Bu yılanların kötü ruhlarla mücadele ederken şamana yardımcı olduklarını açıklıyorlar. Koridora tekrar çıktığımızda başka bir odanın yarı aralık kapısından kadın bir şamanın masanın üzerine çıkardığı taşlarla fal bakmak üzere hazırlandığını görüyorum.
Adıgzhı, koridorun sonundaki kendi odasına doğru yöneliyor. İçeride duvarlara asılmış çeşitli hayvan boynuzları, rengarenk kuşaklar, masanın yanına yerleştirilmiş bez adamlardan minik dinazor oyuncaklarına, Eyfel kulesinden doldurulmuş baykuştan şapkalara koca bir derya karşılıyor bizi. Duvarda asılı duran metal, adam şeklindeki figürler müzede gördüğüm tılsımları çağrıştırıyor. Onları işaret ederek “Eeren?” diye soruyorum. Adıgzhı “Eeren! Eeren, eeren…” diyerek eliyle bütün odayı gösteriyor. Her şey bir tılsım, her şey bir ruh. Her şeyin bir ruhu var. Hatta o anda fark ettiğim, üzerinde “Tekirdağ, Rodosto” yazan nazar boncuklu duvar süsü bile. Adıgzhı’ya Türkiye’yi ziyaret edip etmediğini soruyorum. Hem Türkiye’ye hem de Avrupa’da Bulgaristan, Romanya, Macaristan dahil pek çok yere gittiğini söylüyor. Heyecanla bir dergi çıkarıp Budapeşte’de bir kilisenin içinde yaptığı ayinin fotoğraflarını gösteriyor.
En son Peru’ya gittiğini, oradaki şamanlarla tanışıp onların yöntemlerini öğrendiğini anlatıyor. Peru’daki şamanların da Tuva şamanları gibi kartal tüylerinden oluşan bir başlık taktığını söylüyor. “Öbür Türk topluluklarında bile bu başlıkları kullanmıyorlar” diyor. Ayrıca boynunda asılı duran metal disk şeklindeki tılsımı göstererek Peru şamanlarının da aynısını kullandığını ekliyor. Müzede bu tılsıma “kuzungu” dendiğini öğrenmiştim. Kuzungu kötü ruhlarla savaşmada kullanılan bir silah aslında. Kötü ruhun kendi yansımasını aynada görünce korkup kaçtığına inanılıyor. Bu benim aklıma ister istemez küçükken kullandığımız “çelik ayna” lafını getiriyor. Birisi ona kötü bir şey söylediğinde çocuk ellerini kaldırır ve “Çelik ayna!” diye bağırır. Böylece kötü laf sahibine döner. Belki de şaman köklerimizden sandığımız kadar kopmamışızdır.
Adıgzhı Peru şamanlarının da buna “kuzungu” dediğini söylüyor. “Kim bilir belki biz oradan geldik, belki onlar buradan gittiler,” diyor “Şamanlık bu topraklarda bin beş yüz sene öncesine dayanıyor.”
Ertesi gün Kyzyl’ın hemen dışındaki “Kunduzgu” diye anılan bir doğal su kaynağına gidiyoruz. Yerel halk buradaki suyun şifalı olduğuna ve içene güç bahşettiğine inandığından sık sık su almaya geliyor. Belki de bölgenin şifalı gücünden dolayı yakınlarına kurulmuş hem bir ovaa hem de bir stupa (kümbet şeklinde Budist yapısı) var. Bu görüntü Tuvalıların inançlara olan bakış açısını özetlemeye yeter aslında. Burada insanlar sadece bir dine inanmak zorunluluğu hissetmiyor. Ona giden yollar farklı olsa da kutsal olan tek. Çevresine kunduz heykelleri inşa edilmiş be çalamahlar (şamanların bir yeri kutsarken bağladıkları çaputlar) bağlanmış çeşmelerden su içtikten sonra sükunet içinde kıvrıla kıvrıla akıyor gibi görünse de aslında kuvvetli akıntılara sahip Yenisey’e (Tuvaca “Ene Çay”, Türkçe “Ana Çay”) bakan tepeyi tırmanmaya başlıyoruz. O sırada hoyrat akşam rüzgarının izini kaybettirdiği bir dungur sesi çalınıyor kulaklarımıza. Tepedeki ovaadan gelebileceğini düşünerek adımlarımızı sıklaştırıyoruz. Ovaaya yaklaştıkça tahminlerimizin doğru çıktığını görüyoruz.
Bir aileyi kutsamak ve kötülüklerden arındırmak için bir seremoni gerçekleştirecek Liudmila Oyun’a kendimizi tanıtıyoruz. Kendisinin suratı çok tanıdık gelse de Adı-Eeren’den olduğunu söyleyene kadar nerede gördüğümü çıkaramıyorum. Kendisinin geçen gün şöyle bir gördüğüm kadın şaman olduğunu fark ediyorum. Ritüeli fotoğraflamak için izin istiyorum. O da aile üyelerinin rızasını aldıktan sonra, “Olur” diyor.
Rüzgar paltosunun saçaklarını bir o tarafa, bir bu tarafa çekiştiredurur, davulunun sesini dört bir yana dağıtırken ritüelini gerçekleştiriyor. Aile üyeleri bu süre boyunca sanki bir Budist lamanın önündeymiş gibi elleri göğüslerinin önünde birleştirmiş duruyorlar. Luidmila’nın sesinin aniden yükseldiği ya da dungurun ritminin değiştiği yerlerde Budist seremonilerde adet olduğu üzere kollarını kafalarının üzerine kaldırıyorlar. Tuvalılar gerçek anlamda iki inanışı sentezlemişler. Ritüelden sonra Luidmila yanımıza gelip bizi ertesi gün Adı-Eeren’e çağırıyor. Öğleden sonra buluşmak için sözleşip oradan ayrılıyoruz.
Ertesi gün Luidmila ve başka üç şamanla beraber “Xam Yeri” (Ham/şaman yeri) diye anılan bir yere gidiyoruz. Burası, göz alabildiğine uzanan bozkırlardan ibaret Tuva’da görüp görebileceğim en yeşil çimenlere sahip, gerçekten kadim bir gücün hüküm sürdüğüne gören herkesi inandırabilecek kadar büyülü bir yer. Hemen yakınından “Kara Su” diye anılan ufak bir çay, her yanına çalamahlar bağlanmış ağaçlar arasından akıp gidiyor. Ağaçların arasında, benim bir bay-ıyaş olduğunu tahmin ettiğim, birbirine dolanarak büyüyüp yek vücut olmuş iki ağaçtan oluşan bir ağacın önünde ufak bir ovaa kurulu. Önünde de sürekli ateş yakıldığı belli olan bir alan. Burası ormanın kalbi. Şamanlar senelerdir buraya geliyor. Güneşte rengi solmuş çalamahların üzerine yenilerini bağlıyor, ormanın ruhuna saygılarını iletiyorlar.
Biz de ritüelimiz için ateşimizi burada yakıyoruz. Luidmila ateşimiz için odunları hazırlarken aralarına bir kalıp tereyağı ve yanımızda bulunan yiyeceklerden birer parça koyuyor. Onlarla birlikte orada bulunduğumuz için bizi de ayine hazırlıyorlar. Luidmila teker teker hepimizin vücuduna bıçağıyla dokunarak kötü enerjilerimizi kesip alıyor. Daıngzhı-Xam (Savaçı Şaman) yaktığı tütsüyü etrafımızda dolaştırıyor ve ayaklarımızın altından geçiriyor. Sonra dört şaman da kendi ritimlerinde, çevrelerini dinleyip duydukları seslere ritim uydurarak dungurlarını çalmaya başlıyorlar, ateş sönene kadar danslarına devam ediyorlar.
Ateş söndükten ve ayin bittikten sonra hep beraber getirdiklerimizi yiyip sohbet etmeye başlıyoruz. Aslında bu da geleneğin bir parçası. Kunduzgu’daki ayin sonrasında da ayine katılan aile üyeleriyle şamanın birlikte yemek yediklerini gördüğümü hatırlıyorum. Bizim soframız onlarınki kadar zengin olmasa da yine de bu ufak piknik içimi ısıtıyor. Daingzhi-Xam bize alternatif ve progressive rock sevdiğinden ve bunu kendi ritüellerine uydurduğundan bahsettiğinde bir süre durup bakakalıyorum. Luidmila enerjimin çok temiz olduğunu söylüyor. Demir-Xam bana tarih dersinde öğrendiğim Orta Asya Türkleri’ni ve Büyük Göç’ün fantastik bir versiyonunu yarı Türkçe yarı Tuvaca anlatıyor. Türk kavimlerinin Taklamakan Çölü’ne çarpan bir meteordan sonra oradan ayrıldıklarını ve şamanların gösterdiği yönlerde ilerleyerek yeni memleketlerini bulduklarını söylüyor. Tospan Oleg, Beatles’ın tüm üyelerini hatırlamak için yardımımızı istiyor, sonrasında bir şarkısını söylemeye başlıyor. Bir ara biri Türkiye’ye geldiğinden bahsediyor, Turgut Özal’ı soruyor. Yine kısa bir sessizlik. “Öldü” demekle yetiniyorum. Bunun üzerine hepsi ölenin ruhuna saygıdan sessiz bir dua mırıldanıyor.
Onlardan ayrılırken herbirine sarılıyorum, ki sarılmak Rusların ya da Tuvalıların hiç adeti olmayan bir şeydir. Daıngzhı-Xam boynuna asılı ayı pençesini avuçlarıma sürüp oradan kendi avuçlarına topladığı kötülükleri üfleyip havaya bırakıyor. Adı-Eeren’in koruması altında yoluma devam ediyorum.
Yazı ve Fotoğraflar: Naz Aksu
Naz Aksu’nun Facebook sayfasına göz atmak için tıklayınız.
İletişim bilgileri: [email protected]